DÜNÜ, BUGÜNÜ, YARINIYLA AİLE

 

            “Aile” sözcüğü günlük kullanımda değişik gurupları tanımlamak için kullanılır. Örneğin, “Hasan iyi bir aile reisidir” dendiğinde, Hasan’nın sorumlu bir baba ve koca olduğu anlaşılır. “Benim ailem Adana’dan gelmiş” diyen birisi annesiyle babasının hatta dedesinin Adana’da yaşamış olduğunu söylemek istiyordur. “Bu bir aile toplantısı” dendiğinde, toplantıda akrabaların bulunduğuna dikkat çekilmeye çalışıyordur. Örneklerden de anlaşılacağı üzere “aile” kavramı her zaman evliliğe ya da ortak atalara dayalı ilişkileri kapsar.  Benzer bir anlatımla “aile” aralarında akrabalık, kan bağı bulunan, aynı soydan gelen insanların oluşturduğu en küçük toplum birimidir. Geniş anlamda ise, “aile” ortak amaç, beklenti, değer, duygu düşünce, ilke, kural gibi öğeleri paylaşan insanlar için kullanılır.

Genel olarak aile yapısı, baba soyuna bağlı ataerkil (pederşahi) (patriarkal)  ve geniş, geleneksel (ananevi) (traditional) temele dayanır.

Ataerkil ailede baba egemendir. Aile reisi babadır; baba ailenin tek otoritesi ve yöneticisidir. Bu tür aileler eski Mısır’da görülmüştür. Ancak, büyük erkek çocuğun babanın bütün otoritesini din, gelenek ve görenek anlayışını sürdürmesine karşın, vasiyetnamede özel bir kural yoksa miras,  büyük kıza kalırmış. Ataerkil geniş aile yapısı, Asur, Babil, Sümer, Eti, Roma, Eski Yunan ve İslam uygarlıklarında da görülmüştür. Ataerkil geniş aileyi, kısaca tanımlayacak olursak üç kuşağın (Büyükanne, büyükbaba, erkek çocuk ve eşi, çocukları) beraber yaşadığı aile tipidir.

Zamanla yani “sanayileşmiş toplumlarda” geniş aileler yerini, anne, baba ve çocukların yaşadığı çekirdek ailelere bırakmış olmakla birlikte İstanbul’da Selanik, İzmir gibi imparatorluğun liman şehirlerinde de on dokuzuncu yüzyılda çekirdek aileler yaygın imiş. Bu şehirlerde nüfus artışı doğumla değil göç yoluyla artıyormuş. İstanbul önce Tuna boyundan göçenler, ardından da Balkan göçüyle nüfus kazanmış. II. Dünya Savaşı’na kadar nüfus, göç, bekâr ve mevsimlik çalışan işçilerden oluşmaktaymış.

Önemli bir detay olarak gördüğüm için arada eklemek isterim; İlber Ortaylı’nın söylediğine göre, on dokuzuncu yüzyıl sonu, yirminci yüzyıl başlarına doğru feminizm ve kadın hakları Türk İslam âleminde kadınlardan çok erkeklerin mücadele alanı imiş.

Osmanlı ailesinde mahalle kültürünün yaşandığı yani doğum, evlenme, ölüm gibi durumların mahallenin dayanıştığı gözlemlenmiştir. Örneğin çocuk doğduğunda mahalleli tarafından kutsanır, loğusa evini tüm mahalleli kadınıyla, çocuğuyla doldurur. Çocuk mahalleli arasında büyür. Akdeniz dünyasında kentsel-kırsal alanda anonim hitap biçimleri “amca” , “teyze”, “abla” , “ağabey”dir. Mahalleli ve çocuk arasında bu dört yakınlaştırıcı hitapla bağ kurulur. İlkokula başlayan çocuk, okuma yazmayı söktüğü zaman okul kalfası cüz kesesini boynuna ters asar, çocuğun elinden tutarak çarşıdan geçirip mahallenin hayır duaları arasında evine götürürmüş. Bu toplumun temeli mahalle/mahalleli ailedir.  Mahalle hem dini kültürel hem de mahalli bir idari birim olarak değerlendirilmiş. Geleneksel toplum çocuğu anaokulların yerine mahallelerde toplumlaşırmış. Hammer –Eyyuh’el veled eserinde batı dünyasına Osmanlı ailesi çocuklarını şu sözleriyle tanıtmış:

-“Eski toplum çocukları fakirdi, çocuklar Eyûb oyuncakları gibi basit tahta ve pişmiş topraktan dayanıksız oyuncaklarla oynarlardı. Çocukların çoğu onu bilmez; kendi yaratıcılıklarıyla toprak kule, fırın, çamur ev ve atla dünyalarını inşa ederlerdi. Modern oyuncak sanayinin, yaratıcılığı ne kadar geliştirdiği tartışılmalıdır.”

Burada önemli bir konuya dikkat çekiyor; modern oyuncak çağının yaratıcılığı ne kadar geliştirdiği. Bu yazının konusu olmadığından, bunun önemle üzerinde durulması gereken bir mesele olduğunu belirtmekle yetineceğim.

Aile tarihi [gerçek bilimsel araştırmalar] Bachofen’ın “Analık Hukuku” adlı kitabının yayımlanmasıyla, 1861’de başlar. Yazar, burada şunları önerir: 1) İnsanlık, önce, Bachofen’ın kötü bir rastlantı sonucu hetairizm (hétairsme) terimiyle belirttiği bütün kurallardan yoksun cinsel ilişkiler içinde yaşamıştır. 2) Bu tür ilişkiler, babalığı belirsiz duruma getirdiğinden, soy zinciri ancak kadın soyu bakımından –analık hukukuna göre– hesaplanabilir ki, antik çağda yaşamış bütün halklar içinde, başlangıçta bu durum ortaya çıkmıştır. 3) Bunun sonucu, kadınlar, ana olarak genç kuşağın belirli ataları olarak, öylesine bir saygı ve saygınlığa sahip bulunuyorlardı ki, bu, Bachofen’ın anlayışına göre, tam bir kadın egemenliğine (gynecocratie) kadar gidiyordu. 4) Kadının yalnızca bir tek erkeğe ait bulunduğu karı-koca evliliğine (mariage conjugan) geçiş, eski bir dinsel buyruğun ya cezasının çekileceği, ya da kendini belli bir süre başkalarına vererek, kadın tarafından hoş görülmesinin satın alınacağı bir çiğnenmesi (bir başka deyişle, gerçekte, öbür erkeklerin aynı kadın üzerinden geleneksel hukukunun çiğnenmesi) anlamına geliyordu.

Orta Anadolu bölgelerinde XVI-XVII. yüzyıllarda evlenmeye karar verildiğinde, kız tarafına damat adayı “namzetlik akçe” veya “mehr” adı altında para öderdi. Buna, yalnız Türkiye ve diğer Arap ve İslam ülkelerinde değil,  tüm geleneksel, kırsal toplumlarda rastlanmaktadır. Nedeni ise, iktisadidir. İslam hukukuna verilecek mehrin nikâh sırasında zikredilmesi lâzım. Nikâhtan önce verilecek mehr-i müeccelin verildiğine dair tasdik-i mahkeme-i şer’iyede kayıt olunması gerekli olup, boşanma halinde ise, zevce kendi rızasıyla vazgeçebilme hakkına sahipmiş. Miktarın tespitinde kuşkuya düşüldüğünde başvuran kızın akranı ve akranına bakma yöntemine “mehr-i misl” denir. Asgari miktarı on dirhem gümüşe tekabül eden mehri İslam hukuku evlenen kız lehine düzenlemiş ve onun malı olup istediği gibi harcama hakkına sahiptir. Para baba, kardeş ya da diğer yakın akrabalarının kullanımını önleyecek hükümler konmuş.

“Poligami” adı verilen “çok karılılık” Asya ve Afrika ülkelerinde, özellikle zenginler arasında yaygındır. Buna karşılık Hindistan Todalar ve Nayarlar arasında kadınların “poliandri” denilen birden çok erkekle evlenmeler olağan sayılmıştır. Hindistan’daki Nayarlar’da üç, dört ya da daha çok erkek, bir kadına ortaklaşa sahip olabilirler, ama bunun dışında, bu erkeklerden her biri, bir ikinci hatta üçüncü, dördüncü v.b. kadına sahip olabilirler.

Aile kurumuna önem veren eski Türk toplumlarında tekeşli evlilik temeline dayanmıştır. Örneğin, yaygın kanaatin aksine Osmanlı’da XVI. yüzyılda “poligami”nin pek iltifat görmemiştir. İslam hukukuyla bağdaşmayan hükümlere örnekler, XVI. yüzyıl Orta Anadolu bölgesinden seçilmiş olup, Ankara Mahkeme-i Şer’iye sicillerinden “namzetlik” denen bir evlenme geleneğinin geniş ölçüde uygulandığına dair kayıtlara rastlanmış.

