Anlattığınız bu düşünsel kırılmaların [kavramların parçalanması, teorinin çözülmesi ve düşüncenin kendi kendini tüketen yapısı] arka planında etkili olan belirli isimlerden söz edebilir miyiz? Nietzsche, Marx, Freud, Durkheim, Saussure, Mauss gibi düşünürlerin bugün sizin açınızdan taşıdığı önem nedir? En fazla yakınlık hissettiğiniz isim kim olurdu?
Yıllar içinde işler elbette değişti. Mauss başlangıçta benim için oldukça önemliydi, ama hiçbir zaman baskın bir etki oluşturmadı. Freud ve Marx herkes için olduğu gibi benim için de önemliydi. Nietzsche ise şahsen benim açımdan, en önemli olmaya devam eden figür; fakat bu, onu açıkça bir referans noktası olarak aldığım ya da sık sık alıntıladığım anlamına gelmiyor. Nietzsche benim için daha çok bir ruh (esprit), bir itki (impulsion) ya da bir ilham kaynağı. Nietzsche burada benim için biraz istisnai bir yerde duruyor. Ama ilham almak için bilhassa yönelmediğim bazı isimler olmadı da değil. Durkheim’i eskiden sosyolojiyle ilgilenirken okurdum. Mauss ise beni çok daha fazla etkiledi. Saussure, evet; ama onun sadece belirli bir yönü, yani anagramlar ilgimi çekti. Genel teorisine gelince, o konuda çok da derin bir aşinalığım olduğunu söyleyemem. Yani sözünü ettiğiniz yazarların çoğu, bir dönem ya da başka bir şekilde üzerimde etkili olmuştur.
Tabii her şeyi düşündüğümde içerik açısından Marx’a da sadık kaldığımı söyleyemem. Fakat “Marksist düşüncenin ölümü” söylemine hiç katılmıyorum; bununla ilgisi yok. Mesele bambaşka bir şey. Yine de bütün bunlar farklı bir düzleme kaymış durumda; eskisi kadar doğrudan bir politik etkisi olmasa da halen kendi başına bir katkı üretmeye devam ediyor.
Nietzsche’nin üzerimde hâlâ metafizik ya da anti-metafizik bir etkisi var. Üstelik söz konusu etki bugün de son derece güncel ve geçerli. Benim için mesele hep şu oldu: Karşımdaki kişiyi, neyin güncel olduğuna göre, duruma göre değerlendiririm; burada elbette gazetecilik anlamında güncellikten söz etmiyorum. Her zaman bir parça sitüasyonist kaldım ve benim açımdan Nietzsche tam anlamıyla bugüne ait bir figürdür. Diğerleri içinse durum farklı; kimisi yavaş yavaş geri planda kalıyor, kimisi tamamen ortadan kayboluyor. Fakat bu açıdan Nietzsche’yle hiçbir zaman bir sorun yaşamadım. Hatta tam da böyle bir sorun olmadığı için ona atıfta bulunma gereği bile duymuyorum. O zaten var ve mesele orada kapanıyor.
Üzerimde etkisi olan başka isimler de var elbette. Sartre bir dönem öyleydi ama bu etki zamanla belirgin biçimde silindi. Roland Barthes ise kendimi gerçekten çok yakın hissettiğim biri; öyle ki onun yaptığı pek çok şeyi sanki ben de yapabilirmişim gibi düşündüğüm olmuştur; elbette yazılarımı onunkiyle birebir kıyaslama niyetinde değilim. Zamanla Canetti gibi yazarlara daha fazla yöneldiğimi görüyorum. Üstelik bu isimler ille de teorisyen ya da filozof olmak zorunda değil.
Dolayısıyla mevzubahis entelektüel ufukta belirli bir düzenlilikten söz edemeyiz. Ama yine de denebilir ki bu çerçevenin merkez üssü Nietzsche’dir; ama bunu bir çekim merkezi ya da doğrudan bir referans noktası anlamında söylemiyorum; daha muğlak, daha belirsiz bir anlamda.
Fransız düşünce dünyasından genç kuşakta beğendiğiniz isimler var mı?
Açıkçası o konuya pek girmek istemiyorum. Yani, hayır, pek yok diyebilirim. Bunu böyle söylediğimde eski kafalı, köşesine çekilmiş biri gibi görüneceğim diye de çekinmiyor değilim. En nihayetinde gelecek kuşak kararını verir. Ben bu durumu bir dönem ters taraftan kendim de yaşadım; Henri Lefebvre örneğinde olduğu gibi. Lefebvre bana çok yardımcı oldu; üniversitede hocamdı vesaire. Beni bir tür öğrencisi, takipçisi olarak gördüğünü sanıyorum. Ama bu da aramızdaki ilişkiyi zamanla bozdu çünkü ben onun öğrencisi değildim. Muhtemelen şöyle düşündü: ‘Tamam, bu genç Baudrillard fena değil, yol alır’ falan. Ama yanıldı. Dolayısıyla yeni kuşak için aynı hatayı yapmak istemiyorum.
Bugün benim için en ilginç kalan şey hâlâ kendi kuşağımdan olanların ya da daha da eskilerin ne yapabileceği düşüncesi; Lyotard, Deleuze ve benzeri isimler. Buna karşılık mesela Serres ve Morin kendi yapmak istediklerini gayet iyi yaptılar, ama bana kalırsa artık eskisi kadar ilgi çekici değiller.
