Her şeyin hızla tükendiği bir çağda, düşüncenin bile bakıma muhtaç olduğu bir zaman diliminde… Murat Batmankaya, “Yaralı Zarafet” ile insanın kırılgan yanına bir etik ve estetik teklif sunuyor.
Cağaloğlu yokuşunun gürültüsünden sıyrılıp bir sokağa sapıyoruz. Neon tabelalar, hışımla karıştırılan çay bardaklarının uğultusu, nice parfümle yarışan kâğıt kokusu… Bütün bu karmaşanın ortasında, camında solmuş bir kedi silueti bulunan bir kapı: Çizmeli Kedi Yayınları.
İçeri girer girmez bizi büyülü bir dünya karşılıyor. Duvar diplerinde üst üste dizilmiş kutular, paketlenmeyi bekleyen kitaplar, masaların üzerinde yarım kalmış mizanpajlar, kargoya gidecek koliler ve zarflar… En son çeyrek asır önce üretilmiş nadir müzik kasetleri… DVD furyasından kalmış kült filmler… Taş plaklar ve CD’ler… Ama bu düzensizlik dahi bir tür düzen. Zira burada her şey devinim hâlinde; burada emek tozla karışıyor, düşünceyle paketleniyor.
Murat Batmankaya masanın ucunda, bir kitabın sayfa provalarına göz gezdiriyor. Masasında bir fincan kahve, yanında kurşun kalemle alınmış notlar, duvarın önünde ise baskıdan yeni çıkmış Yaralı Zarafet kitapları.
“Burası bir yayınevi kadar bir düşünce laboratuvarı,” diyor gülümseyerek. “Düzenli değil, ama canlı. Düşünce de öyle değil mi zaten; tozla, tortuyla birlikte var olur.”
Kırılganlığın atölyesi
Murat Batmankaya’nın son kitabı Yaralı Zarafet, adının da ima ettiği gibi bir kavşağı işaret ediyor: İnceliğin kırılmayla, zarafetin acıyla temas ettiği o hassas eşiği.
Batmankaya, “Bu kitabı yazarken kendimden çok çağımızı dinledim,” diyor. “Hepimiz çatlıyoruz; ama o çatlaklardan içeri nadiren ışık sızıyor.”
Masadan bir nüsha alıyor, kapağını aralıyor. İlk sayfada şu cümle: “Kırılganlık, insanın en sahici hâlidir.”
Kitap, yüz kadar aforizmadan ve her birine eşlik eden küçük düşünce metinlerinden oluşuyor. Ancak bunlar öyle “özlü söz” toplamı değil; her biri, kırılma deneyiminin etik ve kültürel yüzünü yoklayan birer küçük deneme.
“Defterine yahut hafızasına yazacağı türden aforizma arayanlar için yanlış tercih olabilir bu kitap,” diyor Batmankaya. “Ben o cümleleri büyükçe bir yap-boz’un köşe bentleri gibi gördüm. Devasa kapıları açan bir demir anahtar… Ama bir aforizma gibi okuyanı çarpsın da istedim. Hatta o sarsıntının yankısını bile duymak istedim. Bu yüzden her aforizmanın arkasına bir eşlik metni ekledim. Düşünceyle duygunun arası bazen bir cümle kadar kısadır çünkü.”
“Yaralı Zarafet” ne demek?
Bir hafta boyunca kurduğu cümle sayısı 100’ü geçmeyen bir adam Batmankaya… En kötü günlerini de, en iyi günlerini de biliyorum. Nagisa Oshima, Kurt Masur, Günter Wallraff gibi ‘büyük’lerle konuşmuş olmasına, yüzlerce kitap çevirip, onlarca kitabı yayımlanmasına rağmen ortalıkta pek görünmeyen ve çok az konuşan biri. Ancak bugün nedense pek hevesli… Söze kitabın adını izahla başlıyor:
“Yaralı zarafet, incinmişliğin terbiyesi demek. Bir yanıyla eksik sevinç demek. Kırılganlığı bir duyarlılık biçimi olarak okumaya çalıştım. Biliyordum ki her yara bir farkındalık üretir. Zarafet ise o farkındalığı taşımayı bilmektir.”
