ALAIN DELON’UN ÖLÜMÜ YAHUT YAKIŞIKLI BİR CESEDİN ÜSTÜNDE TEPİNMEK

Hemen her aktör gibi Alain Delon da zaman zaman vasat hatta kötü filmlerde oynadı, hayranlarında ve sinema izleyicilerinde hayal kırıklığı yarattığı filmleri oldu.

Fransız ve dünya sinemasının kült isimlerinden Alain Delon, 18 Ağustos’ta son nefesini verdi. Tam adı Alain Fabien Maurice Marcel Delon olan aktör, baba tarafından Korsika kökenli bir ailenin çocuğu olarak 8 Kasım 1935’te Sceaux komününde doğmuştu. Alain henüz çok küçükken anne ve babası ayrılmıştı, bu nedenle çocukluğunun ilk yıllarını İkinci Dünya Savaşı sırasında, büyük yalnızlık ve acılarla geçirdi. Dağılmış bir ailenin çocuğu olarak hayata tutunmaya çalışan, genç yaşta girmediği ortam kalmayan, 1964-69 arası Nathalie ile evli kalan, uzun hayatının çeşitli dönemlerinde büyük aktrislerle ilişki yaşayan, adı zaman zaman mahkeme kayıtlarına geçen, mahkemelere çıkan ve çeşitli konularda suçlamalara maruz kalan, son yıllarında ötanazi isteğiyle ve ailesinin miras kavgasıyla gündeme gelen, 88 yaşında hayata veda eden oyuncu geride 100’e yakın film; pek çok ödül (César Ödülü, Fransa Onur Nişanı, Berlin-Onursal Altın Ayı Ödülü, Cannes-Onursal Palme d’Or…) madalyası, sinemasal tartışmaların yanında kriminal izler ve doğal olarak da asrın en yakışıklı aktörü ünvanıyla pek çok dedikodu bıraktı.

Bu sonuncu kısım, aktörün ölümünden hemen sonra devreye sokuldu ve başta popülist gazeteci-tarihçi Ayşe Hür ve takipçileri olmak üzere bazı kişiler tarafından “melek yüzlü şeytan ruhlu Alain Delon’un hayatının bilinmeyen dehşetleri” (!) makyajlı paylaşım ve yazılarla piyasaya sürüldü. Oysa yazı ve paylaşımlarda anlatılanların hepsi sinemayla ilgilenenler tarafından yakından biliniyordu çünkü onlarca yıldır magazin basınında tekrar edilip durmuştu.

Neydi bunlar?

Alain Delon’un özel hayatının kılcal damarlarına inen, bir kısmı gerçek, bir kısmı yarı gerçek, bir kısmı da dedikodu ürünü olan magazinel ayrıntılardı. Ayşe Hür, 18 Ağustos’ta yaptığı Twitter paylaşımında, “Alain Delon hayatına bir serseri olarak başlamıştı, ilk hamisi bir pedofili idi, ömrünün sonuna kadar mafyatik ilişkiler, bahis sahtekârlıkları, kadınlara şiddet, lgbti+ karşıtlığı, sağcı politikacılara destekle geçti. +Markoviç Cinayeti ile benim sevdiğim bir kişi olmadı hiç.”[1] diyerek magazin seviyesinin de altına düşen bir paylaşıma imza atmakla kalmadı, tamamına yakını aktörün özel hayatına ilişkin iddialarla dolu uzunca bir yazı kaleme aldı. (Hür’ün paylaşımında yer alan “ömrünün sonuna kadar mafyatik ilişkiler, bahis sahtekârlıkları, kadınlara şiddet, lgbti+ karşıtlığı, sağcı politikacılara destekle geçti” cümlesindeki ifade bozukluğunu düzeltelim ki ne demek istediği daha iyi anlaşılsın: “Bütün ömrü mafyatik ilişkiler, bahis sahtekârlıkları, kadınlara şiddet, lgbti+ karşıtlığı, sağcı politikacılara destekle geçti.”) Delon’un çocukluğu, gençliği, evliliği, sevgilileri, ilişkileri, suçları, hataları, öfkeleri vs. her şey vardı yazıda. Öyle ki, yapıp yapmadığı kesinleşmemiş davranışlar bile dizi dizi sıralanmıştı. Yazıda, bir tek “filmleri” yoktu aktörün! Sanki sıradan bir televizyon figürünün veya mahalle kabadayısının arkasından konuşuluyormuş gibi! 100’e yakın filmde oynamış, üstelik ViscontiAntonioni, GodardMelville gibi büyük yönetmenlerle çalışmış birinden değil de rastgele birinden söz ediliyor gibi bir hava estirilmesi her sinefilin canını hem de çok sıkmaya yeter bir durum değil midir?

