2. Dünya Savaşı denilince sinema izleyicilerinin aklına ilk fırsatta gelen filmler, genelde ‘Hollywood’ sineması tarafından kodlanmış özelliklere uygun filmler olur hep. Bu filmler de genelde majör bir kahramanlığın yahut estetize edilmiş bir savaş şiddetini içeren filmlerdir genelde. Bu kıstası aşan ve sinema tarihine adını kazımış eserler de vardır elbette.
Japon sinemasının hem tematik açıdan hem de tabu haline gelmiş toplumsal konuları ele alışı bakımından en aykırı yönetmenlerinden biri olan Masaki Kobayaşi imzalı Ningen No Jôken (Tr.: İnsan Manzaraları, İnsanlık Halleri vs.) de yukarıda değindiğim türden filmlerden biri. Film 1959 yılında, yani 2. Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde, 2. Dünya Savaşı’ndan en ciddi hasarlarla ayrılmış halklardan olan Japonya toplumunun travmalarıyla yüzleşen bir film. Başrolündeki -büyük hayranı olduğum- Tatsuya Nakadai’nin Kaji isimli karaktere kelimenin tam manasıyla hayat verdiği 3 filmlik bu seride, söz konusu savaşın seyriyle beraber başlangıçta savaş karşıtı bir bireyin diyalektiğe uygun biçimde kişiliğinde ve hayatında meydana gelen epik değişimlere tanıklık ediyoruz.
— Spoiler Uyarısı —
Kaji sol eğilimleri olan, işçi yanlısı ve savaş karşıtı bir işyeri denetçisidir. Kendisiyle evlenmek isteyen Michiko’yu, 2. Dünya Savaşı’nın en cafcaflı günlerini yaşadıkları için reddetmek zorunda kalır hep. Çünkü ardında dul bir kadın bırakma ihtimali vardır… Buna ilaveten işyerine yazdığı yüzlerce sayfalık raporlarda, yönetim tarafından teorik olarak başarılı bulunsa da pratik olarak karşılığının bulunmadığı ifade edilen sosyalizm yatkınlığı görülür.
Bir gün kendisine Japon ordusunun işgali altındaki Güney Mançurya’da bulunan bir madende çalışması için teklif götürülür. Teklifi kabul ederse hem askerlikten muaf olup o hiç sevmediği savaşa taraf olmak zorunda kalmayacaktır hem de Michiko ile evlenip mutlu bir yuva kurabilecektir. Eşyanın tabiatı gereği teklifi kabul eder ve Michiko ile Güney Mançurya’ya giderler.
Şirketin Güney Mançurya’daki madeninde şefler ve üst yönetim Japonlardan, ağır işlerde fahiş ücretlerle ve kısıtlı imkanlarla köle gibi çalıştırılanlar ise yöre halkından oluşur. (Bu arada Mançurya dediğimiz yer, Doğu Asya‘da bugünkü Çin‘in kuzeydoğu bölgesi ile Rusya‘nın Primorski bölgesini kapsayan tarihî bir bölgedir. Adını bölgenin yerli halkı olan Mançulardan almıştır. En önemli bölümü olan Güney Mançurya ise büyük bozkırlar ile kaplıdır. Serinin birinci filmine konu olan Japonya’nın Mançurya istilası 18 Eylül 1931’de başlamış, Japonlar bölgede Mançukuo adında bir kukla devlet kurarak işgali 2. Dünya Savaşı sonuna kadar sürdürmüşlerdir.)
Yeni bir hayata, olağandışı bir sorumluluğa atılan Kaji, işçilere karşı insancıl bir yaklaşımı benimser ve bundan ötürü işlerin yürütülmesi için şiddet uygulama yanlısı olan öteki şeflerle çatışmak zorunda kalır. Yine de savunup uyguladığı işçi yanlısı ve daha yumuşak yönetim şekli verimi yükseltip üretimi artırmış olduğundan, yönetim sonuçtan memnun kalır ve Kaji’nin bu aykırı kişiliği tolere edilip görmezden gelinir.
