Totaliter olduğu iddia edilen rejimler çöktükten sonra emperyalizmin globalleşme saldırıları karşısında insan, özgürlük yanılsamasına kapılarak daha fazla sömürülüp yalnızlaştırılmıştır.
1972 doğumlu Çinli yazar ve ressam Shan Sa’nın Tiennanmen’de İsyan adlı romanı 2001’de Goncourt İlk Roman Ödülü’ne değer görülür. Sinem Yenel tarafından Türkçeye çevrilip Can Yayınları’nın yayımladığı 120 sayfalık Tienanmen’de İsyan romanı 1989’da Pekin’in Tienanmen Meydan’ında öğrenci, aydın ve onlara destek veren işçilerin yönetim karşıtı gösterilerini konu alır. Tarihsel gerçekliğe dayanan bu romanın başkarakteri Ayamei 21 yaşında bir üniversite öğrencisidir, gösterilerin düzenlenmesine öncülük eder. Ordunun müdahale ettiği olaylarda bir akşam meydana açılan ara sokaklarda göstericiler katledilir. Buradan kaçan Ayamei yolda karşılaştığı bir kamyon şoförünün evinde saklanır. Evli çift onu korumakta ısrarcı olsa da güvenlik açısından kamyon şoförü Wang onu kendi ailesinin yaşadığı Pekin’den uzakta, deniz kıyısında, balıkçılıkla geçinen köyüne götürür. Meydandaki gösteriler sırasında protestocuların arasında kalıp onlara ateş açan, yoksul köylü bir ailenin çocuğu olarak orduya giren Teğmen Zhao tedavi olduktan sonra Ayamei’nin yakalanmasında görevlendirilir. Teğmen Zhao, birliğini yanına alarak Ayamei’nin ailesinin evine baskın yapar. Evin aranması sırasında Ayamei’nin babası kalp krizi geçirerek yaşamını yitirir. Teğmen ise evde arama yaparken genç kadının odasındaki kilitli bir çekmecede onun günlüğünü bulup alır, odanın penceresindeki demirlerin hapishane penceresi şeklinde olmasına şaşırır. Göstericilerden biri demiryolu çalışanıdır fakat yakalanınca Ayamei’nin kaldığı Wang’ın evini ihbar eder. Sorguya çekilen Wang ve eşi Ayamei’nin gizlendiği köyü bildirir. Romanın geriye kalan bölümünde Ayamei’nin köydeki günleri ve köyden kaçış süreci anlatılır ve Teğmen Zhao’nun genç kadının günlüğünü okuyup köye gelerek askerleriyle birlikte arama faaliyetlerini yönetmesi süreci işlenir.
Genç kadının günlüğü ilk ve ortaöğretim yıllarını konu alır. Başarılı ve örnek bir öğrenciyken sınıfına gelen Min adlı erkek öğrenciyle kurduğu ilişki sonrasında öğretmenleri ve ailesi tarafından baskı altına alınır çünkü derslerinde başarısız olduğu gibi bazı zamanlar Min ile okuldan kaçıp bir dağdaki kulübede zaman geçirirler. Min dışlanan ve akademik açıdan başarısız bir öğrencidir, kimsenin bilmediği bu kulübede resim yaparak zaman geçirir.