Hür’ün paylaşımının son kısmına (“benim sevdiğim bir kişi olmadı hiç”) istinaden bir soru-cevapla bu faslı kapatayım. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Ayşe Hür’ün Alain Delon’u sevip sevmemesinin ne önemi olabilir ki? Daha da önemlisi; Alain Delon, Ayşe Hür’ü yakından veya uzaktan tanısa sever miydi? Sevmeyeceği kesin çünkü Fransa’da da magazinel verilerle popülist tarih düşkünlüğü gösterenlerden Delon’un canı yıllar boyu çok yanmıştı. Adı üstünde özel hayat! Sadece tarafları ilgilendirmesi gereken durumlardan kültür üretmenin sonu olsa olsa magazindir. Bahsi kapatayım çünkü magazinden mümkün olduğunca uzak olmasını arzuladığım, planladığım bu yazının bu kısmı biraz daha uzarsa ben de o seviyeye takılı kalmaktan korkarım.

Geçelim… ve sadede gelelim:

Kimdir Alain Delon?

Yukarıda biyografisinin ana hatlarını -özellikle kabaca- aktarıp detaya inmedim çünkü işin magazin kısmını popülizm yanlısı gazeteciler ortalığa fazlasıyla döküp saçtılar. Biraz mürekkep yalamış olanların, sanattan edebiyattan bir parça da olsa müktesebatı bulunanların, her şeyden önce, büyük hayatların fırtınasız yaşanamayacağını, özellikle sanatçıların (Beethoven, Shelley, Baudelaire, Verlaine, Rimbaud, van Gogh, Dostoyevski, Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Marilyn Monroe, James Dean, Mayakovski, Orhan Kemal, Halikarnas Balıkçısı, Oscar Wilde…) hayatlarında binbir dalgalanmanın olabileceğini, olduğunu bilmesi gerekmez mi? Alain Delon’un hayatında “sevmediğiniz” kısımları çıkardığınızda geriye Alain Delon kalır mı? Kalsa kalsa meselelere ortalama açıyla bakan, gündelik hayatın yüzeyselliğinde ömür heba eden, kasap çırağı, kalfası ve en sonunda tezgâh ardında ömür tüketen kasap ustası olabilen Alain kalırdı. Neden kasap dedim? Mutsuz ve yalnız çocukluk yıllarında okula uyum sağlayamamış, kısa bir kasap çıraklığı yapmıştı, göndermeyi ona istinaden yaptım ve hayatında onaylamadığımız ne varsa onu kasap olmaktan kurtardığını vurgulamak istedim. Alain, kasap çıraklığının ardından epeyce bir zaman ortalıkta gezindikten sonra bir yandan herhangi bir işte tutunamaması, öte yandan serüvenci ruha sahip olması sebebiyle denizci olmaya karar verdi ve sudan çok korktuğu halde denizci olarak orduya yazılıp Çinhindi’ne gönderildi. İlk büyük serüvenlere de denizci asker olarak adım atmış oldu. Burada adı bazı hırsızlık olaylarına karıştı. Askerlikten sonra küçük ama ağır bazı iş deneyimleri (garsonluk, tezgâhtarlık, hamallık…) oldu, sonrasında sinema çevrelerinden tanıdıkları sayesinde rotayı oyunculuğa çevirdi. Oyunculuk deneyimlerinin başladığı 1957 yılı, onun sinemayla ilişkisinde milat kabul edilmek gerekir. O yıl, sinemacı arkadaşlarıyla Cannes Film Festivali’nde iken yapımcılarla tanışıp oyunculuğa adım attı. İlk filmi olan “Quand la femme s’en mele/Kadınlar Dahil”de (1957) daha sonraki onlarca filminde oynayacağı gangster rolünün ilk örneğini verdiğinde henüz 22 yaşındaydı ve filmde adeta kendisini oynamıştı. Bu, sinemada kaldığı sürece onun oyunculuğunun en temel noktalarından biri olarak kalacak ve bir söyleşide, başarısının sırrını “Oynamıyorum, rol yapmıyorum, yaşıyorum.” şeklinde ifade edecekti. Bu başlangıç deneyiminin ertesi yılında ilk önemli filmi sayılan “Christine”de, sonrasında fırtınalı bir ilişki yaşayacağı Romy Schneider’la birlikte oynadı. Çevresi giderek genişleyen, yönetmen ve yapımcıların gözdesi haline gelen genç oyuncu iki yıl sonra Visconti gibi bir yönetmenle çalışma şansını yakaladı, ilk kült filmi diyebileceğimiz (bir sinefil olarak benim fikrim budur) “Rocco ve Kardeşleri”nde oyunculuk gücünü dünya sinema çevrelerine duyurdu. İtalyan sinemasının büyük yönetmeni Visconti ile çalışan Fransız oyuncu, artık uluslararası bir yıldızdı.

