“Yaz: 21.08.2025 tarihinde ölü bulunan yıldızın katline ilişkin cinayet soruşturması kapsamında gözaltına alınan şüpheli şahsın ifadesi… Ne? Uzun mu oldu? Düzelt bakalım. Tamam, böyle dursun. Tekrar yaz: Şüpheliye adı soruldu. Adın ne lan?”
“2005 yılının üstünden 20 yıl geçmiş olamaz. ’98 yazını, yani O’nun doğduğu yazı dünden daha iyi anımsıyorum hâlâ. Brezilya-Fransa finali vardı. İzlediğim ilk maç. Böyle bir hastalığım var. Tanıdığım insanların, onları tanımadığım yıllarda kaç yaşında oldukları hesaplayıp kendime üzüntü çıkarıyorum. Onları tanımadığım yılların üzüntüsü. Arkadaş, dost ya da sevgili, hiç fark etmez.”
“Ne anlatıyorsun lan sen?”
“Kalbim, ağzı pas tutmuş bir musluk gibi keder damlatıyor bugün. Amorti size çıktı. İçimde son kullanma tarihi geçmiş bir bomba var, sıkıntıdan patlayacak. Çünkü ben bir günahkârım. En büyük günahım da kendime acımak sürekli.”
“Bana adını söyle, yoksa kırdırırım kemiklerini. Ha, bir de yaşını.”
“Adım mühim değil, yaşımı epeydir saymıyorum. Hayatı umursamayacak denli yaşlıyım diyeyim. Birkaç ömür süren bir sabah uyandım ve baktım; büyümüşüm. Çocukluk bir büyü gibi geliyor şimdi. Ve ben onu geri getirecek tılsımlı sözcükleri unuttum. Hayatın hiçbir dönemi çocukluk kadar uzun gelmiyor, fakat en çabuk da o geçiveriyor. Keşke biraz daha çizgi film izleseydim.”
“Yaz: Şüpheli alenen akli dengesi bozuk taklidi yapmakta olup… Bana bak lan, yaşını söyle, başlatma hikâyenden!”
“Dediğim gibi yaşımı unuttum, evin anahtarını ya da bozuk para benzeri basit şeyleri unutur gibi. En son ne zaman bir yaş pastanın üzerine dikili mum yığınına üflediğimi de. Hayatın ne olmadığıyla ilgili ciltler dolusu fikrim var, ama ne olduğuna dair iki satır his yok içimde. Sadece 1 gün doğarsın, geri kalan 364 gün öldüğündür. Sadece 1 gün pastalar ve üflenen mumlar, geri kalan her gün bu kesif can sıkıntısı ve umutsuzluk. Hem böyle karamsar konuştuğuma bakmayın, intiharla aramda çok uzun mesafeler var. Arada sırada eski bir bağımlılık gibi aklıma geliverse de onu canım çekmiyor hiç. İntihara duyulan yakınlık ile yaş arasında ters orantı söz konusu.”
“Yaz: Şüphelinin yaşı tespit edilememiştir. Üzerinden kimlik de çıkmadığından… Ne çıkmıştı bunun üzerinden? Ne kitabı? Bana bak lan, ne bu kitaplar? Şiir miir?”
“Elime yeni şairlerden birinin kitabını aldım, birkaç sayfa okuyup kapattım. Şiirin iç sıkıntısına iyi gelmesi gerekiyor, içimdeki sıkıntıya sıkıntı eklemesi değil. İnsanın ömrü epey kısa tüm bu yazılmış kitapları okumaya. Okuyan için en az iki misli bir vakit lazım. Lazım ama bu yazarlar o zaman da boş durmaz, iki misli kitap yazarlar. Zaten şairlerin, yazarların çoğu, kendi mallarının çığırtkanlığını yapan birer sosyal medya tüccarı artık. Ölüp de bu pespayeliğe bulaşmamış olanlar ne şanslı. Ölmeden evvel lise kitaplarına girmiş, müfredatta hüzün satan gururlu ve sahici şairleri özlüyor belleğim.”
“Bellek mi?”