Tek eşlilik (monagami) esasına dayanan medeni aile sanıldığı gibi Hristiyanlıktan mülhem olmayıp içtimai tekâmül kanunun bir neticesidir. Hukuk tarihinde medeni aile hukukunun menşei olan Roma Hukuku bu esası düzenlemiştir. Bu hukuk sistemi dini hukukla alâkası olmayan Pratörler yani müçtehit yargıçlar hukukudur. (Avukat Gökalp, Aile Hukuku)

Müslümanlıkta birden fazla karıya izin yoktur. Ancak Müslümanlığın bânisi olan Hz. Peygamberin dinini yaydığı Arabistan yarımadasında iklimin sıcaklığı ve Arap milletinin vahşi bir halde geçici aile sistemi içerisinde bulunması sosyal düzeni şiddetle ihlâl ettiği için maddi ve manevi kudreti müsait olan birden dörde kadar karı almalarına müsaade edilmiştir.

 

Kanunlar

Amiran Kurtkan, Türk Aile Hukuku’nu dört devrede açıklamaktadır:

  1. Kavmi Adetler Devresi: Yazısız hukuk niteliğini taşıyan örf ve adetlerden meydana

gelmiştir.

  1. İslam Hukuk Devresi: Prensip olarak kadını boşanma hakkına sahip olduğu halde ge-

nellikle erkeklere mahsus bir uygulama olarak kalmıştır. On altıncı yüzyıla kadar evlenme yalnız iki şahit önünde yapıldığı halde Osmanlı Hukukçusu Ebu Suud devlet müdahalesi ve izin alma usulünün getirilmesini sağlamıştır.

  1. 1917 Aile Hukuk Kararnamesi’nin yayınlanması
  2. İsviçre Medeni Kanunu’ndan iktibas edilen 1926 tarihli ve 743 sayılı “Türk Medeni

Kanunu”

 

Türkiye’de uygulamaya konmuş ilk medeni hukuk metni olan ve on altı kitaptan oluşan Mecelle’yi Ahkam-ı Adliye İslam dünyasının ilk Medeni ve Borçlar Kanunu olup aile ile ilgili bir hüküm bulunmamaktadır. Bu sebeple Medeni Kanun niteliği taşımadığı söylenebilir. Kanunun hazırlanması sırasında resepsiyon (yabancı bir hukuk kuralı ya da mevzuatının iradi bir kararla alınması) tartışmaları gündeme gelmiştir. Âli Paşa Fransa medeni kanunun resepsiyon yoluyla benimsenmesi fikrini, 1867’de isyanı bastırmak için gittiği Girit’ten Abdülaziz’e gönderdiği lahiya’da, “Mısır’da yapılmakta olduğu gibi bizde dâhi Kod Sivil dedikleri kanunname tercüme ettirilip, karma davalar karma mahkemelerde ve kanunnameye göre görülmek zaruri görünmektedir” sözleriyle dile getirmiştir. Görüşleri Ali Cevdet Paşa’nın muhalefetiyle karşılaşmıştır. Komisyonun başında bulunan Ahmet Cevdet Paşa resepsiyon yoluyla almak yerine toplumun örf ve adetlere uygun bir kanun hazırlanması görüşünü benimsemekte idi. Sonuç olarak kanununun Hanefi ekolüne dayanacak şekilde hazırlanmasına karar verilmiştir.

1333 (1917) tarihli Hukuk-u Aile Kararnamesi kadınlara boşanma ve çokeşliliğe karşı haklar tanıyarak emredici nitelikte olup İslam ülkelerinde bu konuda hazırlanan ilk standart hukukî kanundur. Bu kararname 157 maddeden oluşmuştur. Evlenme boşanma işlerini, Müslüman, Hristiyan ve Yahudi cemaatlerinin kurallarını dikkate alarak düzenlenmiştir. Nikâh sırasında hukuki bir anlaşma yapılırsa, evlilik içince zevcin ikinci bir evlilik yapması zevceye boşanma hakkı verir. Bu tip bir sözleşeme yapan ilk çift Halide Edib Hanım ve Salih Zeki Bey’dir. Salih Bey, ilk evliliğinin üzerine ikinci kez evlenince Halide Edip Hanım da boşanma hakkını kullanmıştır. Ne var ki gereği gibi uygulanmayan bu kanunun ömrü kısa olmuş ve 19 Haziran 1919’da yürürlükten kaldırılmıştır. Mehmet Gayretli kanunun kaldırılma nedenini şöyle açıklıyor:

-“HAK, muhafazakâr İslamcıların bilhassa diğer mezheplerden istifade noktasında yoğunlaşan muhalefeti, gayrimüslimlerin de ruhani reislerin yargı yetkisini kaldırması noktasında batının desteğini alarak yaptıkları itirazlar sonucunda 20 Ramazan 1337/19 Haziran 1919 tarihli yine muvakkat bir kanunla yürürlükten kaldırılmıştır.”

Mehmet Gayretli Hukuk-i Aile Kararnamesi’nin özellikleri ve getirdiği yenilikleri şöyle sıralıyor:

  1. Aile hukukuna ait ilk resmi belgedir.
  2. Aile hukuku alanında yargı birliğini sağlamıştır.
  3. Evlenme akdinde devlet kontrolü tam olarak sağlanmıştır. Bunun için evlenme engeli-

nin olup olmadığının tespiti amacıyla akit öncesi ilan ettirilmiş, akdin hâkim ve nâibin huzurunda yapılması ve bunun tescil ettirilmesi zorunlu kabul edilmiştir.

  1. Kanun tamamen İslam hukuku içinde kalınarak hazırlanmış, başta Maliki mezhebi ol-

mak üzere diğer mezheplerden de istifade edilmiştir.

  1. Bazı durumlarda kadına hâkim kararıyla tefrik talebi hakkı tanınmıştır.
  2. Çok eşlilik sınırlandırılmıştır.
  3. Evlilik için asgari bir yaş sınırlaması getirilmiştir.

 

1923 yılında yeni medeni kanunun hazırlık aşamasında tartışma yeniden gündeme gelecektir. 1923-1924 yıllarında Adliye Vekilliliğini yürüten Seyit Bey Cevdet Paşa gibi başka bir ülkenin kanunlarının tercüme edilerek alınmasına karşıdır. Şöyle diyordu:

-“Efendiler! Bütün Şark ve garbın, bütün Avrupa hakşinaslarının, bütün feylesofların ittifak ettikleri bir şey var ki o da memleket kanunları o memleketin örf ve âdetine uygun olması kazıyyesidir.   Kanun vaz’ında esas budur. Bu kanun memleketin örf ve âdetine muvafık olmazsa o kanun pâydâr olmaz. Çünkü hukuk demek örf ve âdet demektir. Bir memleketin ahkâm-ı kanuniyesi kavâid-i hukukiyesi o memleketin örf ve âdetinden doğar tebeddülü ile tebeddül eder.”

 

“Türkiye’de Türkiye kanunu lâzımdır.”

 

-“Almanya ve İsviçre başka, Türkiye başkadır. Türkiye’de Türkiye kanunu lâzımdır. Bunu uzun uzadıya tetkike muhtaçtır. Kaş yapayım derken göz çıkarmayalım, metin ve sağlam esaslar üzerinde yürüyelim. Tekrar geri dönmeyelim.”

Tartışmalara neden olan görüşleri Seyit Bey’in gözden düşmesine neden olacak, baskılar sonucu bakanlıktan ayrılmak zorunda bırakılacaktır. Yerine gelen Mahmut Esat (Bozkurt) maddelerin değiştirilmeden aynen çeviri yoluyla alınmasını sağlayacak, Atatürk’ün de isteği üzerine, yapılan tüm çalışmalar iptal edilecek, İsviçre Medeni Kanunu olduğu gibi Türkçeye çevrilecekti.

Hukuk-u Aile Kararnamesi’nde Ziya Gökalp’in de etkisi vardı. Ziya Gökalp’in siyaset üzerindeki etkisinin, İsviçre Medeni Kanunun kabulüyle sona erdiğini söylemek sanırım yanlış olmayacaktır!

 

Kanunların dışarıdan alınmasını Kemal Tahir de eleştiriyor:

-“Medeni Kanun, Ceza Kanunu, Borçlar Kanunu, İcra İflas Kanunu…

Daha kötüsü… Memleketin iktisat temeliyle ilgili hiçbir ana kanun gelmeden getirildi bunlar… Düpedüz yabancılar için…” (Kurt Kanunu, İthaki Yayınları)

Kanun bahsini, Durheim’in toplum tanımıyla kapatalım: “Toplum, kendine has nitelikleri olan, özgül bir gerçekliği temsil eder.”