Günlüğe yansıyan ifadelerde Ayamei’nin ailesinin geçmişte varlıklı olduğu, Çin Devrimi sonrasında köylüleştirildikleri, o çocukken anne babasının köylere çalışmaya gittikleri, Kültür Devrimi’nin uygulamaları kurgunun arka planın yerleştirilen eleştiriyle aktarılır. Ayamei’nin günlüğü Çin’in resmî kurumlarının eleştirisine dayalıdır. Bireyin özgürlüğünün kısıtlanması ebeveynleri ve öğretmenleri üzerinden şekillenir. Romanın üzerinde durduğu ilk sorun sosyalist yönetimin bireyin özgürlüğünü baskıladığı iddiasıdır. Min’in okuldan atılması, Ayamei’nin evden dışarıya çıkmasının okula gitmek dışında yasaklanması, odasının penceresine konan demir parmaklıklarla oluşturulan hapishane ortamı, Min’in Ayamei’nin yanında kendini uçuruma atarak intihar etmesi, öğretmenlerin Min’e ve Ayamei’ye uyguladığı baskı totalitarizmin kodları olarak açığa çıkar. Totalitarizm aile ilişkilerinden toplumsal yaşama kadar etki alanı geniş bir yönetim biçimi olarak romanda belirir. Demiryolu işçisi Lu’nun gösterilere katıldıktan sonra Ayamei’nin gizlendiği evi ihbar etmesine neden olan korku Kültür Devrimi’nin yaşandığı dönemin uygulamalarından kalan izlere bağlanır, ihbar etmediğinde Lu’nun “hain, karşı devrimci” ilan edileceğine yönelik ifadelere yer verilir. Okul, aile, toplumsal ilişkiler gibi yaşamın kurumsal ve sosyal alanlarının birer hapishaneye dönüştüğüne yönelik eleştiriler doğrudan verilmese de buna yönelik sembol ve ifadeler romanın kurgusuna yerleştirilir. Bu bağlamda romanın üzerinde durduğu ikinci sorun okul derslerinde başarısız olduğu için dışlanan ve olumsuzlanan Min’in aslında resim yapmaktan hoşlandığı ve bu yöndeki yeteneğinin okul yönetimi tarafından bastırıldığı ve bunu geliştirmesine yönelik imkânların sağlanmadığıdır, Min yazdığı şiirleri de kulübede zaman geçirdikleri sırada Ayamei’ye okur. Min karakteri üzerinden Çin yönetiminin pozitivist tutumu, bilim ve tekniğe verdiği önemin etkisiyle sanatı ve insanın metafizik yönünü bastırdığı iddia edilerek Min’in ölüme giden sürecinde bu tutum ve uygulamaların etkisi olduğu öne sürülür. Bu metafizik yöne yapılan baskıyla arkadaşlık, dostluk ve aşk ilişkilerine otoritelerin müdahalesi totalitarizm düzleminde buluşturulur. Kültür Devrimi’nin de etkisiyle özünde köylü olmayan Ayamei’nin anne ve babasının köylerde tarım işinde çalıştırılması ekonomik-sosyal bağlamda roman kurgusu üzerinden Çin yönetimine getirilen diğer bir eleştiridir.
Pozitivizm-idealizm karşıtlığı bağlamında üzerinden durulan sorunlardan biri de Çin’in geleneksel halk inançlarının, anlatılarının ve efsanelerinin bastırılması ve itibarsızlaştırılarak “geri” kabul edilmesidir. Teğmen Zhao, genç kadının gizlendiği köye geldiğinde onun köyden ayrıldığını öğrenince köy halkıyla balık ve içki eşliğinde bir akşam ziyafet sofrası kurdurur. Köylülerin etraftaki vahşi doğaya, sık ormanlık ve yabani hayvanların yaşadığı dağlara ilişkin anlattığı efsane askerler tarafından alay konusuna dönüştürülür. Ayamei’yi bulmak için Wang’ın anne babasının evine baskın yapıldığında Wang’ın annesinin bu baskına aldırmadan bir putun önünde dua etmesi yine pozitivizme karşı metafiziğin üstün tutularak anlatıda konumlandırıldığını gösterir. Ayamei’nin peşinden vahşi hayvanların yaşadığı ve efsanelere konu alan dağlara giden Teğmen Zhao ve askerler ormanda bir avcıyla karşılaşarak genç kadına rastlayıp rastlamadıklarını