Aysun Öner: Fulya Çetin’in “Gündüz Rüyaları” ve İlhan Sayın’ın “Geyikli Gece” isimli sergileri Yapı Kredi Kültür Sanat’ta “Bir Arada” başlığı altında buluştu ve bizleri de bu röportajda buluşturdu. Öncelikle hoş geldiniz. Bu ikili buluşmalar da sanat dünyasına hoş geldi diyelim. Bu buluşmalar ilk bu sergide başlamadı tabii… Peki nasıl doğdu bu ikili sergiler fikri?
Didem Yazıcı: Hiçbirimiz birbirimizden bağımsız yaşamıyoruz. Bireysellik ve kendi kendine yetme fikri abartılabiliyor. Oysa hiçbirimiz birbirimizden bağımsız değiliz ve bir aradayız. Dolayısıyla “Bir Arada” olma hali ve hayatın kendisi zaten; kolektif bir olgu. Karma sergilerde bu daha belirgin. Kişisel sergiler ise tek bir sanatçının pratiğine odaklanıyor. Yapı Kredi Kültür Sanat’ta gerçekleşen “Bir Arada” sergi dizisinde farklı bir yol izliyoruz; iki sanatçının birbiriyle kesişim noktalarını araştıran bir sergi dizisi yapıyoruz. Yapı Kredi Galeri’nin galeri mimarisi kendine özgü: iki katlı bir alan. Ortada büyük ve yüksek tavanlı beyaz bir küp var. Bu iki farklı alana farklı eserler ve yerleştirme yöntemleri düşünmek gerekiyor. Bu iki katta, iki ayrı kişisel sergiye ve orta alanda ise birbirinin işleriyle konuşan ve iki sanatçıyı bir araya getiren işlere yer vermeyi düşündük. İki sanatçının ortaklaştığı temalar orta alanda vurgulanıyor. “Bir Arada” sergi dizisi 2023’te başladı. O zamanlar İstanbul’da yaşayan sanatçı Sena Başöz ve Hollanda’da yaşayan Filistinli sanatçı Noor Abuarafeh’nin işleri bir araya gelmişti ve ikisi de arşiv çalışan sanatçılardı. Bu defa daha farklı bir yol izledik ve her ikisi de İstanbul’da yaşayan İlhan Sayın ve Fulya Çetin’i davet ettik. Onları bir araya getiren temalar, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, insanın doğa üzerinde kurduğu tahakküm, çevresel adaletsizlikler ve sömürgecilik gibi temalar. Onları bir araya getiren bir diğer nokta ise ikisinin de sert olabilecek konuları yumuşak ve nazik bir dille, insanın gözüne sokmadan, kendilerine has bir dille harmanlayarak ifade etmeleri.
Aysun Öner: Fulya Hanım ve İlhan Bey’in eskiden tanışıyor olmaları da serginin bir aradalığı önceleyen ruhu bakımından bir avantaj olmuş olmalı. Tabii ilk bir aradalık da değil beri yandan, başkaca sergilerde de birlikte yer almıştınız.
Fulya Çetin: Evet, evet. Birçok karma sergide buluştuk İlhan, değil mi? Birçok karma sergide, Depo’daki sergilerde, eskiden beri, eskiden hatta geçenlerde Hafriyat’la ilgili bir şeyler bakıyordum geçmişe dönük. Orada yine İlhan’la birlikte olduğumuzu gördüm. Birçok sergide birlikte olmuşuz zaten.

Aysun Öner: Kişisel sergilerinizin aynı sergide buluşması sizlere ne hissettirdi?
İlhan Sayın: Fulya yakın arkadaşım; çok alışık olduğum, bildiğim bir insan. Alışık olduğum, bildiğim bir tavrı var, kendisini çok severim zaten. Kendimi çok rahat hissettim tabii Fulya’yla beraber bu sergide.
Aysun Öner: Böyle hani eski arkadaş da olunca, eskileri yad etmek gibi bir durum oldu mu?
İlhan Sayın: Yo, öyle çok özel nostaljik şeyler yaşamadık. Fulya çok yakınımda olduğu için her zaman, hani uzun yıllar görmedikten sonra tekrar görsem onunla tekrar bir araya gelsek, tabii çok çok mutlu olurum, o nostaljiyi yaşarım, ama biz zaten hep yan yana olduğumuz için dediğiniz biçimde eskilere gitmek gibi bir durum olmadı.