Ama hepimiz, Lyotard gibi isimler de dahil, temelde aynı sorunlarla yüzleşmek zorundayız. Bunların başında da tekrarın tehlikesi geliyor; yani güçlü bir simgesel beslenmenin kalmadığı bir döneme girmiş olmak. Hep aynı şeyi yapmaya devam ediyoruz; bu durum herkes için geçerli, benim için de öyle. Asıl mesele şu ki… bana kalırsa son dönemde ortaya çıkan genç entelektüeller, kendilerini içinde buldukları durumun sıradanlığına fazlasıyla ortak oluyorlar. O durumun tam anlamıyla çağdaşılar. Bizim sorunumuzsa daha farklı. Biz, o ‘altın çağ’a dair hâlâ bir tür nostalji taşıyoruz; çünkü şimdiki zamanı, o eski, coşkulu ve yüce döneme kıyasla daha sönük, daha vasat buluyoruz.
Asıl mesele, devam edip etmeyeceğine karar vermek. Ben de zaman zaman bırakma eğilimindeydim; ‘Tamam, biraz ara veririm, sonra bakarız…’ diye düşündüğüm oldu. İçimdeki Rimbaud’nun sesi belki de. Sanki şunu dile getiriyor: ‘Tamamdır, ben bu işten çekiliyorum. Zorunda değilsin tüm bunları yazmaya, ömrünün sonuna kadar yazmaya.’ Kendimi hiçbir zaman yazar, düşünür ya da edebiyat insanı olarak görmedim ne kurumsal anlamda ne de kişisel olarak.
Şunu söylemeliyim ki bugün içinde yaşadığımız dönem oldukça kaygan, problemli bir dönem. Bu yüzden herhangi bir şeyin değerini ölçmek, ‘bu iyidir’, ‘bu kötüdür’ diyebilmek gerçekten zor. Yapabildiğimiz en fazla, simüle edilmiş yargılarda bulunmak. Neyin özgün, neyin özgün olmadığını bilmekse apayrı bir mesele; o da pek kolay değil. Yine de kötü
anlamda kullanılan ‘simülakrları’ -yani yalnızca yeniden yazım, eski fikirlerin sahte bir biçimde diriltilmesi- ayırt etmek mümkün. Bugün entelektüel alanda dolaşımda olan şeylerin onda dokuzu aslında sadece yan ürün, türev. Fakat bunu böyle açık açık söylediğinizde insan ister istemez kendini pohpohlamış gibi oluyor; o havaya girmeyi sevmem. O yüzden daha fazla uzatmayacağım.
Şunu da eklemek istiyorum tabii: Simülakr veya simülasyonla ilgili temel mesele şu ki böyle şeyler hakkında konuştuğunuzda söylediğiniz şeye ister istemez kendiniz de inanırsınız, doğru olduğunu düşünürsünüz. Ama aynı anda, bunun bir şekilde çürütülmesini de beklersiniz. İnsanın umduğu, gerçekliğin gelip yüzüne çarpmasıdır. Gerçekten haklı çıkmayı da beklemezsiniz aslında; mesele her zaman gerçekliğe bir tür meydan okumaktır, hatta şiddetli bir tepki var etme arzusu vardır. Simülakrların ve simülasyonların her yerde olduğunu keşfetmek -ki gerçekten her yerde olduklarını artık herkes kabul ediyor- beni eskisi gibi endişelendirmiyor. Yani demek istediğim, simülasyon öylesine sıradanlaştı ki gündelik hayatın sıradan bir parçası haline geldi. Ve en ilginç olan da şu ki bir noktada söyledikleriniz gerçekten doğru çıkarsa, çevrenizde her şey onu onaylamaya başlarsa birdenbire konuşacak bir şeyiniz kalmıyor. Söyledikleriniz o kadar olağan, o kadar gerçekliğin bir parçası haline geliyor ki artık söz etmeye bile değmez oluyor. Bir fikrin fazla pratik başarı kazanması aslında o fikri öldürür. Elbette insanlar onu konuşmaya devam eder, edecekler de ama ben kendi adıma yeni bir oyun icat etmek, bambaşka bir şeyden söz etmek istiyorum.
Bakın, burada temel bir sorun var. Zaten röportajlar hakkında konuşurken mesafeli ve biraz da küçümseyici bir tavır takınmamın nedeni de bu. Çünkü röportajlar, fikirleri sanki son sözü söylenmiş, tamamlanmış şeylermiş gibi dondurur; oysa benim niyetim hiçbir zaman bu değildir. Yazılı ya da sözlü ifade ettiğim her şey, aslında hep bir varsayım, bir tür kışkırtma, bir meydan okuma niteliğindedir; üzerine oynanabilecek, tartışmaya açılabilecek şeylerdir. Ve hep, buna köklü bir karşı çıkışın -tıpkı gerçekliğin kendisi gibi geleceğini öngörürüm. Ama gerçeklik tamamen fikirle örtüştüğünde, işte o zaman oyun biter, söyleyecek bir şey kalmaz. Ben şu an tam da böyle bir durumda olduğumu düşünüyorum.
Çeviren: İbrahim Berkan Karataş
Not: İlgili röportajın sadece belirli bir kısmı çevrilmiştir, tamamı değil.
Retrieved from Baudrillard Live: Selected Interviews: “Interview 20: Baudrillard: The Interview,” edited by Mike Gane, 1993, Routledge, pp.203-205.
Bir Cevap Bırakın