sorar. Avcı ise yaraladığı bir tilkinin peşinden giderken izbe ve korkunç bir hâle gelmiş bir tapınağa rastladığını, tapınaktaki tanrıça heykelinin yüzünün kendisine fotoğrafı gösterilen genç kadının yüzü olduğunu ifade eder; köylüden dinlediği efsanelerin de etkisiyle Teğmen Zhao’nun kafası karışır. Askerlerin ziyafet sırasında köylüden dinlediği efsaneye göre dağda yaşayan bir kadın ruhu vardır, genç bir erkeğe âşık olur fakat genç adam dönmez. Dağın ruhu vardır. Bu ruh kızıp köylülere zarar vermesin diye ona uygun ibadetler yapılır. Hava durumu da dağın ruhuna bağlıdır. Bu tapınağa kendilerini götürmesi için avcıdan destek ister fakat avcı tapınağa yakın yerdeki kayaya geldiğinde yolu bir türlü bulamaz, sanki ağaçların yer değiştirdiğini ve tapınağa giden yolun kaybolduğunu düşünür. Bu durum üzerine yolu bulması için Teğmen Zhao ısrar edince askerler hem tepki verir hem de avcıyı alaya alır. Teğmen Zhao’nun şüphesini köylülerin anlattığı efsane ile aradıkları genç kadını avcının tapınaktaki heykelle eşleştirmesi pekiştirir. Askerler; peşlerindeki genç kadının avcı tarafından bir heykel diye tarif etmesine, heykelin hareket ettiğine yönelik ifadesine ve ruh diye tarif edilmesine şu şekilde karşılık verir:
“Askerlerden biri arkadaşına şaka yollu sordu:
- Ruh hangimize âşık olurdu dersin? Kimi tutsak alırdı?
Tunguz şivesiyle konuşan asker karşılık verdi:
- Benim başım bağlı, sense o kadar yakışıklı değilsin. Teğmenimize âşık olabilir belki…
Kahkahalar çınladı.” (s. 111)
Bu konuşmanın ertesi günü Teğmen Zhao askerleri tekrar avcının peşinden götürerek tapınağı bulmaya çalışır. Askerler bu yorucu durumdan yakınmaya başlar:
“Güney aksanıyla konuşan bir asker,
- Teğmenimiz büyülendi sanki, dedi. Böyle bir hikâyeye nasıl inanabilir! Üç gündür tapınak arıyoruz. Tabii öyle bir yer varsa!
- Bence avcı ya bunadı da saçmalayıp duruyor ya da heykeli doğru dürüst görmedi. Gerçi olacak iş değil ama bir ihtimal heykel suçluya benziyor diyelim; yine de bu, tapınağı bulunca Ayamei’yi de bulacağımız anlamına gelmez. Terk edilmiş bir tapınağa sığınmış olabilir ama bir mağarada ya da bir köyde de saklanıyor olabilir. Nerede olduğunu Allah bilir. Bence en iyisi vakit kaybetmemek.” (s. 111, 112).
Pozitivizme yönelik eleştiri yaklaşan Ay Bayramı üzerinden sürdürülür. Askerler arasında da Ay Bayramı’nı özleyenler vardır. Romanın sonunda Ay Bayramı’nda Ayamei’nin ve onu tapınağa götüren dilsiz çocuğun ritüelleri ve eğlenceleri aktarılır. Bu noktada değinilmesi gereken diğer karakter de ormanda yaşayıp topladığı deniz kabuklarını köylülere getirince onlardan yiyecek alan çocuktur. Ayamei ormanda kaybolunca onu alıp tapınağa götüren, koruyan, besleyen bu çocuktur. Diğer metafizik açılımsa Ayamei’nin bu çocukta intihar eden sevgilisi Min’i görmesidir. Çocuğun konuşmayıp insansız vahşi doğada yaşaması Min’in ve genç kadının dışlanmasıyla kesişir. Bu yönden romanın kurgusuna özellikle yerleştirilen bir karakterdir. Min de insanlardan uzakta bir dağ kulübesine çekilerek sessizliği, şiir yazmayı ve resim yapmayı tercih etmiştir. Min’in kente ve kentteki toplumsal düzene yaklaşımında da görüleceği gibi kent-doğa ayrışması aynı zamanda toplumsal düzen-birey ayrışmasıyla iç içedir:
“Şehrime bakıyorum. Sokaklardan geçen, binalara girip çıkan, korularda gezinen ya da pazarlarda aylak aylak dolaşan insan silüetlerini görüyorum.