 

            Edebiyatta Aile

 

Nükhet Esen, incelediği aile üzerine yazılmış romanlarda şu sonuçlara ulaşıyor:

  1. Genel olarak romanlarda işlenen konu, evlilikte zevklerin uyuşması, çiftler arası arka-

daşlığın önemi. Halide Edib Adıvar için evlilikte hem aşk önemli, hem de karı-kocanın fikren uyuşması, arkadaş olması.

  1. Romanların bir kısmında görülen para için yağılan evliliklerin biri bölümü lüks yaşa-

mak için, bir bölümü sefaletten kurtulmak için. Hepsi de mutsuz oluyor.

  1. Erkek sadakatsizliği meselesi her dönem romanlarında görülüyor.
  2. Dayak sorunu da her dönem romanlarında görülüyor. Kadınlar duruma boyun eğiyor,

karşı çıkamıyorlar.

  1. Üst düzey sınıflarda içgüveyleri görülüyor. Bu evliliklerin büyük çoğunluğu mutsuz!
  2. Romanlarda boşanma sık sık üzerinde durulan bir konu. Boşanma bir kadın için kötü

damga olduğundan ve boşanmış kadının gidecek yeri olmadığında intihara karar veriyor. Her devirde görülen boşanma nedeni; en çok kadınlar kocalarını aldatırlarsa kocaları tarafından boşanıyor. Kocaların sadakatsizliği boşanma çok seyrek. Bazı yerlerde çocukların varlığı boşanmayı düşünen çiftleri engelliyor.

  1. Çocuk olmaması sorunu önce kadından biliniyor. Tüm romanlarda sağlıklı çocuk ye-

tiştirilmesi için en önemli noktanın sevgi ve ilgi olduğu vurgulanıyor. Çocuklarıyla ilgilenme- yen, onlara sevgi vermeyen aileler eleştiriliyor. Ebeveynlerden birinin olmaması çocukları olumsuz etkiliyor. Ebu Bekir Hazım Tepeyran “Küçük Paşa” romanının asıl konusu çocuk-

luk. Romanda kısır olan kadın değil erkek olduğu halde çocuksuzluk acısını kadın çekiyor, kı-

sırlık sorunu kadına yükleniyor. Sorunun erkekten kaynaklanacağı düşünülmüyor.

  1. Ailede otoritenin önemi üzerinde duruluyor. Çünkü başıboş kalan çocuklar yanlış yol-

lara sapıyorlar. Aşırı sertlik isyankâr olmalarına yol açtığı için çocuklar için zararlı. Ailede otoritenin rolü üzerinde önemle durulan bir konu. Otoritenin varlığı ve dozunun önemli olduğu sergileniyor. Reşat Nuri Güntekin’in dört romanında da (Acımak, Yaprak Dökümü, Kızılcık Dalları,  Eski Hastalık) asıl önemli nokta, sağlam, düzenli bir aile yaşamının olmaması. Bunun sebebi de daha çok aile reisi olan erkeğin zayıflığı, ailede otorite kuramamasıdır. Yakup Kadri’nin “Hep O Şarkı” romanında ise, gelenek ve görenekleriyle bir dönemin öyküsü anlatılıyor. Gelenekte otorite önemli! Babanın tam ve tartışılmaz otoritesi hâkim.  Kişilerin bireyselliği yok, çünkü anlatılan toplumda birey önemli değil. Tüm toplumu kapsayan ve padişahtan başlayan hiyerarşik otorite düzeninde gelenekler baba yoluyla çocukların hayatına yön veriyor.

  1. Her devir romanlarında aile düzeni ile ilgili olarak kadın ahlâkı önemli konu. Ahlâksız

kadın düzeni bozan, aileyi yıkan önemli etkenlerden biri.

  1. 1920’lerde yazılan romanlarda ise güçlü kadın tip ortaya çıkıyor. Bir erkek gibi sport-

men, tahsilli kadın, çalışıp para kazanarak evini geçindiriyor. 1920-1940’larda romanlarda erkek gibi sportmen oluşu göze çarpıyor. 1940’lardan sonra ise beden aşılıyor; sadece tahsili, çalışan kadın oluşu vurgulanıyor.

  1. Romanların birkaç tanesinde üvey anne sorunu işleniyor. Görülüyor ki, üvey anne her

zaman çocuklar için sorun oluyor.

  1. Alafranga hayatın özellikle kızları etkilediği, ahlâkını bozduğu, bu kızların sonunda

düştükleri ve ailelerinden koptukları gösteriliyor. Bu kızların çoğunun yabancı okullarda okudukları gözleniyor. Bu tip alafranga modasının İstanbul’da 1920’ler, 1930’larda iyice yaygınlaştığı gözleniyor. Yakup Kadri’nin “Kiralık Konak” romanında İstanbul’un belirli çevrelerinin  -Şişli, Nişantaşı sosyetesi ve Beyoğlu çevreleri- yozlaşmışlığı anlatılıyor. Cinsel ahlâksızlıklar sergileniyor. Aile tamamen çökmüş. Sadece eğlence ve sefahat hayatı var. Herkes sevgili değiştiriyor. Kocaları veya babaları batılılara iş yapmakta olan kadınlar batılılara peşkeş çekiliyor. Ahlâki değerleri ve toplum düzenini koruyan ailenin yokluğu, romanda bu değerlerin ve düzenin yokluğunun altı çizilmiş oluyor. “Sodom ve Gomore”de de ailenin önemini yitirmesiyle ahlaksız, yozlaşmış yaşamın artığı görülüyor. Modernleşen ailelerde baba otoritesinin ve aile düzeninin kaybolması ile gençlerin kötü yola düşüşü paralel görülüyor. Fakat Yakup Kadri eski aileyi savunmuyor, fazla otoriter geleneksel aile düzeninin de gençlerin mutsuz olduklarını anlatıyor. Özellikle kızların yanlış adımlar atarak ailelerinden tamamen koptukları görülüyor. Yakup Kadri, toplumdaki ahlaki çöküşü, kişilerin yozlaşması, ailenin önemini yitirmesiyle birlikte anlatıyor.

  1. Romanlarda miras kavgası işleniyor.

 

Ziya Gökalp’e göre, “Fransız Naturalizmi, incelemelerinde şahsiyet psikolojisine yer vermeyip yalnızca psikolojiye dayanması, onu geçersiz kılmış, Türk edebiyatı da bu sağlıksız akımı takip edince onu okuyan gençler de “ferdiyetçilik” (biyolojik içgüdüleri tatminle kişisel çıkarcılık) yönelişi görülmeye başlamıştır. Oysa Şinasi ve Namık Kemal çağının edebiyatı, yetiştirdiği gençlere “şahsiyetçilik” (toplum çıkarını kişisel çıkardan üstün görme) yönelişini sağlamıştı.

 

 

Ailenin Önemi

   

“Aile toplumsal yaşamın çekirdeğini oluşturur. Ancak bu çekirdeği oluştururken, yayılarak sivil toplumun temelini de oluşturur. Çünkü aile tek başına bir bireyin tüm karşılamadığı gibi, varoluşunu da koruyamaz. Bu yüzden ailenin görevlerinden biri de, bireyi toplumsal yaşama hazırlamak, toplumsal yaşamda karşılayacağı güçlükleri korkmadan göğüslemesini sağlamaktır. Bu bağlamda birey, sadece ahlâki ve sosyal bir topluluğun üyesi olarak somutluluk kazanır. Birey açısından bakılınca, insanın ilk dünyası ailedir. İnsan bir topluluğun ilkelerine saygı duyarak yaşama disiplinini, yani köklerini aile içinde bulur. Birey için örgütlü bir sosyal yaşamın ilk kavranışı aile içinde olmakta, buradan da topluma geçilmektedir. Bu bakımdan aile sivil toplumun temelidir ve devletin kuruluşu da köklerini aile içinde bulur.”   (Ailenin Serencamı)

 

1963’te İhsan Şükrü Aksel öncülüğünde, Özcan Köknel’in de içinde bulunduğu “Ana-baba Okulu” adıyla girişim başlatılmış, ancak üç yıl sürebilmiş. 1980’li yıllarda Haluk Yavuzer ve Özcan Köknel’in çabalarıyla proje yeniden işlerlik kazanmış, Anadolu’nu birçok şehrinde söyleşiler düzenlenmiş. Devlet eliyle “Ana-baba Okulu” açılması gündeme getirilmiş ama ne yazık ki olumlu bir sonuç alınamamış. Psikolog Doğan Cüceloğlu’na göre belediyeler de aile ile ilgili çalışmalar yapabilir. (Geliştiren Anne-Baba, Remzi kitabevi)

2004 yılında TESEV (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı) tarafından yirmi yedi üniversiteden iki bin iki yüz öğrenci üzerinde yapılan “Üniversite Gençliği değerleri: korkular ve Umutlar” adlı araştırmada gençlerin sahip olduğu değerlerin oluşumunda eğitim kurumlarından çok aile ve yaşanılan bölgenin etkili olduğu tespit edilmiştir.