“Evet. Belleğim. Ciddiyetiyle beni allak bullak eden bir bunalım. Bu bunalımla yaka paça kavga eden belleğim. Sokaklar, televizyon, internet… Her yer benzer bir motivasyonla çevrili. Sermaye sınıfı, alt tabakaya ucuz teselliler üretmekle mükelleftir. Oysa ben ne psikiyatra gitmek istiyorum ne tövbe edip secdeye kapanmak ne de bir papaza gidip günah çıkarmak.”
“Yaz: Şüpheliye soruldu, neden bu isteksizlik?”
“Çünkü uykusuzum. Geceyi bir fahişeyle geçirdim. Uyumaya çalışarak. Kadının profesyonel kariyerindeki en tuhaf müşterisiymişim, öyle dedi. Mesleği icabı bir fahişeden bahsediyorum. Kadının kişiliği hakkında bilgim yok. Çok yorgunum.”
“Böyle konuşma ulan şüpheli! Sen bu metnin kahramanısın.”
“Hangi oyunun kahramanlığı bu, hayatın mı? Hayat, içinden kahraman çıkmayacak denli çirkin bir bataklıktır. Oyunu tanımayanlar, kahramanları tanıyıp da ne yapacak? Kahraman dediğiniz herkes de aslında bir yabancı. Ve yabancılaşan bireyde acınası bir zıtlık barınır; bir yanda toplumdan uzaklaşıp bağları koparma meselesi, öbür yanda öteki insanlarla birlikte olup topluma karışmaya duyulan ihtiyaç.”
“Yaz: Şüpheliye soruldu, aynı lisanı konuşan insanlar arasındaki bir yabancılıktan mı söz ediyorsunuz?”
“Aynı lisanı kullanmak engel değil yabancı kalmaya.”
“Anlamadım…”
“Ben de anlamıyorum. Kuşlar göç ediyor, anlamıyorum. Günde binlerce araba geçip gidiyor penceremin önünden, anlamıyorum. Her şeyi ve herkesi anlamam bekleniyor, her şeyi ve herkesi damıtıp içime atmam. Çünkü elimde kalem var. Çünkü kan damlıyor parmaklarımdan. Çünkü kâğıdın üzerinde adım yazılı. Oysa toprağın ne altında ne de üstündeki hikayelerinize inanıyorum. Hatta göğün sonsuz fanusunun üzerine nakış diye işlenmiş koyu yangınlarınız yere inse, ona da inanmıyorum. İnanmıyorum ve inanmadığım için anlamıyorum.”
“Ulan şüpheli, koyu bir yalnızlık değil mi bu?”
“Bugün Pazar. Tanrı altı günde yaratmış alemi ve yedinci günü tatil yapmış. Ben de kendi yarattığım yalnızlığın tatilindeyim her gün.”
“Sevgiyi de mi dışlıyorsun lan katil piç?”
“Sevmek bu coğrafyada yabancı bir dil. Herkes öyle ya da böyle yanlış biliyor sevmeyi, yanlış anlıyor. Ailesinden gördüğü şımarıklığı yahut duygusal istismarı, travmayı sevgi sanıyor kimisi. Saf sevgi görünce başını kuma gömüp kaçanlar bundan. Ve sevmeyi bilmeyen toplumlar, varoluşunu tamamlayamamış birey cesetlerinden bir tarla gibi. Susuz, kuru bir tarla. Bu yüzden her sabah dünyanın simyasını çözmek istercesine burç sayfalarını okuyorsun. Yerde bulamadığın ne varsa göklerde arıyorsun. Çünkü bağlanabileceğin bütün inançlar kurumsallaştı. Tanım yapmadan hissetmen günah. Ama bütün teselliler gibi burçlar da bir işe yaramıyor ve doğruyu falan söylemiyorlar. Yıldız falcılığı. Kişiliğini oturtamamış milyonlarca benzerin, burç köşelerinde yazanların kendi kişilikleri olduğu safsatasına inanıp ona göre davranıyor ve bunu kendi kişilikleri haline getiriyorlar.”
“Yaz: Şüpheliye neler saçmaladığı soruldu. Lan burçlar ne alaka, bir de bu saçmalıklara mı inanıyorsun?”