Fulya Çetin: Zaten neredeyse beraber bir hayat da sürdürdüğümüz için; telefonlaşıyoruz, hayatımızda olup bitenlerden birbirimizi haberdar ediyoruz, destek oluyoruz. Bütün bunlar zaten paylaşıldığı için çok geriye dönük, şey bir de ikimiz de bilmiyorum İlhan, sanki ikimiz de çok geriye dönük değil de ileriye dönük tipleriz.
İlhan Sayın: Geçmişe bakmayı çok sevmem hani, evet, arada bir bakıyoruz ama o nostalji insanı biraz mutsuz ediyor, bir anlamı olmuyor.
Aysun Öner: Serginin temasına giren başlıklar içinde Didem Hanım’ın belirttiği, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, insanın doğa üzerinde kurduğu tahakküm, çevresel adaletsizlikler, sömürgecilik benzeri konular ekofeminizmin tartıştığı konular esasında. Bu bakımdan bu sergi birlikteliğini ekofeminist bir buluşma olarak nitelendirebilir miyiz?
Fulya Çetin: Ekofeminist bir tavır olarak tanımlayabiliriz, ama sadece ekofeminist değil de türler arası, tüm türler arası bir eşit bakışla üretilmiş işler… İnsanlar arasında da işte diğer türler arasında da hayvanlar, bitkiler… İnsanları bunların dışında tutmadan ilerleyen bir süreç aslında. Tahakkümün kaynağını düşününce, o kaynağın aslında sadece kadınlara yönelik olmadığını, aynı tahakkümün dünya üzerinde de çok baskın bir dil olduğunu… O dilin aslında rahatsızlığıyla üretilmiş işler yapıyorum. Diğer bir deyişle, o dilin bana verdiği rahatsızlıktan kaynaklanan.
İlhan Sayın: Fulya’nın dediği gibi, tabii ekofeminist bir sergi, ancak ondan daha fazlası da var aynı zamanda. Hayvanlar, insan-hayvan arasındaki ilişkiler, doğa-insan arasındaki ilişkiler, benim sergide biraz kuir alanla ilgili düşündüğüm işler de var. Fulya’nın söyleyeceğine fazla bir katkıda bulunmayacağım; Fulya bence çok iyi ifade etti konuyu.
Didem Yazıcı: Sanatçılar çok güzel ifade ettiler. Kişisel sergi olduğu için sanatçıların çalıştığı temalar serginin konusunu belirliyor. Ekofeminizm serginin sadece bir yönü. Bunun dışında sergide dayanışma hissi vurgulanıyor. Sadece tematik değil, izleyicide duygu uyandıran bir sergi olmasını önemsedik. Fulya Çetin bunu hep vurgular, “Ben bir hissin peşinden gidiyorum” der kendi eserlerini anlatırken. Aynı şey İlhan Sayın içinde de geçerli. Örneğin İlhan Sayın’ın “Demir Çağı” isimli bir resmi onun sergisine girince karşılaşılan ilk eser. Bu çalışma herkeste farklı bir duygu uyandırabilir. Kimisinde çaresizlik hissi uyandırırken, kimisinde cesaret hissi uyandırabilir ya da eserle herkes farklı biçimlerde ilişkilenebilir. Fulya Çetin’in “Ormanda” isimli resmi sergiye girdiğinizde ilk gördüğünüz iş ve kendini bırakma, kendiyle huzur içinde olma halini betimleyen, baharı çağrıştıran, yeşil renginin hâkim olduğu bir resim. Kuramsallaştırıp ekofeminizm diyoruz, özellikle küratörler genelde sever teorik kelimeler kullanmayı. Ancak temel olan sanatçıların duyguları ve yaklaşımı. Şunu hatırlamayı önemsiyorum: sanatçıların dünyası çok büyük bir dünya; o yüzden bu dünyayı böyle sadece tek bir kavramla açıklamak onu bazen indirgeyebiliyor ya da bakış açımızı daraltabiliyor. Bu sergide insanı düşündüren, belki zaman zaman öfkelendiren, aynı zamanda da insanı rahatlatan ve güç veren yerler var. Dolayısıyla bu serginin duyguları tetikleyen yönünün önde olduğunu düşünüyorum.