‘Sana sırrımı söyleyeceğim,’ dedi Min; kalemini bırakıp yanıma gelmişti. ‘Batıdaki şu bisikletli adamı görüyor musun? Şimdi de doğuya, iki tekerlekli yük arabasını süren şu köylüye bak. Onlar birbirleriyle hiç karşılaşmadılar; bundan sonra da hiç karşılaşmayacaklar, birbirlerinin varlıklarından habersiz yaşayacaklar. Fakat biz buradan her şeyi grüyor ve biliyoruz, dünya tıpkı açık bir kitap gibi gözlerimizin önünde. Ben acılarımı burada unutuyorum. Kendimi özgür hissediyorum. Çünkü hayat orada, aşağıda; bizse çok yüksekteyiz, en yüksekte, gökyüzüne yakınız.” (s. 58)
Min’in sözlerindeki dikkat çeken noktalardan biri, Richard Sennett’in (2016) işaret ettiği şekildedir: Eski şehirler yeni kent düzenine evrilmiştir, yabancıların birbiriyle karşılaştığı yer olan kentte her gün insanlar arası yabancılaşma daha da artmaktadır. Köylülükten sanayi toplumuna geçilen Çin’e yansıyan bu dönüşüm süreci; kentleşmenin ivme kazandığını, kent-doğa ayrışmasının hızlandığını, hızlandıkça da insanlar arası fiziksel mesafenin kısaldığı hâlde sosyal mesafenin arttığını gösterir. Bu bağlamda Ayamei’nin gizlendiği balıkçı köyü doğayla iç içe olduğundan orada zaman modern yaşamdaki gibi dilimlere bölünmez, insanların kendi denetimlerinde olan zamanları vardır, köylüler Pekin’den habersiz bir şekilde yaşarken kendi efsanelerini, inançlarını ve geleneklerini devam ettirir. Min’in sözlerinde dikkat çeken diğer noktaysa kentin anomalisinden doğaya sığınan insanın doğayı “üst”, kenti “alt” olarak kabul edip bu üst ve alt kavramlarına olumlu ve olumsuz anlamlar yüklemesidir. Min ile benzer gözlemi ve hızlı kentleşme sürecine dair görüşleri Zhao’nun birliğindeki bir asker paylaşır. Askerlerin balıkçı köyüne gelince denizi görmesi onlarda bir şaşkınlık oluşturur.
“-Pekin akıl almaz ölçüde değişmiş, dedi bir asker, belirgin bir Tunguz şivesiyle konuşuyordu. Bundan sekiz sene önce, Vietnam’da yaralandığım zaman beni Pekin’de tedavi ettiler. Hastanenin penceresinden bakınca, her yerde salkımsöğütler, minik lokantalar, kare bir avlusu ve bir kuyusu olan alçacık evler görüyordum. Fırtınanın ardından kurbağaların vıraklamaları işitilirdi. İnsanlar birbirleriyle çene çalar, bisikletler su birikintilerinin üstünden sessizce kayıp geçerlerdi. Bugünse otoyollar, büyük mağazalar ve çok katmanlı kocaman yapılar hepsini yok etmiş! Geceleyin Samanyolu’nun bile görünmediği dikkatinizi çekti mi? Ah, eskiden sonbaharda gökyüzü nasıl dupduru olurdu, bir görseydiniz! Şehir ne kadar da değişmiş! Kutsal Barış Kapısı’ndan başka bir yeri tanıyamadım doğrusu.