Boğaziçi Üniversitesi ve Açık Toplum Enstitüsü’nün desteğiyle gerçekleştirilen “Türkiye’de Muhafazakârlık” araştırmasında ailenin en çok muhafaza edilmesi kurum olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Araştırmada geleneklerin ailede öğrenildiği belirlenmiştir ve bu yüzden aile kritik öneme sahiptir.

 

 

Ailenin Anatomisi

           

Morgan’ın sınıflandırmasında, ailenin ilk aşaması olan kandaş ailede, karı-koca gurupları, kuşaklara göre ayrılmış olup kuşaklar arası evlenme yasaklamıştır.  Bu tür bir ailenin tipik biçimi, bir tek aileden gelme dölden türer, bu döl içindeki her farklı kuşak bireyleri, kendi aralarında kardeş olduklarından ve bu nedenden ötürü de karı-kocadır. İkinci gurup ortaklaşa ailede erkek ve kız kardeşlerin çocuk, torun ve torun-çocukları arasında evlilik yasaklandı. Üçüncü gurup iki-başlı aile gurup evlenmelerine sınırlama getirildi; erkek bir kadınla yaşar, ama gene de çok-karılılık ve uygun fırsatlarda kaçamak yapmak hakkına sahiptir. Ama iktisadi şartlar nedeniyle bu duruma ender rastlanırdı. Ortaklaşa yaşam boyunca kadından kocasına bağlılık istenirdi, kocasını aldatan kadın cezalandırıldı. Evlilik bağı, iki tarafça da kolaylıkla çözülebilir ve çocuklar geçmişte olduğu gibi, yalnızca anaya ait olurlar. Dördüncü gurup tek-eşli aile barbarlığın orta ve yukarı aşamaları arasında sınır oluşturan çağda iki-başlı aileden doğup, uygarlığın belirtisidir. Bu yeni aile tipi ilkin Yunanlılarda görülür. Tek-eşli evlilik eskiden olduğu gibi büyüklerin kararı ile yapılan bir evlilikti, cinsel aşkla ilişkisi yoktu. Engels’in tabiriyle bu evlilik, bu doğal koşullar üzerinde değil, iktisadi koşullar [yani özel mülkiyetin ilkel ve kendiliğinden ortaklaşa mülkiyet üzerindeki yengisi] üzerine kurulmuş bir aile biçimi oldu. Aile içinde erkeğin egemenliği söz konusuydu. Marx &Engels, ilk iş bölümünü, erkekle kadın arasında yapılan işbölümü olarak not etmişler. Buna istinaden Engels, ilk sınıf çatışmasının erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın karı-koca evliliği içinde gelişmesiyle ve ilk sınıf baskısının da dişinin erkek cins tarafından baskıya alınmasıyla düşümdeş görüyor.

 

Kadınların Tabu Olması

Ziya Gökalp’e göre, bunun sebebi manalı bir totem kanının taşıyıcısı olmalarındandır. Aybaşı (regl) ve loğusa anlarında manalı bir kan sızdığı için özellikle bu zamanlarda kadınların tabuluğu üst düzeye ulaşır.

İlkel toplumlarda genç kız, ergenliğin ilk belirtilerini gösterdiğinde derhal klânın diğer üyelerinden ve bunların kullandıkları her türlü eşyadan uzaklaşır. Hatta diğer insanların bastığı toprağa dokunması, güneşin ışıklarından uzak tutulması diğer insanlara toprak aracılığıyla yayılarak onları çarpacağı inancıyla zorunluluk addedermiş. Bu sebeple genç kız altına ot döşenmiş güneş görmez bir kulübeye hapsedilir ve yanına yalnız regliden kesilmiş bir kadının girmesine izin verilirmiş. Yemek kapları tenceresi ayrı olup, yemeği bu kadın tarafından verilirmiş. Kadının bu kapanışı sadece ergenlik çağına da özgü olmayıp kadın, her ay regl anında ayrı yaşamaya, başkalarının dokunacağı eşyaya dokunmamaya, başkalarının yiyeceği kaplardan yememeye mecbur edilirmiş.

Kadınların regl ve lohusalık zamanların tabu olmasından, diğer zamanlara da ait olmak üzere birtakım kurallar meydana gelmesiyle bunlardan şöyle sonuçlar ortaya çıkmış:

  1. Aynı klân içinde olan erkek ve kadınların evlenmeleri yasaklanmış. Bir erkek kendi

klânından bir kadınla evlenir veya münasebette bulunursa kötülük yapmış sayılarak idam edilir. Kadın ise öldürülür ya da büyük cezalara uğratılır. Bir klânın erkekleri ancak başka klânın kadınlarıyla evlenebilir. Bu klânın erkekleri ile kadınlarını gizli evlenmelerinin yasaklanmasına dışarıdan evlenme (exogomie) adı verilir.

  1. Toplumda erkek ve kadınların birçok konularda birbirinden ayrılması sosyal ikilik o-

luşmasına sebep olmuş. Örneğin ilkel toplumlarda kadın ve erkeklerin aynı sofrada ya da birbirinin karşısında yemek yiyemezlerdi. Hatta kadınların ve erkeklerin gıdaları bile ayrılırmış. Görevleri de kadına ve erkeğe özgü olmak üzere ayrılırmış. Kadınlar özgü görevler erkeklere, erkeklere özgü görevlere kadınlara yasak!  Mesela Nikorava’da çarşı işi kadınlara verilirken şayet erkek çarşıya giderse dayak erkek. Aynı şekilde kadın da ineklere ve kayıklara dokunamaz. Eğlenceler de kadına ve erkeğe özgü olmak üzere ayrılıp, birbirlerinin eğlencelerine katılmaları yasaklanırmış… Bunun gibi ayrımcılıklar…

  1. Tabunun üçüncü sonucu ayıp yerleri kapama ve gizlemedir. Kadında tabu olan başlan-

gıçta kanlı görünüşlerinin kaynağı olan organdır. Bunun içindir ki, ilk kez olarak bu organ regl ve lohusalık zamanlarında örtülür. İlk örtünme ihtiyacı da, bu kanın görülmesinden ve çevreye dokunmasının yasaklaması yoluyla yaygınlaştığından, kadın üreme organından erkek üreme organına yayılıp erkeğin de erkeğin de ayıp yerinin örtülmesi gereği oluşmuştur. Zamanla kadının bütünüyle örtünmesi, erkeğinse bugünkü giyim şekli ortaya çıkmıştır.

 

Ziya Gökalp’e göre, İslâmiyet’in başlangıcında göre, peçenin şekli şimdiki başörtüsünden ibaretti. Bugünkü çarşafın pelerini peçe yerini tutabilir. Bu devirde ne peçe, ne yaşmak gibi örtüler, ne de haremlik selamlık daireleri vardı. Aterkil ailelerin sonuçları olan bir adetler, İranlılardan ve Rumlardan geçmişti. Köy ve boylardaki kadınlar, yalnız başörtüsü örtmeyi yeterli gördü. İslamiyet’in emrettiği kapanma, köylerde ve boylarda kullanılan başörtüsünden ibaretti. Büyükşehirlerde bu tür kapanma ile yeterli görülerek yeldirme ve başörtüsü veya çarşaf ve pelerin ile yetinilmeye başlandı. Ancak aşırılığı benimseyerek yüzünü ve ellerini göstermeyen haremde itikâf hayatı yaşayan gelenekçi kadınların amaçları Ziya Gökalp’in tabiriyle “cinsel ahlâkla olgunluk” olduğu için de yine büyük saygı görmüşler. Benimsedikleri u dindarlık kuralları temelde yabancı kültürlerden alınmış olsa da ahlâki bir kurala ve vicdani kanaate dayandığından saygı ile karşılanması gerektiğini söylüyor Ziya Gökalp. Ve bu saygıdeğer kadınların ilim ve sanat öğrenimi yapmak, geçimlerini çalışarak kazanmak, milleti için mesleki ve vatani görevleri yerine getirirken sosyal ortamda çalışmak zorunda olan kadınların kendileri gibi giyinmelerini ve ibadet etmelerini istememeleri gerektiğini savunuyor. Gökalp’e göre kapanma, din emri veya ahlâk emri olmaktan çok ahlâk konusudur. Ancak her iki kesimin de birbirine saygı göstererek birbirlerine gereksiz eleştirilerde bulunmamaları gerektiğini söylüyor. Gökalp’e göre, bir toplumda kadının büyük haklara sahip olması, bir yandan o toplumda aşağı sosyal tabakaların bulunmasıyla, diğer yönden de kadınların sosyal ve ekonomik işlere katılmasıyla mümkündür. Toplum feodalizmden kurtulup demokrasiye doğru ilerledikçe, kadınlar daha fazla haklara erişerek sosyal işbölümünde sahip oldukları oranda hukukları yükselir. Bu anlamda Ziya Gökap’in örneği “Türkmen Kadını”.