Aysun Öner: Fulya Hanım ve İlhan Bey’e dönmek istiyorum bu noktada. Bu hisleri yaratan eserlerin ortaya çıkış hikayelerinden biraz bahsedebilir misiniz? Fulya Hanım’ın Olimpos’ta bahçesindeki ağaçların kesilme sürecinden etkilendiğini biliyorum örneğin.
Fulya Çetin: Ağaçları birbirine yakın ekmiştim ve birbirlerinin içine giriyorlardı. Aslında birbirlerinin yaşamlarını kötü etkiliyorlardı. Ve eğer budama yaparsam… Hatta budamanın bir tarifi var: İçinde bir serçe kuşun dolaşabileceği kadar boşluk bırakmak gerekiyormuş ağaca. Başka bir yaşama alan açmak için bazı yaşamlardan vazgeçme olarak… Zeynep Sayın’ın derslerinde dinleyip, oradaki bilgilerle köylülerin bilgilerini birleştirip, kendi kafamda bir yer buldurabildim bu budama olayına. Ve o budama gerçekleştikten sonra, ağacın bedenine şekil verme, yani orada da bir şekillendirme olayı var diye düşündüm. Güç sahibi olan benim dedim. Bu olay kendimle yüz yüze de gelmeme sebep oldu esasen ve aslında o güç, o biraz evvel bahsettiğim rahatsız eden eril dilin, o gücün şu anki sahibinin kendim olduğunu fark edip… Bundan pişmanlık da demeyelim; çünkü orada bir gereksinim de vardı, bir bilgi de vardı. Bunun verdiği duygular ve hislerle ben ağaçları kağıtların üzerine taşıyıp o dönemde bu işleri ürettim. Bu son sergimde yaptığım kağıtlarda izleri çıkarma işlerini ürettim. Onun öncesinde de böyle küçük dalları koyup, fırçayı sürüp izlerini çıkartır, böyle denemeler yapardım. Orada yere yatmış büyük hallerini görünce aslında hani kurumadan önce dalların izlerini çıkartma isteği hissettim diyeyim. Öyle çıktı.

Aysun Öner: Tabii ağaç dallarına dair çalışmanız serginizin bir bölümü…
Fulya Çetin: Tabii 2006’dan bu yana, Didem’in biraz evvel bahsettiği toprağın yani sarmaşıkların, bitkilerin arasına uzanmış, rahatlıkla uzanmış bir kadın görüyoruz; o 2006’da yaptığım bir işti. O dönemlerde kendini, bedenini, dünyaya, toprağa ve bitkilerin arasında yaşayan tüm canlılara rahatlıkla böyle bırakıp kendini sere serpe uzanma hali, güven hissiyle aslında dünyanın merkeziyle kendi merkezini eşitleyen bir yerden gözlerini kapatmak hali gibi bir duyguyla yapmıştım. Çok çeşitli kadınları yine çimenlerin üzerine yatırıyordum ve fotoğraflıyordum. Aslında daha sonra benzer duygulara yeniden döndüğümü gördüm; Didem’in hazırladığı, seçtiği işler içinde. Mesela dikenli, tüylü, sülüksü, sümüksü şeylere bakmışım, sonra yeniden bakmışım. İşte bir dönem kapalı perdelere bakmışım sonra aradan yıllar geçtikçe yeniden dönüp bakmışım. Bütün bunları bir araya getirdi aslında. Didem’in hazırladığı sergide ben İlhan’la bir araya geldim ama bunun dışında kendimle de bir araya gelmiş oldum. Kendimle de karşılaşmalar yaşadığımı söyleyebilirim. Bu anlamda o küratöryel bakış benim için çok değerliydi çünkü ben bir şeyin içinde, birtakım hisler, bilgiler, işte ne bileyim yaşanmışlıklar, çeşitli okumalar, filmlerle böyle ilerlerken, dönüp tekrar baktığım yaşamda ilgi olarak kendime seçtiğim şeylerle tekrar tekrar uğraştığımı gördüm. Bu anlamda kendimi tanımam, kendimle karşılaşmam için de çok önemliydi.