Alain Delon, işe iyi başlamış ve hızla ilerlemiş olmakla beraber kendisini geliştirmeyi ihmal etmiyordu. 1960’lar onun yükseliş ve olgunlaşma yılları olacaktı. On yıllık sürede yaklaşık otuz filmde oynadı ve sürekli bir gelişme eğrisi çizdi. “Kızgın Güneş/Plein Soleil, La Piscine/Havuz/Sen Benimsin, Samuray, Sicilyalılar Çetesi, Şeytanın Kurbanları, Il gattopardo/Leopar, Diaboliquement vôtre/Şeytanca Senin, Mélodie en sous-sol/Vurgun” vd. bu dönemin ürünleridir. Oyunculukta dışa açık bir yapısı olan Delon, orta döneminde pek çok filmde birlikte oynadıkları Jean Gabin’i kendisine örnek seçmiş, ondan epeyce etkilenmişti: “Delon’un bir başka özelliği, olgunluk döneminde Jean Gabin ve Simone Signoret gibi eski kuşağın yıldızlarıyla birlikte perdeye gelmiş olmasıydı. Aşağıda değineceğim üç filmde birlikte rol aldığı Jean Gabin, bu çerçevede Delon için önemli bir isim sayılırdı. Delon’un filmlerinde tanıyıp sevdiğimiz Gabin’le aralarındaki baba-oğul ilişkisini dramatik bulmuş, oyunculuk tarzlarının benzerliğinden etkilenmiştik.”[2]