“Burçlar, kullanma kılavuzu gibi bir şey benim için. Ne diye çaba harcayayım tanımak için bu fabrikasyon tipleri? Açıp bak, hazır cevaplar orada duruyor insanları tanımak istiyorsan. Fallara inanacak denli umutsuz vaka her biri. Burcuna ne kadar benzersen o kadar ait hissedeceksin kendini hiç eklemlenemediğin topluma. Çünkü herkes korkuyor yalnız kalmaktan. Benzersiz, tek, biricik olmak ürkütüyor insanları. Tüm bu burç saçmalıkları da bunun hizmetçisi işte. Bunların çizdiği şablon kişiliklere sıkıştırıp duruyor herkes kendini. Burçlar insanlara uymuyor, insanlar kendilerini uyduruyor onlara. Olmadığın biri gibi davranmak kadar pespaye ne var ki hayatta? Biliyorum, düşüncelerimin hiçbir geçerliliği yok sizler için. Olsun. Ben de savunmazsam kim savunur onları?..”
“Yaz: Şüpheliye şiddetle sadede gelmesi tavsiye edildi. Bak güzel kardeşim, anlat gitsin. Ne diye kaçıyorsun? Kaçacak bir şey yok ki. Her şey ortada. Burçmuş, falmış, toplummuş… Hadi, mesaiyi bitirip evlerimize gideceğiz daha. Bizi de düşün. Sen mi öldürdün o Yıldız’ı?”
“Peki. Hiçbir şey değişmeyecek ama anlatacağım gene de. O geceydi. Bir yıldız düşmüştü İnciraltı taraflarına. Biz Bostanlı tarafında oturmuş izliyorduk. ‘Benim dileğim tutmaz, sen tut’ deyip O’na bırakmıştım dilek hakkımı. Düşen bir yıldızın dileğini tutan Yıldız. Yola ilk kez çıktığım yol arkadaşım. Yoldaş ne demek, yaren demek. O ince, esmer ellerini çocuk gibi kavuşturmuş, yüzünde bir gülümsemeyle tutmuştu dileğini. Dilek dediğim iki taneymiş, sonradan söyledi. Biri benim sıhhatim, diğeri meçhul. Biliyordum felaketi. Yıldız annemin saçlarından tuttuğu an, doğmuştu içime gece gibi. Bir nehir olup içime akmıştı o felaketin müjdesi. Felaketin kendisinden kötü olan, o felaketten zevk almaktır. Benim yaptığım da buydu. Sonra… Sonra bebek arabasıyla dolanan adamın durup ‘Sizin var mı?’ diyerek çocuğunu göstermesi. Yumurta’daki gibi. Ama ne ben Nejat’tım ne o Saadet ne de Bostanlı sahili o yüce Ödemiş dağları… Yaren dizimde, Ege denizi yanı başımızda, başucumuzda ise düşen Yıldız. Yaren. O küçük kız çocuğu. Ege. Fırın tezgahına çenesini dayamış. Yıldız. Adını sıralıyor tekerleme gibi. Zamanın acımasız kara kutusuna atılıp unutulacak o gece. İnsanın zamana karşı durumu ne kadar çaresiz ne kadar trajik. Benim dışımda herkesin unutacağı o gece. Boşluktaymışım. İçimin uçurumuna düşmüş o Yıldız. Öyle dediler. Halbuki boşluk da bana ait, içime düşen yıldız da. İyi ama hangi yıldızdı benim dileğim; düşen mi, yanımdaki mi? Hangi yıldızdı düşen; gökteki mi, yanımdaki mi?”
“Yani?”
“Yanisi… Yıldız’ı ben vurmadım. O kendi düştü. Öldü.”
“Yaz: Şüpheliye sorulacak soru kalmadığından kendisinin baştan aşağı bir soru işareti olduğu tespit edilmiş olup, 2025/08 sayılı Yıldız Cinayeti soruşturması kapsamındaki ızdırabına ilişkin tutukluluğunun devamına karar verildi.”
Resim: Burhan Uygur
Bir Cevap Bırakın