“Anaç Tavuk Sendromu” adlı bir yazıya oturdum. Bu Sendromdan muzdarib ama bunun farkında bile olmayan didaktik, baskın, erkek(!) ve dişi karakterlerle ilgili. Civcivleri de olan aynı zamanda. Ya da çevresindeki herkesi, özellikle partnerlerini civciv olarak gören. Laf aramızda vay o partnerlerin haline! Yıllardır yazacağım derim, hep aynı şey olur… Ama bu kez, bu Sendromu yazmalıyım! Benden başka hiç kimse anlatamaz zira. Asla! Ev çalışıyordum aslında. “Barınak” yani. Kalemi bırak! Bırak dağınık kalsın! Yok haberimiz! Ama biz… Berrak bir yazıya ramak kalmıştı oysa!
Etiketler, etiketlenir ve etkileniriz. Etkinliklerdeyiz. Orman ne güzel! Mutluyum! Mutluyuz! Çok mutlu muyuz? Ama dedi: “Hiç bir zaman!” “Her doğruyu yanlış yaptığında, bunu hatırlatacağım sana aynı zamanda!
Dedim: “ama biz özeliz!”
“Bir bilmecem var!”
“Acaba nedir? Mani midir?”
“Mani nedir?”
“ Gidişat sonludur!”
“Ah! Bilmiyordum!”
Kronik, kanonik, komik! Büyük K ile yani. Bir merkezî figür. Belki siyah-beyaz bir kedi. Şu anda bizi izleyen. Yıldıza benziyor. Büyük bir yıldız.
“Akla ihanet mi edeyim yani? Duygularımıza da mı yoksa?”
“Sahi kuzum, bu faaliyetler içinde ne ara sanat, edebiyat?” “Safahat?” Sanatsal olan ortaya çıkıyor mu? Sanat (!)
Bilerek veya bilmeyerek, durur karşımızda gizem, entrika ve sefalet! Sanat alanında hatalarında ısrar eden bir “muhalefet.” Yok birbirimizden farkımız!.. “Vefakat” kızmanıza gerek yoktu! Siz farklısınız. Farklıydınız… Sanatta muhalif köleler. Köleler muhalif… “Köle.” “Muhalif.” Peki siz “Muhalif Yakalayıcı Ağ”a düştünüz mü hiç?
“Muhalif yakalayıcı ağ yani! Sponsorlu da olabilir, sponsorsuz da. Renkli de olabilir, renksiz de. Bu ağlardan kaçış yok! Yok ki buralarda seğirtip dururlar hep!
Sanatta ele geçirilen muhalefet, ‘muhalif öldürücü bir aygıta’ nasıl dönüşüyor? Neler oluyor, oldu, olacak? Onca estetikle, bu denli çirkinleşmek zorunda mıydınız hem!
Ama ben artık yazmak istemiyorum!..
Bu otlar insana suskunluk verir.
Sade sevinçler aynı zamanda…
Gönül Akkor’un eski bir şarkısı vardı: “ Böyle gelmiş böyle, böyle geçer dünya…”.
Sonra aynı içerik başka bir şehre, ülkeye taşınarak farklı bir fuar mı ortaya çıkıyor, çıkacak? ArtAnkara-İstanbul-New York-Paris-Dubai falan olduğunda… Benzer konseptler, eleştiriler… Ama asla gerçek soruna değinmeme, değinememe. Yemin etme. Duymama, görmeme ve konuşmama yemini. Sanat yazarı, eleştirmen, galerici, sanatçı… Çünkü bütüncül bakış henüz uğramamış bu diyarlara. Uzun süre de uğramayacak anlaşılan. İhanet! Büyük bir ihanet! Nasıl bir kuşatmadır geçit vermeyen! Ülkemiz sanatı açısından böylesi bir akıl dışı, etik dışı keyfiyet ne korkunçtur!
Kim sorgulayacak bütün bunları? Sanat eğitiminin kalitesi nedir? Galeriler yüzde yüz özgün eserlerle mi sergiler yapıyorlar hep? Bütün bunlar onların da sorunu değil mi? Ya koleksiyoner? Küçük paralar verilmiyor bu işlere. Üstelik ciddi bir ekonomik kriz yaşıyoruz çoğumuz. Koleksiyoner büyük ölçüde sahte, aşırılmış, başkalarının fikri ile sanat yapmış, onların eserlerini izinsiz kullanmış bir “sanatçı” kitlesinin işlerini toplamakla meşgul. Bilmiyor ya da kendisi için önem arz etmiyor bu gibi şeyler. Belli ki, çöpe atılacak parası çok. Bu yazıyı okuduğunuz mecra dahil, birkaçı dışında nefes alacak yer, dile getirecek de kimse kalmadı neredeyse. Ciddi sanat yazarları ve eleştirmenler. Her şey ortada! Nereden mi biliyorum? Bizzat yaşadıklarımdan. Olacağını sanmam ama, ilgilenenler olursa detaylı açıklama yapabilirim durumun vahametine dair… Müsamere çocuklarıyız biz. Şarkıda söylediği gibi “zamanımız geçmiş.” Elimizde titrek sayfalar. Anlar. Hayat! “Sen ne çabuk harcadın bizi” nakaratları…
Bir tek şey yoktu şimdiye dek genel olarak sergi ve fuarlarda, etkinliklerin tamamlayıcı unsuru olarak: bulanık bir sos. Bulanık bir “Kristeva” sosu!.. Ülkemiz sanatını kaplamış olan bu müsilajın üzerine iyi gidebilir. Tarifi ilgililerdedir. Bu ilgililer kültür-sanat alanını domine etmek için, “kurmay” edasıyla ortaya çıkmış, ama her nedense bunca donanımlarına rağmen gerçekleri görmek istememe konusunda sanki ant içmiş gibiler. Hasbelkader farkında olanlar da bu alanda “muhalefeti” dizayn etmek için büyük çabalar harcamış ve sonunda pes ederek ya köşelerine çekilmiş ya da çektirilmişlerdir. Sanattaki nitelik yitimi ve intihal ile ilgili en yakınımızdan en uzağına (her kim yaparsa yapsın) en azından önce söylem düzeyinde dile getirilmesi ile kimse kayba uğramamıştır şimdiye dek. Kaybedecek bir şey de kalmamıştır zaten.