Sonra uzanıyor, balkon saksılarıyla yarışan kupasından bir yudum alıyor. “Uganda kahvesi gibisi yoktur” diyor büyük bir keyifle. Ve birden ağzının içine içine konuşuyor. Konuşuyor mu, düşünüyor mu, kestiremiyorum. Uzaklara bakıyor. Kalkıp bir rafın önünde duruyor. Onlarcasının içinden birini seçiyor. “Kintsugi…” diyor. “Sanılır ki, kırılan bir çanağın altınla onarılmasıdır.” Susuyor. Ve yüksek sesle, “Hayır!” diyor. “Kintsugi çok daha fazlasıdır.” Başlıyor anlatmaya:
“Kırığı saklamak yerine göstermektir asıl maharet… Olmamış gibi yapmak değil, olmuşu gösterip ona rağmen ve onunla yaşadığını göze sokmadan sergilemektir. Ama ben kırığın estetik yanından ziyade etik tarafıyla ilgilenmeyi tercih ettim. Kırılmayı, hayatta kalmanın başka bir biçimi olarak gördüğüm için.”
Kitabın alt başlığı dikkatimi çekiyor: “Kırılganlık Üzerine Bakıma Muhtaç Düşünceler”… Düşüncenin bakıma muhtaç olanı nasıl oluyor acaba?
“Bakım sözcüğünü özellikle seçtim,” diyor. “Çünkü düşünceler de bakım ister. Hız çağında kavramlar çok çabuk yıpranıyor. Oysa kırılganlık, düşünceyi yavaşlatır, kendine baktırır. Bu kitabı yazarken de o bakımı göstermek istedim.”
Şibui: Gösterişsiz zarafete doğru
Önceki konuşmalarımızdan biliyorum: Rahatlık ona batıyor! Bu yüzden olsa gerek, Yaralı Zarafet’in devamı yahut tamamlayanı sayılabilecek kitap üzerinde çalışıyor: Adı Şibui – Gösterişsiz Zarafet.
“Şibui Japonca bir kavram,” diyor. “Sade, ama derin bir güzellik anlayışını anlatır. Yaralı Zarafet’te yara vardı; Şibui’de ise dinginlik olmalı. İlki kırılmayı kabullenmekle ilgiliydi, ikincisi o kırılmanın ardından gelen sükûnete ulaşmak, huzura kavuşmak, kendini dinlemekle…”
Bu noktada masanın kenarındaki not defterinden birkaç satır okuyor: “Sadelik, törpülenmiş bir zarafet değildir. O, olsa olsa kendi yarasını tanımış bir dinginliktir.”
“Yani” diyorum, “ikinci kitap bir tür içe dönüş mü?”
“Evet, ama içe kapanış değil. Şibui, bakışın sadeleşmesi. Şunu anladım: İnsan ne kadar biliyorsa, o kadar incinebiliyor.”
“Sadakat, ertelenmiş bir ihanettir.”
Söyleşinin tam ortasında, kitabın en iddialı cümlesini gündeme getiriyorum, “Sadakat, ertelenmiş bir ihanettir, diyorsun. Bu biraz sert bir ifade değil mi?”
Batmankaya gülümsüyor, kısa bir sessizlikten sonra da küçük bir çocuğa anlatır gibi usul usul, kelimelerin üzerine basa basa anlatıyor:
“Sadakat dediğimiz şey çoğu zaman korkudan beslenir. Değişimden, yitirmekten, yalnız kalmaktan korkarız. Oysa bu duygular insana aittir. Kabullenmeyi gerektirir. Sadakat bir tür ertelemedir aslında — karşılaşmayı, yüzleşmeyi erteler. Ben ihaneti eylem olarak değil, kaçınılmazlık olarak okudum. Her bağ, bir gün çözülür. Mesele, o çözülmenin zarafetle yaşanıp yaşanmadığı.”
İtiraz eder gibi yapıyorum. Amacım onu kışkırtmak. Dilinin altındakileri çıkarsın istiyorum. “Aşk sandığımız şeyin alışkanlık; alışkanlık sandığımızın da kör sadakat olduğunu fark ettiğimizde, çoktan onunla aynı yatağı paylaşmış oluruz.” diyor bir başka yerde. Hatırlatıp topu ona atıyorum.