Ne var ki bir gün Japon ordusu, madenlerde çalıştırılmaları için 600 küsur kişilik bir esir grubunu şirkete teklif eder. Adı “teklif” olan bu dayatmanın asıl sebebi ise, ordunun elinin altındaki esir popülasyonunu azaltıp masrafları kısmaktır ve kışlayla arayı iyi tutmaya çalışan şirket patronu bu teklifi Kaji’nin bütün karşı çıkmalarına rağmen kabul eder. Bir yük treniyle getirilen esirler, trenden indikleri gibi üzeri erzakla yüklü at arabasına Batı sinemasının zombileri gibi saldırırlar. Sahne takdire şayandır, zira devamındaki sekansta elindeki kırbaçla esirlere vurmak zorunda kalan Kaji’yi ilk kez şiddet uygularken görürüz.
İlk başlarda Kaji mevcut diğer işçilere olduğu gibi bu yeni esir-işçi gruba da gayet insancıl şartlar sunmaya çalışır. Fakat Çinli esirler kaçma teşebbüslerinde bulunur, hatta birkaçı bunu başarır. Kaji’nin düşüncesi ortak paydada buluşmaları halinde hem kendisinin hem de esirlerin bu kötü koşulları en az zararla geçirerek savaşı atlatacakları yönündedir. Ancak kazın ayağının öyle olmadığını görür; Çinli esirlerin firar teşebbüsünü bastırıp geride kalanlar esir-işçilere gözdağı vermek isteyen askerler, teşebbüste bulunanlar hakkında idam kararı verirler. İnsanlık onurunu ayaklar altına alan, çağın uzağında bir samuray katanası ile yapılan bu idam esnasında Kaji daha fazla dayanamayıp isyan eder, onun isyanından etkilenen diğer işçiler de ufak çaplı ayaklanır.
Günlerce işkence görür ve işbirlikçi bir ajan, Japonların yüz karası, kızıl komünist olmakla suçlanır Kaji. Gene de hiçbir kanıt olmadığı için serbest bırakılır bırakılmasına ya, aynı gün kendisine muaf olduğu askerlik için ordu yönetiminden celp gelir. Kendisiyle daha fazla uğraşmak istemeyen işyeri yönetimi ve ordu mensupları, verdikleri söze rağmen Kaji’nin muafiyetini bozmuş ve kendisini er rütbesi altında orduya çağırmışlardır.
İşin derinine inildiği vakit militarizmin ve ordu disiplini denen şeyin ne denli saçma bir şey olduğunu, akabinde savaşın nasıl bir felaket ihtiva ettiğini görmek isteyenler bu serinin özellikle ikinci filmini izleyebilirler.
— Spoiler Uyarısı —
“Burada ölmekle bir köpek gibi ölmek arasında hiç fark yok. Sadece bir ahmak, savaşta ölürse arkasından ağlayacak annesinin gözyaşlarını umursamaz.”
İlk filmdeki hümanist, hatta yer yer pasifist Kaji’nin askerlikteki saçma sapan ‘alt devre-üst devre’ ilişkileri nedeniyle hafiften çıldırmaya başladığı filmdir bu. Askerlik yapanlar iyi bilir, bizim şanlı ordumuzda da bu tip alt devre-üst devre saçmalıkları halen devam eder ve bunun çok önemli bir gelenek, hiyerarşinin gereği olduğu vesaire savunulur. Oysa ister 20 yaşında genç olsun, isterse de orta yaşlı bir başkası; kimse bu tip baskı ve mobbingin bireyde bıraktığı hasarı önemser gibi değildir.