-Ama Pekin hep Pekin olarak kalacak, dedi bir asker, güneydoğulu şivesiyle. Ömrüm boyunca başkenti ziyaret etmeyi hayal etmişimdir. Umarım ortalık yakında durulur. Hükümet bize görevden sonra izin sözü verdi. Bundan yararlanıp Pekin’de birkaç gün geçirebiliriz.” (s. 72, 73)
Hem Min’in hem de askerlerin ifadelerinin buluştuğu düzlem, hızlı kentleşmenin etkisiyle kent toplumunun doğadan yaşadığı kopuşla mekanikleşen bir yaşama ulaşmalarıdır. Bu mekanikleşme ile pozitivist bakış ve uygulamalar iç içe geçerek birbirlerini etkiler. Askerlerden birinin dediği gibi başkent Pekin’in hızlı değişimi, insanların kente ve insanların birbirine yoğun bir şekilde yabancılaşmasına neden olur. Bir ülkenin ideal toplumsal düzeni ve kentlerin mimari planı başkentin şekillenişiyle somutluk kazanır. Bu yüzden Mi’nin doğaya sığınışıyla askerlerin deniz görünce verdiği tepki benzer nedenlere dayanır.
Politik açıdan birbirine düşmanlaştırılıp karşıt kamplarda konumlanan Ayamei’yle Teğmen Zhao’nun yaşam öyküsü arasında benzerlikler bulunur. Teğmen Zhao da Ayamei’nin Mi’yle karşılaştığı döneme kadarki rejime uygun insan inşa etme uygularından geçer. On çocuklu köylü bir aileden gelen Zhao orduya katılır, bunun temel nedeni yoksulluktur. Marksist ideolojiyi içselleştireceği bir eğitimden geçer. Bu eğitimden geçerken onu yetiştiren teğmen ideolojik propaganda yapar. Köylü çocuğu olan Zhao’nun teğmenliğe terfi etme sürecinde onu yetiştiren teğmenin ifadeleri romandaki eleştirilerin diğer bir boyutunu oluşturur. Batılı ülkelerin Çin Komünist Partisi’ne ve Çin’e düşman olduğu (sosyal psikolojinin stereotip terimi: “biz” ve “onlar” ayrımı); iyi bir asker için halkın baba, diğer askerlerin de kardeş olarak kabul edilmesi gerektiği; bir askerin bireysel mutluluğunu yüce ve ortak ideal uğruna feda etmesinin doğruluğu teğmenin Zhao’yu yetiştirirken kullandığı ifadelerdir: “Vatan sevgisi ve halk sevgisi adına: görev, özveri ve bağlılık!” (s. 20). 21 yaşına geldiğinde erlikten teğmenliğe terfi eden Zhao’nun bu süreçteki değişimi şu şekildedir:
“Zhao gündüzleri büyük bir gayretle çalışıyor, geceleri de aynı hırsla okumayı ve yazmayı öğreniyordu. Köy kökenli olması inatçılığını ve sabrını iyice körüklüyordu. İzin günlerini feda ediyor, Marksist yapıtları incelemek adına, evine gitmekten vazgeçiyordu. Devletin ve sınıf ayrımının olmadığı bir toplumun kurulacağı inancına sıkı sıkıya sarılmıştı; bu düşünce artık onun yaşama amacı hâline gelmişti.” (s. 20)
Zhao ile Ayamei’nin aynı yaşta olup karşıt kamplarda mevzilendirilmesinin bir nedeni de Zhao’nun Ayamei’nin günlüğünü okuduktan sonra yaşadığı kendini sorgulama sürecinde açığa çıkar. Ayamei’yi ölü ele geçirmektense canlı yakalamayı hedefler, bu genç kadının günlüğünden yola çıkarak yaşadığı değişim Zhao’yu etkiler. Balıkçı köyüne gelip vahşi doğa şartlarında onu ararken karşılaştığı deneyimli avcıya yönelttiği soru, yaşadığı sorgulama sürecini belirginleştiren dilsel ifadelerdir:
“-Günün birinde senin gibi bir avcıyı, usta nişancılığı ve soğukkanlılığı nedeniyle, köyün altını üstüne getirmiş olan bir hayvanı vurmakla görevlendirirler. Avcı nihayet avına ulaşır ve bunun, bir kayanın üstüne tünemiş, olağanüstü güzellikte bir kartal olduğunu fark eder. Hayvanın çelik gibi güçlü kasları, bedenini zırh gibi saran simsiyah tüyleri vardır. Gözleriyse, tıpkı bir hançerin keskin ağzı gibi parlamaktadır. Avcı, tek bir kurşunla onu devireceğini bilmektedir. Sence bu muhteşem hayvana ateş edilmeli midir, edilmemeli midir?