Huysuz bir çocuk gibi gülümsüyor; sanki cümlenin kendi kendine sönmesini bekliyor. Sonra alçak bir sesle, “Aşk çoğu zaman sadakat kılığında sahneye çıkar.” diyor. “Ama o sadakat, çoğunlukla korkunun zarif kılıfıdır. İnsan kaybetmekten değil, değişmekten korkar aslında. Alışkanlık, işte o korkunun rutine çevrilmiş biçimidir. Ve bir noktadan sonra sadakat, duygunun değil, tembelliğin kanıtına dönüşür. Çünkü sadık kalmak kolaydır; yeniden sevmek ise cesaret ister. Sadakat bu yüzden bana hep biraz trajik gelmiştir. İçinde iyi niyetle kötülüğün, sevgiyle tedirginliğin aynı anda yaşadığı bir bölge… Biraz da kendini avutma biçimi. Her sadakat, kendi ihanetini içinde taşır — ama o ihanet illa başkasına yönelmez, insan bazen kendine de ihanet eder.”
“İnsan ancak bilebildiği kadar incinebilir.”
Bu kez ben donup kalıyorum. Gözlerimden ziyade zihnim uzaklara dalıyor. Sevdiklerime, terk edilişlerime uzanıyorum. Günlerce içli içli ağlayışlarıma hayıflanıyorum. Gözlerim nemleniyor…
Bir Akira Kurosawa filmi izler gibi bakıyor yüzüme. Yüzümden ziyade gözüme… Zihnimden geçenler okunsun istemiyorum. Üst üste iki defa kırpıyorum gözlerimi… Bir başka alıntıyla gidiyorum üzerine:
“İnsan ancak bilebildiği kadar incinebilir. Mahcup olur. Utanır. Gözünü kaçırır. İşte orada başlar hakiki temas; kendisiyle ve diğeriyle…”
Henüz bir şey sormadan bölüyor sözümü. “Ama…” diyor. Sonra susuyor. Çenesini sıvazlıyor sağ eliyle. Diğer elinde sıkılmaktan hoşnut bir kâğıt mendil var. Fark ediyorum; ara ara ısırıyor o mendili…
“Ama… Mahcubiyetin olmadığı bir çağdayız. Her şeyin teşhir edildiği, hızla paylaşıldığı bir çağ. Oysa mahcubiyet, insana kendi sınırını hatırlatır. Bilmekle incinmek arasında ince bir bağ var. Bilgi, yalnızca aklın işi değil; kalbin, vicdanın da iştirakiyle tamamlanır. O yüzden kırılganlık bana göre ahlâki bir mesele. Kimliğin değil, vicdanın konusu.”
Kırılganlığın dünyadaki yankısı
Farkında olarak mı yapıyor, kestiremiyorum. Her türlü kışkırtmayı küçük salvolarla yumuşatıyor. Biraz daha üstüne gitmek istiyorum; “Dünyada benzer bir kitap var mı?” diye soruyorum.
“Yayımlanmış tüm kitapları okumuş değilim. Ama size şunu söyleyebilirim. Okuduklarım, takip ettiklerim, araştırdıklarım arasında birebir Yaralı Zarafet’e karşılık gelen bir kitap görmedim.” diyor. Yanlışlıkla yapılmış hissi veren bir hamleyle saçına uzanıyor ve arkaya doğru tarıyor: “Ama Byung-Chul Han’ın Yorgunluk Toplumu, Anne Dufourmantelle’in Riske Övgü’sü, hatta Susan Sontag’ın denemeleriyle bazı akrabalıkları var. Yine de Yaralı Zarafet, kişisel gelişim hattına dahil edilemez; çünkü orada amaç ‘düzeltmek’. Benim amacım ise ‘dinlemek’. İnsan kendi kırığını dinlemeyi öğrenirse, başkasının sesini de duyarmış gibi geliyor bana.”