1970’ler de Alain Delon için tıpkı önceki decade gibi son derecede verimli geçti. Hatta nicelik açısından önceki dönemi geride bırakarak 1970-1979 arasında tam otuz filmde rol aldı. “Borsalino, Borsalino & Co., Le Cercle rouge, The Assassination of Trotsky, Scorpio,  Le Gitan, Flic Story, Monsieur Klein, Le Gang, The Concorde: Airport ’79” vd. gibi kült filmler bu yoğun dönemde rol aldığı yapımlar arasındaydı. 1960-80 arasında, oynadığı filmler kadar özel hayatıyla da konuşulan, adı çeşitli entrikalara karışan aktör çalkantılı yaşamına rağmen son derecede disiplinli bir şekilde sanat hayatını sürdürüyordu. Herhangi bir hazırlığa gerek duymadan her rolde kolaylıkla oynayabilen bir aktör olarak tanınması hem yönetmenlerin işini kolaylaştırıyor hem de oyuncunun tercih edilmesinin yolunu açıyordu. Gerçekten de “The Concorde: Airport ’79” adlı filmde kaptan pilotu, “Le Gitan”da bir çingeneyi, “La Prima Notte di Quiete/İlk Gecenin Sıcaklığı”nda bir öğretmeni canlandırdığı ve hiçbirinde falsoya düşmediği düşünülürse aktörün her an “oynamaya/yaşamaya hazır” olduğu kabul edilebilir. Rol yeteneği, doğuştan getirdiği bu yetenek, kaynağı belirsiz olsa da, aktörün bir yerden hayata tutunmasını ve kendi varoluşunu buradan gerçekleştirmesini sağlamıştı. Aktörlük öncesi kimi zaman çaresizlikten kimi zamansa serüven arzusu nedeniyle bulaştığı işler aktörlük döneminde besleyici birer kaynağa dönüşmüştü. Rolünü hayattan alan aktörlerde görülebilecek özelliklerin en önde gelenidir bu. Alain Delon’da, tıpkı bazı şair ve ressamlarda olduğu gibi, biyografi ve psikobiyografi sanat hayatının belirleyicisi olmuştu.

Öte yandan, Alain Delon, hiç olmazsa belirli bir aşamadan sonra oyunculuğu popülerleşmenin bir aracı olarak görmeyen, varoluşun bir sebebi olarak değerlendiren bir aktördü. Her ne kadar hayranları tarafından yüz ve beden güzelliği üzerinden tanınıp sevilmiş olsa da kendisi bununla yetinmemiş, bunu tek değer olarak görmemiş, hatta bundan rahatsızlık duyduğunu açıkça dile getirmiştir: “Ben bir yıldız değil, bir oyuncuyum. On yıldır, insanlara, yalnızca güzel bir yüzü olan hoş bir çocuk olduğumu unutturmak için mücadele ediyorum.”[3] Bu sözler sadece “öyle tanınmak”tan duyulan rahatsızlığın ifadesi değil aynı zamanda izleyiciyi işin “sanat” kısmına yönlendirme çabasıdır ve bunun küçümsenmemesi gerekir. Sanatta ve insanda “güzellik” elbette bir değerdir ama tek değer değildir. Çabayla, emekle geliştirilmemiş bir güzellik doğada sık sık rastladığımız ama birkaç seyirden sonra sıkılmaya başladığımız manzara güzelliği seviyesinin üstüne çıkamaz.

Bazı filmlerinde yüz ve beden güzelliğinin öne çıkarıldığı açıkça görülebilmekle beraber filmlerinin önemlice bir kısmında oyunculuk gücü, role uygun jest ve mimikler öndedir. İlk kısma örnek olarak Christine (1958), Plein Soleil (1960), La Piscine (1968) vd. gibi filmler hatırlanabilir. Bunlarda bir yandan senaryo içi entrikanın bir parçası diğer yandan da bedensel estetik yansımasının figürü olarak yer almıştır. Rocco ve Kardeşleri (1960), Leopar (1963), İlk Gecenin Sıcaklığı (1972), Swann’ın Aşkı (1984) gibi yapımlarda ise rol yeteneği diğer değerlerin önündedir ve izleyici perdeye yansıyan figürü Alain Delon olarak değil, entrikayı yaşayan film içi figür olarak görür. Elbette, adınız Alain Delon ise, en sosyal içerikli filmde bile oynasanız izleyici afişte, perdede, ekranda sizin adınızı gördüğünde bir koşullanma içine girer. Teşbihte hata olmasın -sadece şöhretin koşullamasından söz ediyorum- ama bir kitabın kapağında gördüğümüz Tolstoy, Baudelaire, Dostoyevski vd. gibi isimler de bizi koşullamıyor mu? Bunun önüne geçmek mümkün mü?