Artık ‘ordunun malı’ olan ve her türlü haksızlığa karşın sükunetini koruyup kendini görevine veren Kaji’nin rütbesi, bütün eğitimi ve özgeçmişine karşın siyasi sakıncası sebebiyle “er” olarak kalır. Yıllar sonra benzer temayı işleyecek olan Kubrick’in Full Metal Jacket’ında olduğu gibi, Kobayaşi’nin bu devam filminde de acemilik eğitimi devam ederken gördüğü baskı ve fiziksel-psikolojik şiddet karşısında çözümü intihar etmekte bulan naif bir asker vardır. Söz konusu askerin ölümü hikayenin dinamiği açısından önem arz eder, zira sonrasında Kaji’nin karakterinde de bu haksız ölüme bağlı olarak intikam duygusunun geliştiğini ve öç alma güdümlü birtakım davranışlar sergilemeye başladığını fark ederiz. Kaji’deki köklü değişimlerin başlangıcıdır bir nevi bunlar. Bu yeni cehennemde, Kaji’nin bir de arkadaşı vardır üstelik; kendisi gibi sosyalizm sempatizanı olduğu için, üç yıllık askerlik hayatı boyunca bir gıdım bile rütbe alıp ilerlemesine olanak verilmemiş Shinjo.
Shinjo da ‘kızıl’ olduğu için tıpkı Kaji gibi ordu içerisinde sevilmez, hatta Kaji ile baş başa sohbet ettikleri zaman hemen ispiyonlanırlar ve klasik bir refleks sonucu bir kere daha ajanlıkla suçlanırlar. Bütün bu olanların yanında, Shinjo umudunu da saklı tutmuştur hep; Çin sınırında askerlik yaptıkları için durmadan sınırın öteki yakasındaki Sovyet topraklarına bakar durur, insanca yaşamın olduğu topraklardan bahseder. Ve bir gün ordu içerisinde işkence gördüğü esnada, tesadüf eseri meydana gelen bir yangından istifade ederek o çok istediği, hayalini kurduğu Sovyet topraklarına firar eder. Kaji ve müntehir askerin ölümüne sebep olan üst devre asker onu durdurmak için peşinden giderler. Kaji’nin kovalama sebebi Shinjo’nun bir delilik yapmasını engellemektir, diğer askerinki ise düşmanca bir güdülenmedir. Fakat her yanı bataklık dolu arazide hem Kaji hem de üst devre asker batağa saplanırlar ve Kaji tam o an Shinjo’nun ardından:
“Kaç Shinjo, kaç!” diye bağırır. Bu esnada Kaji kendisini bataklıktan kurtarmıştır fakat müntehir askerin intiharına sebep olduğu gibi, kendisine de pek çok kez eziyet eden üst devre askeri kurtarmak için geri döner ve tekrar bataklığa saplanmak pahasına da olsa ona yardım eder.
Devamında bataklıktan sağ kurtulup hastaneye gider Kaji. Üst devre asker ise isterseniz ilahi adalet deyin, isterseniz karma, ölür o bataklıkta. Hastanede Tange isimli bir askerle karşılaşır Kaji. Tange sivilde tesisatçıdır ve tesisatçılık gibi nitelikli bir meslek sahibi olmasına rağmen diğer meslektaşları gibi askerlikten muaf tutulmamıştır. Çünkü o da Kaji ve firari Shinjo gibi -ve belki filmde adı geçmese de başka diğer binlerce Japon asker gibi- aykırıdır, kızıldır. Bu durumu Tange şöyle açıklar:
“Bazı tipleri orduda tutmak daha güvenli oluyor…”
Serinin bu filminin son sahnelerinde Kaji ve birliğini, Sovyet ordusunun geçiş güzergahı üzerine adeta satrançtaki önemsiz piyonlar gibi dizerler. Otomatik silahlara ve modern tanklara sahip Sovyet askeri birliği ezer geçer Japon birliğini. Kaji’nin gitgide artan liderlik vasıflarını görürüz buralarda. İstemediği bir ortamda, belki aynı dünya görüşüne sahip olduğu düşmanlarının karşısında, hiç ummadığı sorumluluklar alarak keşfeder bu yanını Kaji. Bununla birlikte tankın yanında otomatik tüfeğiyle ilerleyen Sovyet piyadesi, Kaji’nin ilk cinayetidir diyebiliriz. Yine de savaşta bile olsa bu durum Kaji’ye oldukça yabancı ve dehşet verici gelir. Kendi yabancılaşmasını yaşarken buluruz onu.