İlhan Sayın: Benim için aslında bir retrospektif oldu bu sergi; öyle diyebilirim. 2016’da ilk kişisel sergimi açmıştım. O sergiden çok bir şey yok burada, ama dönüp baktığımızda, bu sergide neredeyse benim 10, 15 yıllık üretimlerimin bir özetini görebilirsiniz. Turgut Uyar’la ilgiliyse şunu diyebilirim; şiir ve resim arasında ben her zaman kişisel olarak bir bağ kuruyorum. Resim yaparken kavramlar üzerinden değil, duygular üzerinden gittiğim için şiir bana burada çok daha yakın duruyor. O duygu bana kavram olarak gelmiyor, bir şiirsel tat olarak geliyor. Ben bunun karşılığını şiirde çok buluyorum. Turgut Uyar sevdiğim bir şair. Onun şiirlerinden şarkılar yapılmış ve esasen bu bakımdan hayatımızın içinde bir şair diyebiliriz. Onun Göğe Bakma Durağı’ndan diğer şiirlerine değin ben belli bir bağ kuruyorum. Kendisi gerçekten çok özenli bir şair bence. Bu kitabı da (Geyikli Gece adlı kitabı göstererek) hala bitiremedim. Bu kalın, Yapı Kredi’den çıkmış bir kitap. Ara ara açıp okuyorum ve onunla baş etmeye çalışıyorum. Ama bazen de baş etmeyip kendimi ona bırakıyorum; okuduğum şiirdeki anlam daha sonra geliyor belki bana. Şiir ve genel manada edebiyatın güncel sanatla belli bir bağı var. Çoğu sanatçı buna pek aldırmıyor olabilir, ama ben o bağı görmek, o bağla ilgilenmek istiyorum.
Aysun Öner: Sizin de paylaşmak istediğiniz eserlerinizi ortaya çıkaran özel karşılamalar var mıdır?
İlhan Sayın: Karşılaşmalar hep var bende. İşlerimin çoğu aslında bir karşılaşma; Didem bahsetti, “Demir Çağ” resmim, oradaki geyik heykelinin o hafriyat molozlarının içinden çıkmaya çalışması. Mesela o bir karşılaşma. Şehirde geyik göremezsiniz ama şehirde bir geyik heykeli görebilirsiniz. Ben İstanbul’da yolda yürürken, evime doğru yürüyüp giderken Divan Otelinin önünde gördüğüm geyik heykeli zihin dünyamda, imge dünyamda kendine bir yer açtı. Onun fotoğrafını çektim ve onunla bir şey yapmak istiyorum dedim. O geyiğin içinden çıkmaya çalıştığı demir moloz yığını, o düğüm, o da kendi sokağımda karşılaştığım bir imge mesela. Deprem sonrasında iki imge kafamda birleşti ve bir iş oluşturdu. Yani bir anlam birliği çıktı ortaya. Mesela bu iş böyle bir iştir. Diğer işlerim de öyle, yani kırık tabaklarla yaptığım işler de. Ben o kırık seramik tabak çanakları, topluyordum. Bir şeye doğru evrileceğini düşündüğüm için o nesneleri biriktiriyordum. Sonra bir anda atölyede bir işe dönüşüverdi. Bendeki bir hikâyenin bir duygunun karşılığı oluverdi. Orada beklerlerken demlendiler ve bir resme dönüştüler. Bende öyle karşılaşmalar vardır. Aslında bütün sanatçılar için de böyle diyebiliriz. Bir imgeyle karşılaştığında, sanatçının içinde o imgenin bir hikâyeye dönüşme anı oluyor. Sanatçının iş yapma meselesi çok enteresan. Her sanatçı da aynı olmuyor. Belki aynı şekilde çalışmıyor ama ben yine de aşağı yukarı tahmin edebiliyorum; karşılaşmalar sanatçılar için önemlidir.
Aysun Öner: “Gündüz Rüyaları” ve “Geyikli Gece”; hani gündüz ve gece. Sergi isimlerini özellikle mi bu karşıtlık üzerine kurdunuz?