-Elbette edilmelidir, diye yanıt verdi avcı, en küçük bir tereddüt belirtisi göstermeden. Bu bizim işimiz, diye ekledi. Avcılar insaf nedir bilmezler.
Zhao başını ellerinin arasına alıp düşüncelere daldı.” (s. 116)
Romanın sonunda geçen bu konuşmanın ardından tekrar Ayamei ormanda aranmaya başlanır. Genç kadın, Ay Bayramı’nı kutlayıp kendi hikâyesini çocuğa sembolik bir şekilde anlatır ve sonraki sabah tekrar dağlara tırmanmak üzere tek başına yola koyulur. Avcı ve askerler eşliğinde arama faaliyetlerini devam ettiren Teğmen Zhao avcının ve askerlerin uyarılarına rağmen ormanın tehlikeli bir noktasında ilerleyip bir kayaya çıkarak dürbünle çevreyi gözlemlerken Ayamei’yi görür, Ayamei de onu görür. Askerler, teğmene bir şey görüp görmediğini sorduğunda Zhao hiçbir şey görmediğini söyler. Teğmen Zhao’nun bu cümlesiyle roman sona erer. Teğmenin avcıdan aldığı cevapla yetinmemesi yaşadığı dönüşüm sürecinin göstergesidir. Avcıların insafsız olmasıyla totaliter rejimler ve otoritelerle, olağanüstü güzellikte diye tarif edilen kartal ise Ayamei özelinde bu hiyerarşik yapının uygulamalarına başkaldıran “özgür” insanlarla (Ayamei ve Mi özelinde Tienanmen isyancıları) eşleşir. Avcıların doğaya verdiği zararla, doğayı yok eden yönetimler de birbiriyle eşleşen diğer ögelerdir.
Romandaki doğa-kent çatışması rejim-özgür birey çatışmasının sembolüdür. Doğanın bileşenleri kartal, dilsiz çocuk, balıkçı köylüler, dağ kulübesi, ağaçlar ve ormanlık alanlar olarak belirir. Aynı şekilde Ayamei’nin günlüğüne düşürdüğü her tarihin yanında “güneş, bulut, yağmur” gibi doğalı/doğayı belirten ifadelerin bulunması insan-doğa ayrışmasını aşmaya yöneliktir, duygular doğayı belirten kavramlarla ifade edilir.