Söz konusu savaş sahnesinde Kaji ve arkadaşının tanktan kaçarken ezilmemek adına hendeğe atladıkları ve hemen üzerlerinden tankın geçtiği kült planlar bulunmakla birlikte, ayrıca filmin gelişim kısmında kışlada iken Kaji ile Michiko’nun seviştiği, Kaji’nin karısının resmini hafızasına kazımak için pencere ışığında çırılçıplak soyunmasını istediği sahneler de hem hikaye anlatıcılığı hem de sinematografi açısından çok kıymetlidir.
Serinin bence en güzel filmi hem sinema dili hem de senaryo açısından, 1961’de çekilen üçüncü ve son filmdir (diğer iki film gibi bu film de aynı isimle girmiştir vizyona). Kobayaşi hem Japon faşistlerine hem de -filmin bütünlüğü bakımından- sözde sosyalist Sovyet tarafına acımasızca tokadı yapıştırmıştır.
— Spoiler Uyarısı —
Kaji’nin birliği, ordu tarafından gözden çıkarılıp bir piyon gibi Sovyet ordusunun modern tanklı, otomatik tüfekli birliğine feda edilmiştir ve Kaji iki arkadaşıyla beraber
(Terada ve diğer astsubay) geriye kalmışlardır. İlk filmde tende bir kızarıklık gibi duran, ikinci filmde ise tabiri caizse sivilceye dönüşen Kaji’nin kişiliğindeki şiddet eğilimi, bu filmde artarak yüzde bir çıban gibi sırıtmaya başlar; Ruslar geride kalan Japon cesetlerini ve etrafı kolaçan ederken deliren başka bir Japon askerini sırf ses çıkarmasın diye, ayrıca Rus kamyonlarının ve askerlerinin geçtiği yolun tepesindeki Rus askerini ise tepeyi aşabilsin diye öldürmek zorunda kalmıştır. İkinci filmde vurduğu Sovyet askerle beraber bu üç ölüm Kaji’nin hatırına gelip durur. Berrak bir suya simsiyah bir mürekkep atılmıştır artık ve su bulanır.
Artık Kaji için tek bir yol vardır bütün bu vaziyet içinde: karısı Michiko’ya kavuşmak. Bu uğurda arkadaşlarıyla beraber yürümeye başlarlar. Sonsuz gibi duran ormanlarda kah kaybolur kah aç kalır, ama gene de yürümeye devam ederler. Kaji gruba liderlik etmektedir. Emir komutanın kendisinde olması gerektiğini ve bir er parçasından emir alamayacağını iddia eden astsubayın gömlek yakasındaki rütbesini söken Kaji, artık ne ilk filmdeki ılımlı Kaji’dir ne de ikinci filmde kendisine yapılan bütün hakaretlere sabırla karşı koyup iyiliğin, sükunetle çalışmanın gücüne inanan Kaji’dir. O artık sevdiği kadına kavuşabilmek için yanıp tutuşan, kötülüklere kötülükle cevap veren, kendi meselesi içinde sıkışıp kalmış yapayalnız bir adamdır.