İlhan Sayın: Sergi adını Fulya kendisi, ben kendim seçtim, ama gündüz-gece ikiliği üzerinde biraz konuştuk. Fulya’da gündüz var, benim bazı resimlerimde gece. Ben o geceyle ilgili bir isim düşünüyordum. Sonra Turgut Uyar’ın Geyikli Gece isimli şiiri aklıma geldi. O şiir aslında bir umudun şiiri, ne gecenin ne gündüzün şiiri, bir umudun, bir çıkıp kurtulma isteğinin, serin bir yere varma arzusunun şiiri. Bu çok içerlerde kalmış bir arzu, o içerleri gece olarak tasvir ediyor, çok arkalarda, içeride kalmış bir umudu ortaya çıkartıyor. O geriler, içeriler, gece gibi tasvir ediyor kendisini. Benim sergiyi yerleştirirken bir sabah, gündüz ve gece olacak şekilde sergi alanındaki koridoru üçe böldük; renklerle de zaten belli oluyor. Benim gece bölümünde gerçekten böyle karanlık bir oda yaptık.
Didem Yazıcı: Sergi isimleri üzerine çok düşündük. Bir yandan sanatçıların üretimlerini birbirinden bağımsız düşünürken bir yandan da bir arada düşündük. Bu noktada serginin asistan küratörlüğünü üstlenen Zehra Begüm Kışla’yı anmak isterim. Bu süreçlerde aktif olarak emeği var. Gündüz Rüyaları Fulya Çetin’in işlerini anlatıyor, Geyikli Gece de İlhan Sayın’ın sergisinin hissini veriyor. İlhan Sayın’ın sergi ismini düşünürken Fulya’yla konuştuk. Bu diyaloglar çok önemli. Gündüz-gece esprisi var tabii. Ve bu sergi sürecinde de gerçekten İlhan Sayın’ın çalışmalarını yerleştirirken Fulya Çetin’in de orada olup fikrini söylemesi önemliydi. Örneğin, Fulya Çetin’in seramik çalışmaları var serginin girişinde. Küratöryel ekip olarak seramik işleri raflarda sergilemek istedik. Sergileme yollarını düşünürken İlhan Sayın da oradaydı ve o sırada rafların çizimini yaptı. Yani burada gerçekten çok steril bir şekilde tanımlı, bu senin rolün, bu senin pozisyonun değil, gerçekten bir arada düşünme var; tartışma, serginin başlığında da sergi kurulumunda da hep bir aradaydık.

Fulya Çetin: Gündüz Rüyaları biraz benim bütün hayattaki duruşum, biraz böyle var oluş şeklimle de ilgili diye düşünüyorum. Biraz böyle serap gibi bir şey, gündüz düşü. Serap görmek gibi bir şey. Gördüğün şeyin tanımsızlığı, netsizliği, kontursuzluğu, biraz böyle tanımlardan, teorilerden, kelimelerden kaçan bir yerde duran bir şey benim için. İçerde zaten 2006’dan bu yana işlerim olduğum için oradaki çalışmalara da küçük küçük işaretler bence çakıyor. Çünkü genel olarak, yani hayattaki duruş olarak, tavır olarak da sanatsal pratik olarak da bana alan, sınır belirlenmesinden hoşlanmam. Bunu kendi kendime de yapmam. Malzeme açısından da bu böyle, konu açısından da böyle, teori açısından da böyle. Dolayısıyla gündüz düşü biraz böyle serap gibi, hayal gibi, görüp görmemek arasında bir şey. Bir şeyin varlığıyla yokluğunun netsizliği gibi bir şey. Varlık ve yokluk arasındaki bir yer gibi bir şey. Böyle hissediyorum ben genel olarak.
Aysun Öner: Bu ikili sergide aslında tahakkümle ilgili bir eleştiri var. Bu hassasiyet üzerinden mekân tasarımına yansıyan hususlar oldu mu?