Hemen her aktör gibi Alain Delon da zaman zaman vasat hatta kötü filmlerde oynadı, hayranlarında ve sinema izleyicilerinde hayal kırıklığı yarattığı filmleri oldu. Şiirde, romanda, resimde de öyle değil midir? Balzac veya Dostoyevski’nin kült romanları dışında ikinci, üçüncü derecede romanları yok mudur? Baudelaire’in Paris Sıkıntısı kitabı Kötülük Çiçekleri’ne göre hayal kırıklığı sayılmaz mı? Godard’ın son işleri enikonu kötü yapımlar değil midir? Marcello Mastroianni, Gerard Dépardieu, Al Pacino, Robert de Niro da bazı ortalama filmlerde oynamadılar mı? Alain Delon’un vasat işlerine de öyle bakmak gerekiyor. Yine de hem iyi hem de kötü filmlerinde onu aktör yapan bazı ayrıntılar hemen hiç değişmeden izlenebiliyor. Konuşurken muhatabının gözlerinin içine bakması, rahat tavırları, yalın oyunculuğu, yüz ve beden güzelliğini “satmaya” çalışmaması, duygu veya tepkilerini el kol hareketlerinden ziyade gözleriyle, ağız ve dudak mimikleriyle yansıtması, saç stili ve yüzünün traşlı hali çok az değiştiği halde (sadece birkaç filmde bıyıklı veya sakallıdır) üstlendiği kimliğe göre bu yüzü kullanabilmesi (aşk ve entrika filmi Plein Soleil ile mafya filmi Borsalino karşılaştırılabilir) değişmeyen yahut duruma göre çok az değişen özellikleriydi. Bu, yönetmenin istekleri dışında oyuncunun da filme, role, karaktere kendinden bir şeyler katma arzu ve yeteneğine işaret eder.

Alain Delon artık bu dünyada değil. Milyonlarca hayranının, bir zamanlar onun fotoğraflardaki ve perdedeki “güzel” görüntüsünü rol model olarak benimseyen dünün delikanlısı bugünün yaşlısı veya orta yaşlısı adamların, sadece görüntüsü üzerinden ona platonik aşk duyan kadınların hayal ve hatıralarında yaşayacak. Bu insanlar da dünyadan ayrıldıkları zaman geride sadece Delon’un filmleri kalacak. Bu tip “ölü(msüz)ler” hakkında konuşurken Ayşe Hür tipi gazetecilerin yaptığı gibi magazin tarlasından papatya toplamayı yanlış buluyorum. Bize düşen, bir sanatçının davranışını onaylayıp onaylamamak, etik bulup bulmamak değil o davranışın nedenlerini anlamaya çalışmaktır. Hakkında bir kısmı iftira bir kısmı iddia olan söylentiler bizi bir yere kadar ilgilendirir. O iddialar doğru dahi olsa biz bir sanatçıya magazin kafasıyla mı bakmalıyız? Böyle bakarsak elimizde ne Ece Ayhan kalır ne Sait Faik ne Dostoyevski ne Beethoven ne Ezra Pound ne de hatta Nâzım Hikmet!

Sinemaya ömrünü vermiş, iyi filmleri kötülerinden fazlaca olan bir aktör öldü. Onu, yok şuna bu haksızlığı etti yok ötanazi talebinde bulundu, köpekleriyle gömülmek istedi, oğluyla kavga etti, bakıcısını evden kovdu vs. diye cesedinin üstünde tepinerek mi tartışmak lazım yoksa filmleriyle mi?

 

[1] https://mobile.x.com/HurAyse/status/1825151129199497517 (Erişim: 29 Ağustos 2024)

[2] Nejat Ulusay, “Yalnız Anti-kahramanlar: Jean Gabin ve Alain Delon”, Kültür ve İletişim, S. 14, Kış 2011

[3] Ulusay, agy

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl

Bir Cevap Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.