Ormanda rast geldikleri sivil Japonlarla yaşadıkları açlıklar, bebeği açlıktan ölen Japon kadın, açlık yüzünden yenilen mantarın zehirlediği diğerleri, ormanda kendini ağaca asan genç kadın… Bir sürü çirkin yanını görürüz savaş sonrasının… Yolda yenik Japon ordusunun birçok başka askerine rastlarız, bunlardan biri de halen muhafaza edilen ve komutanının romantik militarist karakterinin gözümüze çarptığı bir birliktir. Rus askerlerinin kaçırıp tecavüz ettiği, daha sonra da hızla giden kamyonun kasasından yola fırlattığı kadınları görürüz. Komünizm sempatizanı ve kızıl ordu hayranı Kaji bu durumu anlayamaz başta, yadırgar. Nasıl olur da insanlık onuru için ant içmiş Kızıl Ordu’nun mensupları böyle davranmaktadır?
Hastaneden arkadaşı, kendisi gibi sosyalizm/komünizm sempatizanı Tange’yle yolları tekrar birleşir ve ikisi tarafından bir önceki paragrafta değindiğim bütün bu sorgulamaların yapıldığı diyalogları görürüz bolca. Tange’nin, dağılmış ve yenilmiş Japon ordusundan geriye kalan elli kişilik birlikte savaşmak istemeyen askerleri infaz eden ve son bir hücumla Japon ordusunun namusunu kurtarma meraklısı olan komutana karşı çıktığı sahne çok önemlidir. Savaşın sonlandığı yahut savaşta umudun tükendiği anlarda rütbenin anlamsızlığı verilir izleyiciye. Tange kendisiyle anlaşamadığı için Kaji ile müzakere etmek isteyen hayalperest komutana:
“O da benim gibi bir barut fıçısıdır ama fitili daha kısadır.”
der. Fakat Tange teslim olma yanlısıdır, çünkü sosyalizme ve Sovyetlere inancı tamdır. Teslim de olur. Tange’nin teslim olduğu sırada bir ağaçkakan sesini otomatik tüfek sesi zanneder Kaji ve tabii ki izleyici de. Aklımıza teslim olan Tange vuruldu mu sorusu gelir hemen. Bu gibi detaylarla izleyicinin atmosferi algılaması pekiştirilir.
Tecavüze uğrayanlar arasında bir genç kız vardır, yanında ablasına tecavüz eden Rus askerini görünce kafayı yiyen ergen erkek kardeşi ile kaçarlar savaştan. Kaji kızı ve kardeşini evine sağ salim teslim etmeleri için, kendilerine sonradan katılan Kirihara ve diğer askere teslim eder. Bir gün sonra kızı emanet ettikleri askerler karşılarına çıkar. Kıza ve kardeşine ne olduğunu soran Kaji’ye:
“Namusunu bir Rus’un kirletmesini önledim!”
der Kirihara. Kaji ceza vermek adına adamların ellerindeki mühimmatı alıp onları çulsuz çuvalsız bırakır ormanda. Kaji’nin ilk filmden bu yana gelinen noktadaki kişilik değişiminin en çarpıcı örneklerinden biridir bu da. Gerektiğinde adaleti sağlamak adına zulme başvurabilmektedir artık.
İlerleyen sahnelerde kendilerine pusu kurarak yenilmiş Japon ordusundan intikam almaya çalışan Çinli köylülerle çarpışırlar. Kaji hiç düşünmeden, hayatta kalma güdüsüyle öldürür gene adamları. Bunun yanında bir Sovyet birliğini de yok ederler. Özellikle çalılardan çıktığı esnada aynısını yapan Sovyet askerle göz göze gelip ellerini havaya kaldırdıkları, sonra bir nefes silahına sarılıp adamı öldürdüğü sahne sinema sanatı açısından çok etkilidir (ki aynısı olmasa da bayağı benzer bir sahneyi 1957 yapımı The Bridge On The River Kwai‘de, ormanda Japon askerle özel tim Amerikalı askerin karşılaştıkları sahnede de görürüz).