Didem Yazıcı: Çok iyi bir soru. Sergi aslında binaya girmeden önce başlıyor. Fulya Çetin’in kumaşlarla yaptığı yerleştirme Akdeniz Heykeli’yle diyalog halinde. Yapı Kredi Kültür Sanat’ın görkemli cam bir cephesi var. Sergi tasarımına dair bir soru sorduğunuz için buradan başlamak isterim. Sergi mekanına girmeden, orada sokakta yürüyen insan kafasını çevirip baktığında işi gece ve gündüz 24 saat görebiliyor., Bu, kumaş bir eser ve aslında bir zeytin ağacı. Fulya Çetin çok daha güzel anlatır ancak ben kısaca zeytin ağacının barışı simgeleyen bir metafor olduğunu söyleyebilirim. Burada bir tavır var tabii ki. Herkes sergiyi gezmeyebiliyor, mekân içine girmeyebiliyor ama mekân içine girmeden de eserle bir ilişki kurmasını istedik yoldan geçenlerin. Nefes alan sergiler yapmayı önemsiyoruz. Nefes alan sergiler yapmak ne demek? İzleyiciye bir alan açmak. Hayat koşulları zor ve o kadar fazla bilgi kirliliği var ki sergilere girdiğimiz zaman biraz rahatlayalım istiyoruz. Hepimizin biraz rahatlamaya ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Bir sergide çok fazla eseri yan yana sergileyip izleyiciye fazlaca beklenti ve sorumluluk yüklemiş oluyorsunuz ve boğabiliyorsunuz da. Küratöryel eğitimde bize şöyle bir ders verilir: Her sanat eserinin bir demokratik sergileme alanı, hani iki eserin de iki sanatçının da birbirinin çok yakın sergilediğinizde aslında o demokratik alanını da biraz taciz etmiş oluyorsunuz. Bu yüzden bir eseri doya doya ve hakkıyla deneyimlemeyi çok önemsiyorum. Önemli olan sanat eserinin ve sanatçının ne duygu vermek istediği, ama hem İlhan Sayın hem Fulya Çetin’in işleri için gerçekten eserlerin karşısına geçip, belirli bir mesafeden doya doya bakma ve izleme alanı olması önemliydi. Soruya dönecek olursak sanatçıların alanlarına saygı duyarak, sergideki her çalışmanın bir hissi, bir hikayesi var ve buna müdahale etmeden, buna alan açarak saygılı bir şekilde sergilemek önemli. Bu ne demek? Işık kullanımı, duvar rengi, eserlerin birbiriyle olan ilişkisi ve mesafesi, yani her iki sanatçıda da bir eser görüyorsunuz ve bir sonraki gördüğümüz eserle bir ilişkisi var. Bunların hepsini sanatçılar da biz de Zehra Begüm Kışla ile küratöryel ekip olarak ince ince düşündük. O akışa sadık kalmak istedik.
Fulya Çetin: Yanlış hatırlıyor olamam herhalde, özür dilerim eğer yanlışsa da. Cumartesi Anneleri’nin durduğu bir meydan var. O meydanda Şadi Çalık’ın sanırım, değil mi İlhan?
İlhan Sayın: Evet, evet, onun heykeli var.
Fulya Çetin: Hah! Evet, Şadi Çalık’ın ve İlhan Koman’nın heykelleri var. İkisinin arasında duruyor benim işim bir yandan da. Aşağıda da Şadi Çalık’ın o ritimli, yukarıya dikey ritimli işi var. İlhan Koman’ın daha böyle işte Akdeniz Heykelinde yine dikeyler var. Benim işim de benzer biçimde ince uzun formlardan oluşuyor. İkisine de işaret ediyor, ikisi de çocukluğumdan beri sürekli gördüğüm heykeller ve sürekli incelediğimde, her gördüğümde gerçekten beni çok heyecanlandıran eserler. Onun için eserimin orada duruyor olması duygusal anlamda benim için çok özel bir şey.
Aysun Öner: Türkiye’deki sanat ortamında kendinizi özgür hissediyor musunuz? Sanatınızı icra ederken belli bir oto sansür uygulamanıza neden olan durumlar söz konusu mu?
Fulya Çetin: Kendi adıma şöyle bir şey söyleyebilirim, anlatacağım şeyi daha dolaylı anlatma yolu arıyorum; bu anlatacağım şeyden vazgeçmek değil. Ama daha dolaylı bir anlatım yolu arayıp o yolu mutlaka buluyorum. Ya da şöyle diyebilirim, yapıp henüz gösteremediğim işlerim var diyebilirim. Bir otosansür değil ama (gülüyor) zamanını beklemek diyebilirim ona. Evet, yaptığım ve göstermek istediğim bir iş var ama henüz onu gösterebileceğimi düşünmüyorum mesela.
