Uyumsuzluğun kendisine özgü bir kuralı ve düzensizliği vardır. Sanat belki de bütün bilinen değerleri reddetmek için var olan, ama yeni değerler üretmeyi amaçlayan bir yapıyı özler. İnkar bilinci korkusuzdur, hiçbir maddeyi önemsemez, tükenişle var oluş arasındaki ince ve korunaksız çizgiyi her an aşabilir. Nietzsche de Foucault da, Simone de Beauvoir da kalabalığın yasalarına karşı çıkarken az olanın değerli ve etkili olduğunu gösterdiler. Sanat yapıtının değeri ile ilgili bir açıklama getirebileceksek bu şey fiyat değildir evrensel ve kavramsal düşünceye göre. Ve Marksizm’in estetik tanımlamalarından da bunu çıkarıyoruz. Sanat anlaşmamalı ve uzlaşmamalıdır. Dünyanın sahteliği ancak bu şekilde ortaya serilebilir, bununla ancak böyle başa çıkılabilir. Çoğunluğun, yani ‘bilerek bir iktidar safı seçmiş’, çürümeden erimeye geçmekte olanların ölümlü basamaklarının varlığı da, sadece o kulvarda yürüyenlerin sorunudur sanatçıya sorarsak. Çünkü soluk alma alanları daraltılmış ‘gerçek ve salt sanat’ (ve de onu yaratan sanatçı) üst zihinde yaşamanın kurallarına bağlı olarak, yaşamın anlamını geniş yığınların algılarına bırakmayacaktır. Gerçek sanat uzlaşmaz, satmaz* ve de herhangi bir çıkarı gözlemlemez. Bunu biz böyle söylüyoruz ve bunu açıklayabilecek pek çok nedenimiz ve verimiz mevcut elimizde.
Ünlü Japon ressam Katsushika Hokusai (1760-1849), alçak gönüllü olmanın anlamını sanatıyla ters orantılı bir dille yansıtır: “Ben ki dünyadaki insanların en fakiri, en hakiri en acınasısı…” Tabii ki sanatçı narsizmiyle Uzak Doğu felsefesinin çatışmasını da sergilemektedir, eserleriyle ve de dünyaya bakışıyla.
Felsefenin sanatla olan yakın bağı, sanılanın aksine vicdan ve ‘üst bakış’ ile ilgili bir şeydir. Dünyanın vicdanını sorgulamayan sanat, aslında sistemle kurduğu bağın aşınmasından korkuyordur, çünkü sıradanlık her zaman ve daima sistemin örtüsü altına saklanır. “Sanat vicdan ve ahlakın savunucusu olamaz” diyenler, aslında Ernst Fischer‘ın toplumsal çürüme** ölçütlerini de reddediyorlardır. Bu sınıfsal bir savunma şeklidir ve sınıfsız bir toplumu hedefleyenlerin ilgi alanına girmez, girmeyecektir de hiçbir zaman. Sanat ve ideolojiyi karıştırdığımızı söyleyenler de olacaktır. Oysa Estetiğin İdeolojisi*** de mevcuttur, bunu koskoca bir topluluk reddetse de.
Sanatın dünyanın iyiliği için yapabilecekleriyle, felsefe ve ideolojinin yapabilecekleri arasında bir bağ vardır, ve bu da dolaylı bir diyalektiği gerektirir. Yaratımı paraya çevirmek isteyenlerin hoşuna gidecek bir şey değil söylediklerimiz. Ancak “Çürüyen bir toplumda sanat da çürümememelidir” diyoruz hepsi bu. Devrimci yapı korkusuzdur, bu yüzden ürken ve korkan insanlar topluluğuyla çarpışır bu yapı; amaç sanatın da korkusuz olmasıdır. Ancak devlet karşısında diz çöken bir sanat/sanatçı varlığı, Hacı Arif Bey’in, zamanın padişahının saray davetini reddederken, “Sanatta irade-i hümayun olmaz”sözünü de unutmamalıdır. Mal mülk uğruna onurların ve yapıtların yerle bir olduğu bir ortamda kimselerin yazdıklarımızı sevmediğini biliyoruz; inadına da sevilmemeyi seçiyoruz.