Gel zaman git zaman derken, Sovyetlere teslim olmak zorunda kalırlar. Sovyetlerin büyük vaatlere rağmen oldukça zalim ve adaletsiz tavırları Kaji’yi adeta çıldırtır. Kaldı ki o çok büyük ümit beslediği Kızıl Ordu’nun esir kampında bile adı “sabotajcı”ya çıkmıştır, hem de kendi insanlarınca fişlenmiş bir komünist olmasına rağmen. Kıza tecavüz eden (biz göremesek de, hatta belki devamında öldüren) Kirihara ise, kişiliksiz çoğu insanın belirgin huyu olan bir kıvraklıkla kendini Sovyetlere de kabul ettirmiş ve bir anda “yoldaş” oluvermiştir esir kampında. Kaji’den öç almak için Kaji demiryolu inşaatı sürgününe gönderildiği esnada hasta yatan ve Kaji’nin hamisi olduğu Terada’yı bok çukurlarında öldürür. Demiryolunda tekrar denk geldiği Tange ile kampa döndüğü vakit bu haberi alan Kaji, Sibirya’ya sürgüne gidecek olan Tange’ye artık açık açık kaçma planlarını anlatır. Kaçtığı gece ise son iş olarak Kirihara’yı tıpkı Terada’ya yaptığı gibi zincirle döve döve bok çukurunda öldürür Kaji. Ve dudaklarından dökülen şu cümleler, artık içindeki insanlığın savaş nedeniyle ne kadar yıprandığının, ne hale geldiğinin özetidir sanki:
“Senin gibi ibnelerin ölmesi çok zaman alıyor ve olan o arada ölen iyi insanlara oluyor!..”
Dikenli tellerden sıvışarak kaçan Kaji’nin geniş bozkırlarda, açlıktan ölmek üzere iken cebinde Michiko için çaldığı hamur köftesi ile kendi kendine konuşmaları, hayalleri, sanrıları… Bütün bu akış içinde son bulur Kaji’nin hikayesi.
2. Dünya Savaşı’nı bir kahramanlık nişanesi, cephe sporu, hatta nostalji gezintisi gibi resmeden Hollywood filmleri yerine Ningen No Jôken gibi, Idi i Smotri gibi, bizzat Almanların çektiği Das Boot gibi filmler vasıtasıyla anlamaya, öğrenmeye çalışırsak, tarihi bir sorumluluğu da yerine getirmiş olacağız diye düşünüyorum. Çünkü saydığım bu filmlerdeki rezil vaziyetlerin, insan kırımının, tecavüzlerin, cinayetlerin, emek gaspının, her şeyden mühimi toplumsal travmanın bir tanesi dahi, söz konusu savaşın birebir muhatabı ülkelere kıyasla ülkemiz insanlarının hiçbiri tarafından yaşanmadığı için bizim algımız biraz sanat çerçevesinde sıkışıp kalıyor (ister istemez).
Kendimce, hem kendim hem de sizler için karaladığım bu yazıyı gelişigüzel, belli bir sahne sırası takip etme kaygısı gütmeden yazdım. Filmi izlediğiniz vakit sadece müthiş bir hikayeye, yahut başta Tatsuya Nakadai olmak üzere bütün oyuncuların epikleşen performanslarına tanıklık etmeyeceksiniz; bütün bunların yanında hem kendi ırkdaşı Japonlara hem de fikirdaşı Sovyetlere acımasızca eleştiriler getiren Masaki Kobayaşi ustanın nasıl iflah olmaz bir muhalif olduğunu, doğrudan ve iyilikten yana tavrının ne derece keskin olduğunu göreceksiniz. Çünkü hikayenin ana kahramanı Kaji gibi filmin rejisörü Kobayaşi de Mançurya’da askerlik yapmıştır (hem de 6 yıl) ve gene tıpkı Kaji gibi her zaman erbaş olarak kalmıştır. Fakat Kaji’nin tersine, Kobayaşi kendisine teklif edilen terfileri elinin tersiyle reddetmiş, kendisiyle yapılan bir röportajında “Evet, Kaji benim” diye de beyanat vermiştir.
Bir Cevap Bırakın