Ziya Gökalp’e göre İslam ailesi Arap ailesinden birtakım unsurlar girdikten sonra acıklı duruma düşmüş. İslam’ın özünün, “Müslümanların eşitlik ve kardeşliği” olduğunu söylüyor. Ona göre Türklerin görevi, “asri medeniyetin aklı ve ilmiyle donanmış halde bir Türk-İslam harsı (kültürü) yaratmaya çalışmak” olmalıdır. Harsı (öz kültür), milletin içten gelen ortak duygu ve düşünceleri olarak tanımlamaktadır. Milletin öz kültürü, esası dini, ahlaki ve güzellik heyecanları olduğundan yalnız kendine özgüdür. Milletin sahip olduğu medeniyet ise kendine özgü değildir. Gökalp’e göre bunun nedeni, medeniyetin pozitif bilimlerden, yöntemlerden meydana gelmesi ve bunların bir milletten diğerine geçmesidir. Gökalp, Tanzimat hareketini İran medeniyetinden, Avrupa medeniyetine geçiş olarak görmektedir. Medeniyeti “insanlığın ortak malı” olarak gören Ziya Gökalp yalnızca Avrupa’dan medeniyet dersleri almaları gerekirken, medeniyetten başka öz kültür olduğunu bilmediklerinden kültürün köklü kaynaklarına yaymak istemelerini Tanzimatçıların büyük yanlışı olarak değerlendiriyor. Batı taklitçiliğine karşıdır. “Yeni medeniyetin ve hukukun, ancak milletin öz benliğine girerek orada bütünüyle benimsendikten sonra milli duyguların değiştirilebileceğini” savunuyor.

Gökalp’e göre,“karşılıklı erdemlik” ve “feminizm” Avrupa medeniyetini aile konusunda karakterize eden iki unsur. Birinci durum olarak değerlendirdiği feminizm erkeğe karşı imtiyaz ve üstünlük göstermek olduğunu söylüyor. İkinci durumda ise, “bunun aksine kadının hukuk açısından erkeğe eşit olmasıdır.” Türkiye’de birinci durumun feminizm zannedildiğini, gerçek feminizmin hukuki özellik taşıdığının henüz anlaşılmadığını söylüyor. Ve feminizmi şöyle tanımlıyor, “Feminizm, kadının aile hukukunda, meslek ve vatandaşlık hukukunda erkeğe eşit olması demektir. Feminizm, kadının erkeğe eşit olması, erkeğe benzemesi demektir.” Gökalp’e göre, kadın erkek kadar şahsiyet sahibi olmaya çalışmalı, fakat erkek gibi benliğine esir olmamalıdır. Ona göre, kadın, erkeğe vatandaşlık ve meslek ahlakı yönünden benzemelidir. Ancak, fiziksel tutkularında aşırı olan erkeği cinsel ahlâk ve aile ahlâkı yönüyle kadının altında görüyor ve bu alanlarda kadının erkeğe benzemek yerine, onu kendisine benzetmeye çalışması gerektiğini söylemektedir. Kadınlarla ilgili bu eşitlik ilkesinin de kadını vatandaşlık ve meslek görevlerine çağırırken, aileye ait görevlerini unutmamaları gerektiğini söyler. Kadının eğitilmesinden ve çalışmasından yana olduğunu, “Meslek Kadını” adlı şiirinde dile getirmektedir:

 

“Kadın çalışmazsa fikri yükselmez,

            Tabii o zaman size denk gelmez;

                                   Diyorsunuz onun eksiktir aklı,

                                   Artırmak istiyor, değil mi haklı?

            Kadın yükselmezse alçalır vatan,

            Samimi olamaz onsuz bir irfan”

 

 

           

            Aileye verdiği önemi ve kadının ailedeki yerinin önemini “Aile” adlı şiirinde dile getiriyor:

 

“Ailedir bu milletin esası,

            Kadın tamam olmadıkça eksik kalır bu hayat…

            Ailenin adle uygun olmak için binası

            Nikâh, talâk, miras: Bu üç işte gerek müsavat.

 

            Bir kız irste yarım erkek, izdivaçta dörtte bir

            Bulundukça ne aile, ne memleket yükselir…”

 

Ziya Gökalp aileyi, “birbirine akrabalık bağı ile bağlı olan fertlerin toplamı demektir” şeklinde tanımlamaktadır.

 

“Kadın” şiirinde de şöyle diyor:

 

“Cemiyetin üç rüknü var, birincisi aile

Bu diyanet yuvasını kuran sensin, kadındır.

            Medeniyet bayrağını sensin alan ilk ele,

            Altun harfle yazılacak olan sensin adındır.”

 

Ziya Gökalp’e göre, Türk ailesi ne Fransız ailesinin, ne İngiliz ailesinin, ne de Alman ailesinin eşi olmayacaktır. Türk kadını da çağdaş yükselişlerden faydalanacak, birtakım yücelikleri elde edecek fakat Fransız, Alman, İngiliz kadının taslağı olmayacaktır. Ona göre, bu taslakları reddettikçe, sosyal gelişim normal bir şekilde gelişecek ve milli aile ve orijinal bir Türk kadınlığı sunacaktır.

 

Evlilik

           

Kadın ve erkek arasında, yaşamlarını birlikte sürdürmelerini sağlayan ve temel amacı aile kurmak olan toplumsal bir sözleşmedir. Durheim’e göre, “ruhların ve iki bedenin birleşip kaynaşması”. Anthony Giddens ise evliliği, “iki yetişkin arasında toplum tarafından onaylanan bir cinsel birlik” olarak tanımlamaktadır.

Lucy Garnett evlilikle ilgili şunları söylemiştir: “Türkiye’de evlilik dini bir merasim değildir.  İmam nezaket icabı davet edilir. İmzalanan kontratın iki şahit bulunmadığı sürece geçerliliği yoktur.”

Osmanlı’da evlilik kadının rızası alınmadan gerçekleşmez, nikâh sırasında kadının babası, kardeşi ya da yakınlarından biri vekil bulunurdu. Yaşı küçük olanlar babaları evlendirip reşit olduklarında evliliği istemez ise mahkeme bu evliliği geçersiz sayabilirdi. Buna örnek olarak; “Ayşe bint Mustafa Paşa. Belli bir yaşa geldim. (buluğ ve akıl baliğ olarak) Amcam Mahmut’un nikâhını kıydığı evliliği kabul etmiyorum. Bu nikâhı feshediyorum. Emir Ali bin Hamdi’yi vekilim tayin ediyorum. (2041–2: 12 Cumadi I 1027)  Ali kabul etti. Eğer kadının onu evlendirmek için akrabası yoksa Kadı hem veli hem de vekil olarak bu görevi yerine getirirdi.” (Çimen, s: 240)

Evlilik cemaatin tasdik ettiği fiili beraberliktir. İmam nikâhı bir ritüeldir. Şer’iyye sicillerinde kadının talebi ile boşanma davaları vardır. Genellikle evlilik kaydı ve nikâh akdine rastlanmaz. Ahalinin şahitlik ve kabulü kâfidir.

Önceleri geline kalın (ağırlık) verilirdi. İslamiyet bunun yerine mehr’i getirdi. Mehr daha öncede bahsettiğimiz üzere, erkeğin kadına verdiği para ya da onun yerine tutacak mülk. İki kısımda ödenirdi; nikâh öncesi verilen miktara mehri muaccel, nikâh sırasında verilen miktara ise mehri müeccel denir. Verilen para veya mülk ileride anlaşmazlığa sebep olmamak için mahkeme kayıtlarına geçirilirdi. Örneğin Konya Şer’iye sicilinin No 1, sayfa 38’deki kayıt:

-“Salime bin İbrahim ile Mehmet bin Pir Ahmet’in nikâhları mehr’i muaccel olarak iki bin akçe ve mehr’i müeccel olarak iki bin akçe kaydıyla kabul edilmiştir.”