Kimdir bunlar, amaçları nedir, nereye ulaşmaya çalışıyorlar? Söylemleri, eylemleri ile hiç örtüştü mü bugüne dek, sığ veya derin sularda?
“Muhalif yakalayıcı ağlar bunları da mı ele geçirdi, dizayn etti? Lâkin son günlerde bu ağlarda bir geri çekilme gözlemliyorum. Deniz bitti mi acaba? Yoksa yeni dizaynlar gerekiyor da bunun hazırlığı mı var? Bu tıkanmışlığın açılıp açılmayacağı; eski alışkanlıkları terkedip terketmemeye bağlı sadece. Ama bu uzun ve başka bir yazının konusu. Yalnız tıkanıklığı açmaya başlarken önce yaşlı- genç sanatçı, erkek-dişi ve benzeri söylemleri terk etmeleri gerekiyor. Ayrıca kimse üzerine alınmasın ama menopoz veya andropoza girmiş kişilere de ne olur artık genç sanatçı demeyelim! Bunlar zamanı durdurdular da haberimiz mi yok! Ayıp oluyor! Genç, dişi sanatçı üzerinden dönen cinsiyetçi, ötekileştirici söylemin de artık terk edilmesi gerekiyor. Yeri gelmişken unutamadığım bir anımı aktarmak istiyorum: Kendisi bu işlere oldukça geç yaşta başlamış bir “eleştirmenimiz”, yıllar önce bana, “keşke çok daha genç olsaydın şansın fazla olurdu“ gibisinden bir şey söylemişti. Düşünebiliyor musunuz? İçimden şöyle geçirmiştim: Evet genç olsaydım (ki orta yaşlara merdiven dayamış biri olarak yaşımı asla gizlemiyorum:)) ve eşim veya sevgilim de bu alanda olsaydı önüm çok mu açılmıştı? Hem açılsa ne olurdu, ne olacaktı? Konumumdan da rahatsız değilken üstelik! Bu ben mi olurdum? Eşim mi? Sevgilim mi? Hem var olduğunu varsayalım, bunu kullanır mıydım ısrarlı bir şekilde? Sanmıyorum. Hem ne yapacaktı benim yaşımı? Halen hatırladıkça berbat hissederim. Hazin!
Son olarak şunu söyleyeyim: Yılları devirmiş birine göre, genç bir insanın hayat deneyimi ve aktaracakları nedir? Doğanın gösterdiği yönü takip edip, anlamadığı eline tutuşturulan ağır felsefi, sanatsal metinleri bir kenara bırakarak ve asla mürebbiyelerinin yanlış yönlendirmeleri neticesinde aşırmayarak, buna tenezzül bile etmeyerek işe başlanamaz mı? Sürekli geliştirerek, akışa bırakarak belki kendini, yolu hep açık olmaz mı?
Dediğim gibi “gidişat” sorulunca söz geçiremiyorum, dinlemiyor kalemim beni. Bırakmışken tekrar aldım onu . Sevinmiştir belki. Kalemlerim…Kalemlerim güzel hepsi de. 1.6’lar ise çok güzel. Ama şairin söylediği gibi adı “tükenmez” olan “tükenen” kalemler bunlar. Kalın yazıyor, akıyor, yormuyor beni hiç. O yüzden tükenenleri hiç atmıyorum. Sırlarımı saklayan “vefalılar” onlar çünkü. 1.6 “tükenmez” kalemler.
Siyah 1.0 tükenmez kalemimi alıyorum. Hiç tükenmesin istiyorum o. Üçgen gövdesi, baş, işaret ve orta parmaklarımın arasında gayet mutlu görünüyor. Ve yazmak istiyor anlaşılan. Pekâlâ!
…Mirolu Mir’in yeni bitkisi de vardı. Sahrayıcedit’ den yola çıktığında gördü ki üç beş kelâm etmesine gerek kalmadan kalkan trene atlamak an meselesiydi. Önce toprak bozuldu, sonra su ve hava. Sonra da “ekmekler.” Ama, insan asla?! Tüm bunlar bir kuyruklu yıldız geçerken yaşananlardı tarumar edilmiş bahçede. Başka etkileri de vardı. Manyetizma en etkili olanıydı meselâ. Dalgalanmalar, gelgitler…Gidişat bozulunca!..
Ne diyordum? Anaç Tavuk Sendromluyduk hepimiz. Maaile… Civcivlerimiz ile…
Kandilli / 29 Mayıs 2022 / Pazar