Anlamı aramak düşüncenin işidir, ancak çağın büyük düşünürlerinden Jiddu Krishnamurti‘ye göre, “Düşünce koşullu ve otomatiktir” dolayısıyla da doğruyu bulabilmesi de onun sadece yeterli bilgiyi edinmesi gereklidir. Sanatsal sezgi aslında estetiğin anlamını sorgularken düşünceyi değil zekayı örnek alır; bu sezgi ise merhametten bağımsız bir şey değildir. Sanat küçük bir çevre etrafında oluşmuş bir ilişkiler toplamı mıdır, sanırım hayır. Gerçek sanat bu kadar küçük değildir. Olmamalıdır. Gündelik hayatın sosyolojisi aslında patolojiye dönüşmüşse, sanatın işlevi, ‘biraz kenara çekilip de onu izlemek’ ya da ondan kaçmak değildir. Dürüst olan bir sanat müdahale etmeyi ve yansıtmayı seçmelidir. Bu herhangi bir bireyin ortaya attığı bir şey değildir; Karl Marks‘tan Neruda‘ya; Foucault‘dan Sartre‘a kadar uzanan bir algı birliğinin sonucudur. Halkını anlamamayı kararlı bir biçimde seçmiş bir entelektüel yapıdaki sanatın bile genelde değişmeyi ve değiştirmeyi amaçlayan bir yapısı vardır. Alain Resnais****, filmlerinde dünyayla alay eder neredeyse; ancak gizli ve mizaha dayalı hikayelerinde (örneğin “Yabani Otlar” filmi) sanatçının toplumsal düzenle problemi olduğunu da anlarsınız. O vakit, ‘gerçek -üst dil içeren- çağına tanıklık eden kavramsal yapıdaki’ sanat özlenen bir şeyse de, aynı değerleri korumak koşuluyla da sözü edilen sanat tarzının etik ve ideolojiyle, sistem tarafından koparılamayacak kadar derin bir bağı vardır. Tarkovski, Resnais, Kurosawa sinemaları; Benoit Maire düzenlemeleri (görselde görüleceği gibi sanatçı mekanı derinliğine kullanmayı ve de objeler arasındaki plastik ve düşünsel ilişkiyi gözlemler/yansıtır), James Joyce anlatıları da bu düşünceye paraleldir. O zaman genel problemin ne olduğunu da açıklamak gerekiyor: Sanatçı, içinde yer aldığı öznenin kendi kabuğundan utanması örneği, dünyaya bir şey katmayı; yani estetiğin ideolojisi’ni reddediyor (mu?).
“Yararcı sanat” söylemi, sanatçı için rahatsızlık vericidir. Çünkü sanatçı öncelikle kendisi ile meşguldür. Bu narsist yapı, kendisini onaylamayan bir dünyaya karşı kin dolu da olabilir bu mümkün. Futbolcuyu devlet memuru yapıp maaş ödemek ne anlama geliyorsa, yüksek kazanç içermeyen sanat da sanatçı için aynı anlama gelebilir. Ruhsal anlamda hastalıklı bireylerin kendi arasındaki alışverişi sanat içerebilir, estetik de. Buradaki zorluk, benliğin ikinci plana konarak, dünyaya bir şey katmayı egonun reddetmesinin güçlüğüdür. Dünyadaki adaleti ise demokratik bir eylemle sağlamak çoğu kez olanaksızdır. Devrimler de bunun için vardır.
Sanatın da devrimlere ihtiyacı olduğu zamanlar vardır. O ayrıksı zamanlarda da bir yapıt yaratan kişiye ne istediğini sormanın anlamı yoktur: Çünkü çıkar dünyasının sözcükleriyle çok fazla meşguldür onun zihni çoğu zaman; eğer toplumsal yapıya katkı yapmayı düşünmüyorsa. Bu tür davranış ve eylem biçimlerine karşı sergilenen aykırılıklar da gerçek sanatın akılcı ve insancı kılavuzu olacaktır. Tabii ki, sanatın dünyaya bir şeyler katma hülyaları varsa.
Dipnotlar:
*Burada “satmaz” sözcüğü, geçim sıkıntısını aşmak ve de malzeme temini sağlamak için, sanatsal ürünün satılmasının yanlışlığını değil, ‘sanatın hülyalarının piyasa değerlerine yenik düşmesinin’ yaratacağı karmaşayı ve etik dışı durumu tanımlamak için kullanılıyor. Sanat yapıtının ticari nesne olarak algılanmasının karşıtı bir görüştür bu.
**Önceki yazılarımda değindiğim alıntı: “Çürüyen bir toplumda sanat, eğer dürüstse çürümeyi yansıtmalıdır” / Ernst Fischer
***”Estetiğin İdeolojisi”/Terry Eagleton
****Alain Resnais: Fransız Yeni Dalga Sineması’nın önemli adlarından