İlhan Sayın: Kendime hiç otosansür uygulamadım çünkü direkt politik işler yapmıyorum. Daha dolaylı yollarla anlatıyorum yapacağım işi. Belki bu tekniğim yüzünden de olabilir. Hiç otosansür uygulamadım. Ben doğrudan politik ve siyasi işler yapmıyorum. Hani tercihim değil mi? Yo, tercih meselesi değil bu, onun da sırası gelir belki. Şu ana kadar yapmadım ama yapmayacağım anlamına da gelmiyor. İleride bakalım, yani kendime otosansür uygulayacak mıyım, uygulamayacak mıyım, ben de henüz bilmiyorum. Dediğim gibi, benim resimde anlatış tarzım biraz dolaylı. Ama bu belki daha ilerde değişebilir.
Fulya Çetin: Ben bir şey eklemek istiyorum. Üretimle ilgili değil bu, yaşamdaki duruşla ilgili, otosansür. Otosansür üzerine konuşulurken hep küçüklüğümü hatırlıyorum. Küçükken kendime otosansür uyguladığımı hatırlıyorum. Çünkü uyarı alıyordum: doğru otur, bilmem ne falan gibi şeyler. Bir kız çocuğu olarak büyüyorsanız otosansürle büyüyorsunuz zaten. Kendimi daha az görünür kılmak gibi mesela böyle bir şey. Ben aynı şeyi, yani bunu kuir bireylerin kendini daha fazla gösterme hali var ya, daha parlak. Evet, yani o bana bir yol açtı aslında. Hayattaki duruşunuzla sanattaki üretiminiz zaten birbirinden kopuk şeyler değil. Dolayısıyla kuir bireylerin hayattaki varoluş hali, kendini gösterme hali, benim de kadın olarak nasıl hayatta durabileceğime dair aslında bana bir şeyler söylemiş oldu. Ben hani cümleleri okuyup biraz oradan ilerledim. Onun için benim için önemli bir yandan da hani bu, yani bir sürü bariyeri yıkmak, içindeki bariyerleri kaldırmak, o bariyerleri yıkmak bir sürü direniş biçiminde olduğu için o farklı direniş biçimleriyle kendi aranda bağlantılar, oradan da ilerleyebiliyorsunuz. Onun için otosansür benim için hani sanatta ya da konuşurken kendime uygulayacağım bir şey olması dışında, hayattaki bir duruş ve küçük Fulya’nın yavaş yavaş büyüyüp dünyayı fark etmesiyle de ilgili bir şey.
Aysun Öner: Bir eserin politik olması sizler için ne anlam ifade ediyor? Doğaya uygulanan tahakkümün eleştirisi sizler için politik değil mi örneğin?
İlhan Sayın: Yani hani şöyle, politik değil derken, direkt politik değil, doğrudan anlık bir politik cevap yetiştirme değil. Dolaylı yoldan elbette var politika; hayvanlara tahakküm meselesi, kuir meselesi, işte doğanın tahribatı vs. Bunlar da elbette politik konular ama doğrudan güncel politiğe bir atıfla altını çizerek direkt işler yapmıyorum, bunu kastettim. Diğer yandan, işlerimin politik olmadığını söylemiyorum. Daha açık politik işler yapan sanatçıların başına gelenler üzerimizde baskı değil ama bizlerde belli bir üzüntü yaratıyor; yani dertleniyoruz, bizde bir sıkıntı yaratıyor tabii ve o artık empatik bir durum. Öyle bir duygumuz tabii ki var, ama iş üretirken ben henüz daha otosansür yapmadım kendime.
Aysun Öner: Peki ele aldığı temalar bağlamında bu iki serginin bir aktivist duruşu olduğunu söylemek mümkün mü?
Fulya Çetin: Bence istediğini söyleyebilmek yeterince aktivist bir şey, yani istediğini yapabilmek de yeterince aktivist bir şey. Hele ki böyle bir zaman diliminde. Onun için yani biz, yani aktivizmi neyle eşleştiriyoruz, mesela cesaretle mi? Öyle cesaretli işler var mı acaba hani bu sergide diye bakmak… İçeriye gelen insanlara belli bir konu doğrultusunda hani biz de bunları yaşıyoruz diye göstermek mi mesela? Hani nedir aktivizmdeki ince ayrıntı, onu bilemediğim için. Bence istediğini yapabilmek ve söyleyebilmek aslında durduğun yerde duruşunu bozmadan kalabilmek, yeterince politik ve aktivist bir hareket. Ve buradan üretiyorsan zaten böyle bir hayat yaşıyorsun ve böyle üretiyorsun demektir.