Mehr, İslam’ın temel özelliklerinden birin olup damadın ailesinin evlilik akdi sırasında geline yaptığı ödeme olan mehr, bir tür çeyizdi. Hukuki açıdan bakıldığında ise, evliliğin ön koşulu değildi. Mehr aileye değil, kadına verilip, kadın istediği gibi tasarruf hakkına sahipti. Miktar nikâhta belirtilmediği takdirde kadın mahkemeye başvurarak uygun miktarın belirlenmesini talep edebilirdi. Duben ve Behar, mehr fiyatlarını incelediklerinde, fiyatların sabit ve enflasyonun ılımlı olduğu bu dönemde mehrin evliliği engelleyici olmadığı sonucuna ulaşmışlar.

Osmanlı’da hane hem üretim hem de tüketim birimiydi. Yeni evlenen çiftin ikameti erkeğin babasının evine oturma sitemine [patrivirilocal] dayanıyordu. Yani evlilik, kadının erkeğin evine gitmesiyle olurdu. Yeni bir ailenin oluşması, meşru cinsel ilişkinin ve biyolojik üremenin başlaması demekti. Otoritenin sahibi hanedeki en yaşlı erkekti ve miras onun ölümüne dek bölüşülmediğinden çiftin üretim faktörleri üzerinde denetim hakkı yoktu. Esas olan evlilik değil ölümdü. Miras paylaşılan dek üç kuşak birada yaşıyordu. Babanın ölümüyle, mirasın geleneksel kurallara göre bölüşülmesiyle hane dağılıyordu. Hanenin dağılmasıyla oluşacak yeni haneler, en azından ilk oğul evlenesiye kadar yapısal olarak çekirdek veya bir süreliğine geniş hane niteliğinde ve nispeten küçük olacaktı. Evlilik yaşı kadınlarda 14 ile 18, erkeklerde 20-22 arasındaydı. Erkeğin kendi geçimini sağlaması gerekmediğinden erkeklerin genç yaşta evlenmeleri o dönem için mantıklı bir seçenek olarak görülüyordu. Baba otoritesine itaat söz konusuydu ve kişinin çocukları üzerindeki hakları bile, hanedeki en yaşlı erkek ve kadının otoritesine tabiydi. Torunlarını sevmek, onlarla oynamak hakkı yaşlılara ait olduğundan, gençler anne babalarının yanında çocuklarını sevmeye utanırlardı.

Duben ve İlber Ortaylı’nın ortak görüşüne göre, Osmanlı’da yaygın kanaatin aksine evlilikler çokeşli değil, tek eşli idi. Osmanlı aydınları da çokeşliliğe karşı mücadele etmişlerdir. XIV. yüzyıl sonunda buradan geçene Alman gezgin Salomon Schweiggger: “çokkarılılık yoktur. Herhalde bu işi denemiş, dert ve masrafa neden olduğunu anlayıp vazgeçmişler…” demiş.

Oranlara bakılacak olursa; İstanbul’da evli erkeklerin sadece %2,29’unun birden fazla karısı vardı; çokeşli erkeklerin oranının 1885 sayımında  %2,51, 1907’de ise %2,16 olduğu görülmektedir.

1925 Şubat’ında Vakit Gazetesi okuyucularına, Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nde tartışılmakta olan Hukuk-i Aile Kararnamesi’nin çokeşliliğe ilişkin maddelerini konu alan şu soruları yöneltmiş:

  • Çokeşlilik yasaklamalı?
  • İlk eşin çocuk sahibi olamaması durumunda çokeşliliğe izin verilmeli mi?
  • Çokeşlilik nüfusun artışı için bir yol olarak değerlendirilebilir mi?
  • İstanbul ve taşra çokeşlilik konusunda farklı hukuk sistemlerine tabi kılınabilir mi?

 

İlk soruya verilen cevapların üçte ikisi çokeşliliğe karşıydı. Ancak ikinci soruya verilen cevaplar enteresan! Cevapların üçte biri çokeşlilik için istisna kabul etmezken, üçte ikisinden fazlası, kadının kısır olması durumunda ve durumun muayene tespitinden sonra erkeğin ikinci kadınla evlenmesini kabul ediyorlardı… İlk iki soruya verilen cevaplara göre Alan Duben ve Cem Behar’ın değerlendirmeleri şöyle: “Prensipte karşı olunmakla birlikte, meşru bir nedene dayandığı durumlarda çokeşliliğin kabulü.”

 

Cumhuriyetin ilerleyen yıllarında köylerde aileler çocuk sahibi olamadığı için kocasının ikinci kadınla evlenmesine izin veren kadınlar vardı, var. Zaten çocuğun olmaması, kadından kaynaklı olmasa da romanlarda da gördüğümüz üzere önce kadında kusur aranıyor, kadın da kendi kusur olmadığını bilse de bunun acısını çeken kadın oluyor.

1908’den önce Osmanlı İmparatorluğu’nu gezen bir Amerika gazeteci şöyle diyor:

-“Türkiye’de çokeşlilik genel olarak sanılandan daha az yaygın; Kur’an erkeklre dört kadın alma hakkı veriyor… Ancak çokeşlilik pahalı bir kurum… Bir Türk erkeği, için sadece ilk kadının çocuğu yoksa yaygın… Ve bir Türk erkeği ancak çocuk sahibi olma isteği çok güçlüyse bu masrafa girişecek ve evinin huzurunu tehlikeye atacaktır.”

Alan Duben ve Cem Behar araştırmalarında meseleyle ilgili olarak, “Osmanlı başkentindeki çokeşlilik olgusunun belirleyicilerinin refah ve din olduğunu söyleyebilir miyiz?”sorusunu soruyorlar. Onlara göre, veriler yeterli olmadığı için bu soruya cevap vermek mümkün değil!

 

 

Yukarıda bahsetmiştim Osmanlı’dan mahallenin önemli olduğundan. Mahalle insanların birliği, hem dini, kültürel hem de mali ve idari birim olarak değerlendirilirdi. Toplumun temelli mahalleli aileydi.

Mahalleler toplumsal ve ekonomik hayatın merkeziydi. 19. yüzyıla kadar şehre ilişkin idare işler kadılar tarafından yürütülürdü. Kadının otoritesi, mahallede imam, papaz ve haham tarafından temsil edilmekteydi. Devlet tarafından belirlenen vergiyi mahalle sakinlerinden tahsil etmek din görevlilerinin en önemli göreviydi. Ayrıca, din görevlileri mahallede oturan her bir insanın kefili durumundaydılar. Örneğin mahalleye yerleştirmek isteyen biri imamın onayını almak ve borçlarını ödeyebilecek durumda olduğunu ispatlamak zorundaydı.

Tanzimat dönemi reformlarıyla birlikte yerel yönetim yetkilerinin cemaat liderlerinden alınmasıyla yerel şehir yönetiminin sorumluları olan din görevlileri iktidarlarını ve sorumluluklarını kaybettiler. Ama yine mahalleler şehir örgüsünün taşları olarak kaldı. İlk mahalle muhtarlarının 1827’den sonra atanmasıyla dini liderlerin sahip olduğu imtiyazlar muhtarlara geçmiştir.

Özellikle 1920 ve 1930’larda giderek artan modern apartmanlar, geleneksel mahalle hayatını reddedenlerin ihtiyaçlarına cevap veriyordu. 19. yüzyılın sonlarında evlerdeki en büyük çatışma, yaşlı neslin eski, geleneksel ve yaygın Osmanlı-İslam değerlerine karşı gençlerin Batılı olan her şeye duydukları yakınlıktan doğuyordu.

Yakup Kadri’nin romanlarında alafranga eleştirisinden yukarıda bahsetmiştim. Bu alafranga/alaturka ikilemi üzerine Ahmet Hamdi Tanpınar da şöyle der, “Sonra iki sofra, alafranga ve alaturka sofralar, genişlemiş, büyümüş, hayatımızı parçalıyor.”

Alan Duben’e göre,  Kırım Harbi’nden 1930’lu yılların sonuna kadar geçen dönemde İstanbul aileleri kapsamlı bir Batılılaşma hareketine girmişlerdi.

 

Server Tanilli’den uzunca bir alıntıyla batılılaşmayla ortaya çıkan sorunları göstermeye çalışacağım:

-“Batı’nın etkisine girmiş Doğu toplumlarını inceleyen bir Fransız sosyoloğu şu çözümlemeyi yapıyor: “Bütün kültürler, zaman akışı içinde bazı değişmelere uğrarlar. Başka kültürlerle temasın ve toplumlardaki doğal gelişmenin sonucunda ortaya çıkan yeni görüşler, toplumun temel yargılarının çerçevesinde kalmak koşuluyla onun kültürünü etkiler. Toplum, temeliyle çelişmeyen görüşleri zaman içinde benimseyebilirken, çelişenleri reddeder. Bu seçme hakkı yitirilmediği sürece, kültür, dengesini ve benliğimi korur. Seçme hakkının ortadan kalktığı durumlarda ise (yeni sömürgecilik, vb) temel değerler değişebilir ve yaşamsal kurallar sarsılabilir. Bu gelişme sonucunda kültür yıkılır, parçalanır ve kültürsüzleşme (décultutaration) dediğimiz durum ortaya çıkar.”