Roman kurgusunda günlük şeklinde tutulan defterinin bulunması 1984 romanında görüldüğü gibi totaliter rejimlerden kaçmaya çalışan “yalnız kahramanın” özgürleşme pratiği olarak kabul edilebilir. Defterin otoritenin yetkilisinin eline geçmesi rejimin teşhir edilmesine yönelik hamlelerdendir. Romanın diğer özelliği de politik polisiye tarzına yakın bir şekilde kurgulanmasıdır. 1984’ün bu romana diğer etkisi de otoritelerin kadın-erkek ilişkisine müdahale etmesi ve özgürleşmeye çalışan bireye boyun eğdirmeye çalışmasıdır. Sosyal psikolojinin grup dinamiği alanında kullandığı “biz” ve “onlar” ayrımını belirten “stereotip” teriminin roman kurgusuna işlendiği görülür. Kurgu açısından değinilmesi gereken başka bir nokta da Ayamei ile vahşi doğa şartlarına terk edilen tapınaktaki heykelin aynı kişi olduğunu avcının dile getirmesi ve bunun da Çin’in geleneksel efsaneleriyle buluşturulması büyülü gerçekçilikten etkilenildiğini gösterir. Terk edilen ve izbeye dönüştürülen tapınak da bir semboldür: Tapınak ile doğa iç içedir, sosyalist dönem öncesi Çin’in sembolü olarak doğayla iç içe alan tapınaktaki heykele yüklenen uhrevi hava geleneksel inançların temsilidir.
Roman tekniği, kurgunun inşası, Çin efsaneleri ve geleneksel inanışları üzerinden ele alındığında edebî açıdan Tienanmen’de İsyan başarılı bir romandır. Sanayi sonrası toplumun yaşadığı hızlı kentleşme sürecinde doğadan kopuşun ortaya çıkardığı yalnızlaşma anomalisi ve duygulardan yoksunlaştırılma gerçeği romanın, günümüz insan gerçeğini yansıtması yönünden diğer başarılı olduğu yönüdür.
Sonuç ve Değerlendirme: Anti Propagandanın Döngüsel Kurgusu
1917’de “Ekim” yaşandığında dünya yeni bir eşiği geçerek tarihte yepyeni bir sayfa açılmıştı. Sosyalist bir rejim inşa eden SSCB yeni sosyalist rejimlerin inşası için ilk domino taşını yıkmıştı. Ardından Çin, Küba, Vietnam, Kuzey Kore, Nikaragua benzer deneyimleri yaşadı. Latin Amerika, Asya ve Afrika halkları da sosyalist bir rejimin inşa edilmesi için ağır bedeller ödedikleri mücadeleler verdi. Bu sürecin en önemli sosyalist yönetimlerine sahip olan SSCB ve Çin tarih sahnesinde önemli roller aldı. Özellikle İkinci Paylaşım Savaşı’ndan sonra başlayan soğuk savaş sürecinde bu rejimlere ve yönetimlere karşı geliştirilen propaganda faaliyetlerinin en önemli ayağını kültür alanı oluşturmuştur. Sinemadan tiyatroya, müziğe, görsel sanatlara ve edebiyata kadar her alanda anti sosyalist propagandaya yönelik içerikler üretilmiştir. Bu bağlamda bu faaliyetler kapsamında soyut ekspresyonizm gibi akımlar Batı emperyalizminin kurumları tarafından icat edilmiştir. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla Tienanmen’de yaşanan isyan aynı tarihsel aralığa denk gelir. Biri SSCB’nin dağılmasının, diğeri de Çin’in daha hızlı kapitalistleşmesinin sembolü olarak okunabilir. Bu tarihten sonra tarihin sonunun geldiği, asıl çelişkinin medeniyetler çatışması olduğu, işçi sınıfının tarih yapıcı bir özne olma özelliğine sahip olmayıp diğer kimlikler gibi bir paya sahip olduğu, sınıfsız toplum düzeninin bir “ütopya”/nostalji olarak kaldığı tezleri öne sürülerek post modernizmin her alandaki etkisiyle insanı insan yapan tüm bütünlükler ve değerler parçalanmıştır. Artık toplumsal mücadelelerin yerini bireyin özgürlük ve kimlik mücadelesi almıştır. Bu önemin itibar gören tezlerini Baudrillard, Fukiyama, Huntington, Negri ve Hardt, Bookchin gibi isimler üretirken Nietzsche, Stirner, Foucault gibi düşünürlerin görüşlerine başvurulmuştur. Geriye “Elveda proletarya!” söylemini dolduracak tezler, pratikler ve sanat akımlarını güçlendirmek kalmıştır.