İlhan Sayın: Aktivizm konusunda, valla Fulya çok doğru söyledi. Dertlendiğimiz konularda söz söyleyebilmekse aktivizm, evet, belki bu sergi için aktivist bir sergi de denebilir, bu yoruma çok açık bir şey ama ben daha önce aktivist hareketlerin içinde de bulundum, kuir meselesinde ve ayrıca kentsel dönüşüm meselesinde; Roman kadınlarla da atölyeler yaptık, çalıştık bir dernekten arkadaşlarla beraber. Belki çok doğrudan aktivizm değil ama bence yine de aktivizm denebilir. Fulya’nın dediği gibi, söz söyleyebilmekse aktivizm herhangı bir toplumsal konuda, evet, bu sergi için bence aktivist bir sergi denilebilir.
Aysun Öner: Bu sergideki tahakküm eleştirisinde olduğu gibi sanat üzerinden yapılan eleştiri sanatçıların toplumsal meselelerde bir araya gelmelerini sağlıyor mu?
Didem Yazıcı: Ya zaten sanat, yani sergi yapımından bahsedeyim. Sergi yapımı zaten inanılmaz kolektif bir süreç. Bu işin doğasında zaten var, çünkü tek başınıza bir sergi kuramazsınız. Işıkçı, duvarı boyayan usta da serginin bir parçası. Ya da orada serginin güvenliği de bir parçası. Dolayısıyla orada zaten bireysel bir süreç yok. Bu bakımdan, sürecin kendisi öyle olduğu için işin zaten doğasında olmuş oluyor o birliktelik ve sergiyi görmeye gelen izleyici, serginin konusu ve duygusu ne olursa olsun sergiden almak istediğini alıyor. Yani bence hiçbir küratör ya da hiçbir sanatçı: “Ben bunu söylemek istiyorum, bu söylediğim de doğrudur ve budur”; yani öyle bir şey yok, sanatın daha açık uçlu olması, mesela şeyde, en son sergi turunda mesela, biz küratörler daha çok böyle işin backgroundunu, arka planını anlatmak isteriz mesela, izleyici de onu merak eder. Ama hani hem İlhan hem Fulya’da zaten bu budur değil yani çok yönlü! Şimdi hani sizin sorduğunuz soruya, o kadar zaten çok yönlü ki sen oradan ne almak istiyorsan onu alıyorsun, yani gelen izleyici olarak.
Aysun Öner: İzleyici demişken… İzleyicilerle deneyimlerinize dair aktarmak istediğini özel anekdotlarınız var mı?
Didem Yazıcı: Ben şunu belki söyleyebilirim, sergiye gelen yorumlardan biri: “Ya Fulya Çetin’i de İlhan Sayın’ı da hiç böyle görmemiştik” oldu.
İlhan Sayın: Fulya’yla ikimizin yan yana gelişini çok olumlu bulanlar, beğenenler oldu. İyi bir yan yana geliş olduğunu söyleyen çok insan oldu. Açılıştan sonra konuştuğum sergiye birkaç kez üst üste gelip çok etkilendiğini söyleyen izleyiciler oldu. Birisi şunu dedi, “Göz yaşlarımı tutamayacak kadar hüzünlendim”. Mesela onu biliyorum. İlginçtir ki bunu birbirini tanımayan ve sergiye birkaç kez gelen kişiler söyledi. İyi ve olumlu geri dönüşler alıyoruz. Ben sürekli tanımadığım insanlardan, Instagramdan, mesajlar alıyorum. Genel olarak olumlu geri dönüşler oluyor. Çok beğendiklerini söylüyorlar. Dokunduğunu söyledikleri oluyor serginin.
Fulya Çetin: Bana biri şey dedi, böyle sarıldı, “Çok hoşuma gitti, dünyayı güzelleştiriyorsun, teşekkür ederim. ” dedi. Bunlarla karşılaşmak çok keyifli tabii. Çok güzel bir şey. Anlaşılmak, hissettiğini hissettirmek çok keyifli bir şey.
Aysun Öner: Bu halde bu müthiş iki sanatçıyı buluşturduğu ve izleyiciye her iki sanatçımızın eserlerini görme fırsatı sunduğu için Didem Yazıcı’ya bir sanatsever olarak ve her üçünüze bu değerli röportaj için teşekkür ediyorum.
Yorumunuzu şu adrese bırakın Cevabı iptal Et