Türkiye, 200 yıldan beri, işte bu anlamda bir kültürsüzleşme sürecinin içindedir.”

 

Server Tanilli’ye göre, Türk tarihinin belli başlı dört kültür evresi var. Bunlardan dördüncüsü, Batılılaşma isteği ve bu yoldaki denemeler, geçirdiğimiz değişim evrelerinin son halkasıdır. Ve Batılılaşma evresini şöyle izah ediyor:

-“… 19. Yüzyılda “Batılılaşma hareketi”nin başladığı bir yüzyıldır. Türkiye’nin yalnız iktisadi, sosyal ve siyasal yaşamı bakımından değil, aynı zamanda kültürel yaşamı bakımından da önemli sonuçları doğuran bir hareketidir bu.

Nedir bu Batılılaşma hareketi?

Ve niçin 19. yüzyılda ortaya çıkar?

Batılılaşma hareketi, 1800’lerde III. Selim ve II. Mahmud dönemlerinde başlatılan, ilk kez Gülhane Hatt-ı Hümayun (1839) ile hukuksal bir biçim kazanan ve günümüze değin süren bir olgudur.

Tarihimizde, 1800’lerden önce, örneğin Kanunî döneminde Batılılaşma diye bir sorun yoktur. Ama, 19. yüzyılda vardır.

Niçin?

Osmanlı, Batı karşısında ilk yenilgilerinde Batı’ya ilgi duymaya başlamışlardır. Ancak, Batılılaşmanın ortaya çıkışında ilgiden çok, Batı kapitalizmin gelişmesi ve kendi ulusal sınırlarını aşarak Osmanlı İmparatorluğu’na karşı tezgâhladığı girişimlerde aramak tarihsel gerçeklere daha uygundur.

Böylece, Batılılaşma ile, Türkiye’de kapitalizmin bir iktisadi sistem olarak girişi arasında bir koşutluk olduğu açıktır.

Ne var ki, Osmanlı İmparatorluğu, bir burjuva sınıfı yaratarak kapitalizme geçme konusunda, zaman bakımından da geç kalmıştı. Kesin ıslahat hareketlerine girişildiği dönemde, yani 19. yüzyılda, kapitalizm, kendisini ortak kabul etmeyecek ölçüde güçlenmişti çünkü.  Böylece Türkiye’de, Batı kapitalizmiyle işbirliği yapabilecek derme çatma bir ticaret burjuvazisinin doğup gelişmesine izin verilebilirdi ancak. Doğuşunda “ulusal” olmayan bu sınıf, “dışarıya bağımlı” olarak kalacaktır.

Gelişen kapitalizm de böyle oldu.

Yönetici kadronun belli bir kesimi ile birkaç iyi niyetli aydın, Batı kurumları topluma aktarılınca geriliğin üstesinden gelinebileceğine ve böylece çökmekte olan imparatorluğun kurtulabileceğine inanmışlardı. Ne var ki, Batılılaşma hareketinin itici gücünü, Osmanlı egemen güçleriyle, Batı kapitalizminin kendisi oluşturmuştur: Osmanlı toplumunda artık ürünü ele geçiren kesimle, Batı’nın istekleri bu dönemde birbirine uygun düşüyordu. Öyle olunca da, hiç çekinmeden, tam bir liberal uygulamaya geçilir ve Batı kurumlarını topluma aktarma da “reform” diye halka sunulur.

Ancak, bizdeki Batılılaşma hareketi, aşağıdan gelmez. İç dinamiğin, giderek halk kitlelerinden gelen istemlerin ortaya çıkardığı bir harekettir bu. Tersine, egemen sınıf ve zümrelerin kendi iktidarlarını uzatmak için giriştikleri; böylece, yığınların yararına herhangi bir yapı değişimini içermeyen yalınkat bir hareket olarak kalır. Hareketin iktisadi, sosyal ve siyasal alandaki bu yalıtkanlığı, düşünce akımlarında, daha genel deyimle, kültürde apaçık görülür. Son olarak, Batılılaşma, ekonomik ve sosyal açıdan etkinlik taşıyan bir hareket değildir; ne toplumun temellerine ne de halkın yaşamına işlemiştir.

(…) 1838’de İngilizlerle imzalanan Ticaret Antlaşması’nın açtığı, daha sonra çeşitli “reform”larla gelişen çığır, imparatorluğu sonunda Batı kapitalizminin “yarı-sömürgesi” durumuna düşürür. Bu anlamda, Batılılaşma ile Osmanlıların yarı-sömürgeleşmeleri arasında bir koşutluk vardır.

Ve yalnızca kötü bir rastlantı değildir de bu.

(…) Batıcılık halka ters düşecek ve toplum, iki yüz yıla yakın bir süredir devam eden bu ikileşmenin içine itilecekti.

Bu ikileşmenin sosyal yaşamdaki görüşünü, İsmail Cem güzel ifade etmiş: “Batılılaşmaya yönelenlerin ilk yapacakları, üzerinde iğreti duracak bir Avrupai görünüşe bürünmektir. Uzun süre Batılılaşma, cümleler arasına sıkıştırılan ve çoklukla yanlış kullanılan üç beş Fransızca sözcükte ifadesini bulacak; Türkiye’nin koşullarıyla ve halkla alay edermişçesine sürdürülen israfçı bir yaşantı önce eski İstanbul’un “Cercle” lerinde, sonra Cumhuriyetin Ankara’sının “Palas”larında, giderek modern İstanbul’un “Kulüp”lerinde yeni kültürün nişanesi olarak belirecektir. Batı kültürünün üstün nitelikleri olan araştırıcılık, yaratıcılık, hoşgörülülük gibi özelliklerin bizim yerli Batılılarca benimsenmesi boş yere beklenecektir.”

 

(…) Batı, her zaman yaptığımız işin ölçüsüdür. “Doğrunun araştırılması” , yerini “Batıya uygunluğa” bırakmıştır. Hiçbir gerçek felsefi gereksinmenin karşılığı olmayan ve sadece bu taklitçilikle şu ya da bu düşünceyi Türkiye’de tanıtmakla yetinmek, yani “fikir ittihatçılığı” yapmak bizim kültür yaşamımızın temel özelliklerinden biridir. Öyle olduğu içindir ki, Batılılaşma hareketi içinde gerçek bir felsefe okulundan ve “filozof”tan bahsedilemez. Ancak, Osmanlı toplumunun eski ideolojik yapısının yerine konmak yerine, Batı’dan aktarılmış ve sadece günümüz gereksinimlerine yanıt verir ve yalınkat düşünceler ileri süren “ideologlar”dan ya da dayanıksız bir fantezilerden bahsedilebilir.

Bu süreç içinde, belli bir “aydın tipi” çıkar.

Selahattin Hilav’ın deyimiyle, “iki dünya arasında kalmış; eski dünyasını kaybetmiş; ama yeni dünyasına henüz ulaşamamış” bir aydın tipidir bu. “Kendi durumunu açıkça göremez; kendi bilincine ulaşmasını sağlayacak şartlar ve birikim henüz ortaya çıkmamıştır. Taklit ve ‘kendini şu ya da bu sanma’ ile tatmin olur; düşüncesini derinleştirmeye, köklü eleştirilere yönelmeye,  kendini aşmaya ihtiyaç duymaz. Batı’dan Le Play’in ‘sosyal bilimler’ metodunu ya da Durheim’in sosyolojisini getirmekle, her derde deva bulacağını sanır. (…) Kısacası, bu aydın tipi henüz kendi yalınkat düşüncelerinin ötesine geçememiş, kendisini, içinde yaşadığı toplumu ve bu toplumun öteki toplumlarla olan ilintisine nesnel bir şekilde kavrayamamıştır. Yani ‘kendinin-bilincine’ ulaşamamıştır.”

 

Bu aydın tipine, toplumumuzda, yalnız “Batılılaşma” burjuva çevrelerde rastlanmaz.  Onun bir başka çeşidi, “sol” çevrelerde dolaşır: “Diyalektik materyalizm”e inandığını söylediği ve gerçekten de inandığı halde, “metafizik” yöntemle düşünen ve eyleme kalkan; çok daha başka koşullarda başarıya ulaşmış şu ya da bu “sosyalist devrim” i kuru bir model olarak alıp, her türlü nesnel koşullara göz ardı ederek, Türkiye’de tıpatıp gerçekleştirmek isteyen, taklitçi, ezberci, slogancı, şamatacı bir tip.

“Türkiye solu”nun baş belalarından biri de budur!