Batmankaya’nın yemek, okumak ve yazmak için yaratılmış olduğunu düşünenlerdenim. Dışarıdan baktığınızda “düz” birine benzer. “Şu taşı kaldır” deseniz, yüksünez kaldırır. Kendi de bunu sık sık “Odun gibi adamım” diyerek dışa vurur. Lakin ona biraz yaklaşmayı başaranlar bilirler – fevkalade “derin” biridir. Çalışmak için yaratılmış gibidir. Üstünü itinayla örttüğü cevheri azıcık görünür kılsın istiyorum: “Hani kitapları okudun Yaralı Zarafet’i yazarken?” diye soruverdim. Onu kızdıracağımı bile bile…
Yine gülüyor, ama bu gülüşte hem ironinin hem ciddiyetin parmak izi var:
“Okuduğum kitapları saymak zor. Çünkü Yaralı Zarafet’i yazarken aslında kitap değil, yankılar okudum, gölgeler okudum, boşluklar okudum. Kimi zaman bir aforizmanın içinde Pascal vardı, kimi zaman bir satırda Simone Weil’in nefesi. Ama hepsinden çok, okuduklarımın arkasında duran sessizlikti bana ilham veren.
Bir yazar için okuma bazen bir iç titreşimdir. Kafka, Benjamin, Kristeva, Byung-Chul Han, Ricoeur, hatta Bachelard… Her biri bir parça bıraktı metne, ama doğrudan değil, sızıntı gibi. Ben alıntı yapmak yerine yankı kurmayı tercih ederim. Söylediğini kucaklamayı. Söyledikleriyle içimi ısıtmayı. O ısınmışlıkla üç beş cümle yazmayı…
Bir de şunu fark ettim: Ne kadar okursam okuyayım, asıl metin kendi içimde yazılıyor. O yüzden ‘okudum’ demek yerine ‘dinledim’ demek daha doğru. Duyguların sesini, kırılmanın suskunluğunu, bazen de düşüncenin terini dinledim.”
Yayınevi, bir varoluş alanı
Sohbetin bu kısmında gözüm duvardaki rafa, rafta duran yıpranmış kitaplara takılıyor. Kimisinin sırtı kopmuş, kimisinin kapağı sararmış.
“Hepsiyle bir geçmişim var,” diyor Batmankaya. “Bazısı çevirdiğim, bazısı yayına hazırladığım kitaplar. Yayınevi benim için bir iş yeri değil; bir varoluş alanı. Burada kırılmak da, onarmak da mümkün. Galiba ‘kendim’ olabildiğim e ‘kendim’ kalabildiğim nadir yerlerden biri.”
Kapının önünden bir kargo görevlisi geçiyor; içerideki masa titriyor. Kahve fincanı hafifçe sallanıyor. Batmankaya’nın gülümsemesi o sarsıntının ortasında bile sükûnetli:
“Görüyor musunuz, kırılganlık hayatın her yerinde. Önemli olan, onu fark edebilmek.”
Sessiz veda
Artık akşamüstü. Konuştuğumuz oda karanlık. Boş bulunup tavana bakıyorum. “Florasan yandı” diyor. “Ama tavan çok yüksek. Bir masanın üzerine çıkıp değiştiremiyorum. Büyükçe bir merdiven lazım. Fırsat bulursam halledeceğim…”
Bu kez ben gülüyorum. Çünkü onun merdiven için fırsat yaratmayacağını biliyorum. Merdiven için zaman harcamak yerine oturup ya bir film izleyecek, ya Renée Fleming dinleyecek ya da Almanya’dan getirttiği bir kitabın üzerine düşecek…
Çabuk toparlıyorum kendimi. Pencerenin önünden sarı bir ışık süzülüyor. Dışarıda kargolar taşınıyor, içeride kahve kokusu ağırlaşıyor.
“Biliyor musunuz…” diyor. Onun bu siz’li haline gıcık kapsam da, seviyorum. Yılların dostluğuna rağmen sen’li ben’li olamadık hiç… Hep bir mesafe… Ama her daim size sizden yakın.
“Bilmiyorum!” diyorum. Ağzı açıktta kalıyor… Sol elinde tuttuğu kâğıt mendilden bir ısırık alıyor. “Bazen yazmak, sanki kırılmayı ertelemekmiş gibi geliyor bana” diyor. “Ama o erteleme bile bir zarafet biçimi olabilir, değil mi?”
Kapıdan çıkarken dönüp son kez o kalabalık masaya bakıyorum. Kitaplar, kalemler, notlar, yarım kalmış çeviriler… Hepsi bir aradalık içinde sessizce nefes alıyor.
İçimden diyorum ki: Bunca üretkenliğe rağmen nasıl görünmez olmayı başarıyorsun be adam! Azıcık insan arasına karışsan, ölür müsün!
Bir Cevap Bırakın