Totaliter olduğu iddia edilen rejimler çöktükten sonra emperyalizmin globalleşme saldırıları karşısında insan, özgürlük yanılsamasına kapılarak daha fazla sömürülüp yalnızlaştırılmıştır. Bireyin özgürlüğü adı altında çizilen tablonun gizlediği çizgiler tek kutuplu dünyanın kapının aralanmasıdır. Bu tarihsel bağlamda Tienanmen Meydanı’nda gerçekleşen gösteriler Çin’in bu globalleşme sürecine hızlı uyum sağlamasına yöneliktir. Oysaki 1976’da Mao Zedung’un ölümünün ardından Çin hükümeti kapitalistleşme sürecine girmiştir, Sovyetlerde ise glosnast ve perestroyka süreci yaşanmaktadır. Bu süreci hızlandırmaya yönelik bir gösteri de Tienanmen’de gerçekleşmiştir. Gösterilerde enflasyona ve kötü yaşam şartlarına karşı söylem gelişirken gösterilere katılan başka bir grup da kapitalistleşme sürecinin daha da hızlanmasını talep etmiştir.
Mao Zedung’un kurduğu rejimin uygulamaları üzerinden romanda özellikle eleştirilen durum sosyalist düzendir. Meydanda yaşanan katliamdır, bu tarihsel gerçeklik üzerinden yazılan romanın verdiği iletiler ise kurulan düzenin baştan kötü olduğuna yöneliktir. Pozitivizm ve kentleşme eleştirisi doğru temelde işlenir fakat gerçekte Çin’in sosyalizm öncesi rejimi ve dönemi köylü bir halkın açlığı ve sömürülmesi üzerine inşa edilmiş olmasıdır. Diğer yandan romanda Batı’ya karşı açılan sempatik kapı ise tarihsel gerçekliği yansıtmaktan uzaktır çünkü Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra bu bölgede yaşanan sosyal yıkım tarihe kara leke olarak geçmiştir.
Tienanmen’de İsyan kurgusu ve içeriği açısından başarılı olsa da dayandığı ideoloji bakımından 1984’ün, Usta ile Margarita’nın ve Soljenitsin’in karşı propaganda içerikli romanlarından farklı bir yerde konumlanmamaktadır. Romanın yazıldığı 1997 tarihi ise Batı emperyalizminin güçlenmeye başladığı döneme denk gelir. Pekin’de gerçekleşen gösterilerden ve Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından geçen sekiz yıllık süreçte yaşanan insani krize rağmen yazılan bu romanda sosyalist rejime karşı propaganda geliştirmek 1989 sonrası kapitalistleşme döneminin yazar tarafından olumlandığını gösteren başka bir göstergedir. İnsanlığın eşit ve adil bir düzen arayışına karşı geliştirilen kara propaganda da edebiyatın görevi bütünlükleri parçalanmış insan gerçeğine odaklanıp özgür birey yanılsamasını aşmaktır. Bunun yolu da insanı insandan uzaklaştırmak yerine insanı insana kavuşturan köprüleri inşa eden içeriği üretmekten geçer. Tienanmen’de İsyan, köprü kurmaktan uzak bir roman olarak edebiyat tarihinde yerini almıştır. 1984’ün uydusu olmaktan ve ideolojik olarak tekrardan öteye geçemeyen bir romandır.
Kaynakça
Shan Sa. (2003). Tienanmen’de İsyan. Çev. Sinem Yenel. İstanbul: Can Yayınları.
Sennett, Richard. (2016). Kamusal İnsanın Çöküşü. Çev. Serpil Durak, Abdullah Yılmaz. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Bir Cevap Bırakın