Ve halk kitlelerine uzaklık bakımından, bu tiple, “Batılılaşmacı” tip arasında pek büyük fark da yoktur!

 

(…) Batılılaşma iktisadi plandaki “sömürünün üstüne örtmeye yarayan bir şal”dır aslında.

Böylece Tanzimat’la başlatılan üst yapı değerlendirmelerinin toplumu ileri götürür bir niteliğinin bulunmadığını kabul etmek zorundayız…”

 

Bekârlık Vergisi Kanunu

 

Bekârlardan vergi alınmasına dair ilk kanun teklifini Canik Milletvekili Hamdi Bey 19 Ekim 1920’de yapmıştır. Kanun yirmi yaşını doldurmuş olup henüz evlenmemiş olanlardan veya evlenip erkekler boşanmış erkeklerden vergi alınmasını öneriyordu. İkinci kanun, 22 Şubat 1921’de Erzurum Milletvekili Salih Efendi [“Mecburu Teehhül (Evlenme) Hakkındaki Kanun Teklifi”] tarafından meclise sunulmuştur. Dünyanın 1929 Ekonomik buhranı etkisi altında girdiği bir dönemde bu defa Yozgat Milletvekili Süleyman Sırrı Bey tarafından çeşitli tarihlerde güncellenerek dört defa meclise sunulmuş. Süleyman Sırrı Bey, ilk kanun teklifini 18 Mart 1929’da yaptı, 10 Aralık 1931’de teklifini güncelleyerek yeninden meclise sundu.  II. Dünya Savaşı’nın başladığı yıllarda 8 Nisan 1940 ve 14 Ocak 1944 yıllarında olmak üzere kanunun iki kez meclis gündemine getirmiştir.

Sabahattin Ali, 9 Şubat 1944’te Tan Gazetesi’ndeki yazısında şöyle diyordu:

-“Şimdi bekârlar evlenmiyor diye yanı yakılmak ne tuhaf oluyor! Acaba bekârlık vergisi teklif edenlerin, Adliye Vekâleti’nin bu gayrimeşru evlenmeler hakkındaki anketinden ve nesebi sahih olmayan çocuklar meselesinden haberleri yok mu? Halkın büyük bir kısmı birden fazla kadın almaya mecbur oluyor, küçük bir kısmı da hiç evlenmiyorsa bunun sebepleri üzerinde derin derin düşünmek lâzım değil midir? Üç beş maddelik bir kanun hazırlayarak bütün işleri halletmeye kalkmak, memleketin içtimai bünyesindeki karışıklığa, iktisadi münasebetlerdeki sakatlıklara bile bile gözleri yumarak tatlı bir rüya âlemine dalmak değil midir?

Acaba “çok çocuk yetiştirmemiz mi lâzım” diye kaloriferli odalarında, kristal yazı masalarının başında “laf ile dünyaya nizamat” verenler, bu “çok çocukların” halini gördüler mi? (…) Çeşme yalaklarında uyuyan, dilenci şebekeleri tarafından işletilen, akşamüzerleri incecik sesleriyle “En, en, en son havadis” diye bağırarak, koltuklarında yağmur yahut kardan ıslanmış birkaç gazete ile caddelerde koşuşan, vapur iskelelerinde, morarmış ellerindeki ufak mukavva kutuları uzatarak: “Yeni hayat… Hani ya Yeni hayat!” diye yalvarıp sokulan bu çocuklara gösterdiğimiz büyük, insani alakaya dayanarak mı daha çok çocuk istiyoruz? Yoksa Bektaşi’nin çamurdan insan için söylediği gibi: “Rızkını veremeyecek olduktan sonra yap yap koyuver!” prensibini mi ele alacağız?…”

 

 

Bekârlık AKP iktidarında yeniden gündeme gelir. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Engelli Vatandaşların ve Devlet Korumasından Yararlanmış Gençlerin Kamu Kurumlarına Yerleştirilmesi Töreninde yaptığı konuşmasında;

-“Aile kurumu dağıldığında nüfus azalmaya başlıyor. Niye ben üç çocuk diyorum? Bunu dememin sebebi güçlü milletler güçlü ailelerden oluşur. Güçlü aileleri kuracağız ki güçlü millet olalım.

(…) Bakın gençlerimizin evlilik yaşı giderek yukarı çıkıyor. Genç yaşta maalesef evlenmiyor kızlarımız da, erkeklerimiz de. Çoğu 30’u aşkın evleniyor yahut çoğu evde kalıyor, böyle bir şey olur mu ya! Devlet babadan bahsediyor muyuz? Devlet babanın başında şu an Erdoğan var mı? Var. Ben de şu anda tavsiye ediyorum. Hiç evlenmeyenlerin sayısı da artıyor…” (09.01.2020, https:// www.tccb. gov. tr/353/115241/engelli-vatandaslarimizin-ve-devlet-korunmasindan-yararlanmis-genclerimizin-kurumlarina-yerlestirilmesi-toreninde-yaptiklari-konusma)

 

Bu konuşmanın ardından Sabah Gazetesi köşe yazarı Mevlüt Tezel bekârlardan vergi alınmasını önermişti.

 

Tarih Tekerrürden İbaret midir?

Hikmet Kıvılcımlı bunu söyle açıklar: “Antika medeniyetlerinin beş altı bin yıl süren gelişiminde, temel ekonomi, pek az değişikliklerle (Tefeci-Bezirgân) “ikiz kardeşler” adındaki Bezirgân Sermaye (Le Capital Marchand) çerçevesini aşamaz. Onun için, gelmiş geçmiş bütün Antika Medeniyetler, o bezirgân ekonomi üzerinde yıkılıp kuruldukça, tarihin “Tekerrür” ettiği sanılmıştır. Gerçekte tekerrür yok, hareket ve değişme vardır.”

 

            Sonsöz:

Namık Kemal, İbret Gazetesi’den çıkmış 1872 tarihli “Aile” başlıklı yazısında şöyle diyordu:

“Çocuklarımızın terbiyesine daha kendimiz evladımızın hakkını öğrenmemekle mi muvaffak olacağız? Kendi istikbalimizi birkaç kuruşa feda etmekle mi istikbalini hıfz eyleyeceğiz? Kendi hanelerimizden rahatı selbeylemekle mi vatanın rahatına muavenette bulunacağınız?

Bir mülkün evleri bir evin odalarına benzer; her odasında bir nefreti daimiye ve kavgayı rüzumerre cari olan hanelerde rahat mı olur? Mamutiyet mi kalır? Saadet mi husul bulur?”

 

Ziya Gökap’e göre, toplum ve evrenin düzen ve güvenliğini korumak için öncelikle hangi işlerin kutsallığı bozduğunu, hangilerinin tamamladığını bilmek gerekir.

 

 

Kaynaklar:

  • Temel Britannica, cilt 1
  • Özcan Köknel – 2000’li Yılları Algılamak, Altın Kitaplar
  • İlber Ortaylı – Osmanlı Toplumda Aile, Pan Yayıncılık
  • Friedrich Engels – Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Eriş Yayınları
  • Avukat Ziya Gökalp – Aile Hukuku, Ahenk matbaası, İzmir 1947
  • Ahmet Murat Aytaç – Ailenin Serencamı Türkiye’de Modern Aile Fikrinin Oluşması, Dipnot Yayınları
  • Makale – Mecelle-i Ahkam-ı Adiyye-i Yürürlüğe Girişi ve Türk Hukuk Tarihi Bakımından Önemi – Cihan Osmanoağaoğlu Karahasanoğlu,
  • Nükhet Esen – Türk Romanında Aile Kurumu, T.C Başbakanlık Aile Danışmanlığı Kurumu, 1991
  • Doktora tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Anabilim Dalı İslam Hukuku Bilim Dalı, Mehmet Gayretli – Tanzimat Sonrasından Cumhuriyet’e Kadar Olan Dönemde Kanunlaştırma Çalışmaları
  • Elif Dursunüs, Kabul Edilme Sürecinde Türk Kanun-i Medenisi, makale
  • Ziya Gökalp – Türk Ahlâkı, Bilgeoğuz
  • Ziya Gökalp – Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, Ötüken Yayınları
  • Latife Kabaklı Çimen – Türk Töresinde Kadın ve Aile, IQ Kültür Sanat Yayıncılık
  • Alan Duben – Kent, Aile Tarih, İletişim Yayınları
  • Alan Duben & Cem Behar – İstanbul Haneleri: Evlilik, Aile ve Doğurganlık 1880-1940i

Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi

  • Server Tanilli – Uygarlık Tarihi, Cumhuriyet Kitapları
  • Sabahattin Ali – Markopaşa Yazıları ve Ötekiler, Yapı Kredi yayınları
  • Hikmet Kıvılcımlı – Tarih, Devrim, Sosyalizm, Derleniş Yayınları

 

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl