Tarihi bağrında barındıran, yüzyılların aşk kokan efsane şehri İstanbul… Nice şiirlere, şarkılara ilham olmuş, Konstantinopolis’den, Dersaadet’e zaman içinde farklı isimler ile anılmış ve nice gelmiş geçirmişliklerine karşın, hâlâ dimdik ayakta…
Şehrin mührü İstanbul Boğazı. Boğaz’da nice hayatlar. O hayatlara yuva olmuş değerli mekânlar… Bu yazımda Aşiyan’a açılıyor kapılar…
1905 yılında yapımına başlanan ve 1906 yılında tamamlanan, “Kuş Yuvası” anlamına gelen, planlarını Tevfik Fikret’in çizdiği ve 1915 yılına kadar burada yaşadığı, aynı zamanda Türkiye’nin ilk Edebiyat Müzesi, Aşiyan Müzesi’nin kapılarını araladım. Fikret’in çocuk kalbi, tüm sıcaklığı ve masumluğu ile hâlâ burada atmaya devam ediyordu. Öyle bir çocukluk ki; daha 12 yaşındayken annesini kaybetmesi ve ardından babasının sürgüne gönderilmesi, onun çocuk ruhunda derin izler bırakmıştı. Fikret’in tüm ailesinin mutlu bir şekilde bir arada yaşayacağı sıcak bir yuva özlemi ile Aşiyan’ın temelleri, onun hassas kalbinde belki de henüz çocukken atılmıştı.
Evin kapısından salona girer girmez sol tarafta oturan Tevfik Fikret, beni tüm misafirperverliği ile karşıladı. Öyle içten bir karşılayış ki Çağdaş Türk Resim Sanatı’nın öncüsü kadın ressamlarımızdan Mihri Müşfik Hanım’ın Fikret’in yüzünden aldığı kalıptan yola çıkılarak yapılmış balmumu heykelinin, neredeyse bir an canlanacağını sanarak Tevfik Fikret ile koyu bir muhabbete koyulabilirim hissine kapıldım. Fikret’in “Sis”li bir tablonun yanına oturmuş olması da pek bir manidar idi. Sanki yüzyıl sonra bile İstanbul’un üzerine çöken bu sisin hâlâ dağılmadığına iç geçirerek, yine de bir umutla bekliyordu. Kendisini ziyarete gelenler ile bu “Sis”li İstanbul hakkında konuşmak ister gibi her geleni içtenlikle karşılıyordu.
Ziya Gökalp’in, “Uyanış devrimizin eğitimcisi” olarak nitelendirdiği ünlü düşünür, şair, ressam, eğitimci, öğretmen Tevfik Fikret ile göz göze geldiğimiz o an, tarihin kütüphanesinden yıllar öncesinin yaşanmışlıkları dökülüverdi.
Ülkemizin kurucusu Yüce Atatürk’ün, “Ben, inkılâp ruhunu ondan aldım” dediği, ulusun önünü açmak için uğraşan Fikret ile bu sayfaları adeta sessizce okumaya başladık.
İmparatorluktan cumhuriyete geçişin sancılı dönemlerinde belli ki zor yıllar yaşanmış. Tahtta II. Abdülhamit… Bu dönemde jurnalcilik, yasaklar, padişahı eleştiren gazete ve dergilerin toplatılması, kapatılması vb. uygulamaların getirilmesi, dönem; “İstibdat Dönemi” yani “Baskıcı Dönem”… Öyle ki bu dönemde hafiye teşkilatının kurulması, devlet matbaasının bir süre kapatılması, bazı aydınların görev adı altında adeta sürgüne gönderilmesi, ekonominin günden güne kötüye gitmeye başlaması… Böyle yazılmış tarih sayfalarına. Fikret bile göz hapsinde… Yüreğini kaplayan bu memleket sıkıntıları bir “sis” olup çöküvermiş hassas kalbine.
Ne zaman dağılacağı bilinmeyen, İstanbul’un kaybolmasına sebep olan 1902 yılının sisli bir Şubat günü. Bu sis sadece İstanbul’un üzerine çöken bir sis değil, aynı zamanda dönemin getirdiklerinin toplumun üzerine çöktüğü yoğun bir sis… İçinde yaşadığı toplumun sorunlarına kayıtsız olamayan her sanatçı gibi, Tevfik Fikret de kalbine çöken ve onun umutlarını örten bu sis dalgasını o gün mısralara döküvermiş:
SİS Günümüz Türkçesi
Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı muannid, Sarmış yine ufuklarını bir inatçı sis,
Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid. Bir ak karanlık ki gitgide büyüyen.
Tazyîkının altında silinmiş gibi eşbâh, Ağırlığının altında silinmiş gibi her şey,
Bir tozlu kesâfetten ibaret bütün elvâh; Bir tozlu yığından ibaret bütün manzara;
Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar Bir tozlu ve heybetli yığına bakan gözler
Dikkatle nüfûz eyleyemez gavrine, korkar! Dikkatle nüfuz eyleyemez derine korkar!
Lâkin sana lâyık bu derin sürte-i müzlim, Ama sana lâyık bu derin, karanlık örtü,
Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim! Lâyık bu örtü sana, ey zulümler sahnesi!
Tevfik Fikret, İstanbul’un üzerine çöken bu yoğun sisin, şehirdeki her şeyi sildiğini, silinenin sadece şehrin görünümü olmadığını, adeta sahip olunan toplum değerlerinin de silindiğini belirtir gibidir. Belki de görecekleri gerçeklerden ötürü gözler, bu sisin altındaki derinliklere dikkatle bakmaya korkmaktadır. Fikret, bu belirsiz sisin İstanbul’a lâyık olduğunu söyleyerek, adeta içinde yaşanılan dönemin karanlığını bu sis ile örtüştürmüş ve kızgınlığını yansıtmıştır.
Ey sahn-ı mezâlim…Evet, ey sahne-i garrâ, Ey zulümler sahnesi…Evet, ey gösterişli sahne,
Ey sahne-i zî-şâ’şaa-i hâile-pîrâ! Ey facialarla süslenen ihtişamlı sahne!
Ey şa’şaanın, kevkebenin mehdi, mezârı Ey gösterişin, şatafatın beşiği ve mezarı
Şarkın ezelî hâkime-i câzibedârı; Doğu’nun imrenilen ezeli kraliçesi;
Ey kanlı mahabbetleri bî-lerziş-i nefret Ey kanlı sevgileri, nefretle titremeden
Perverde eden sîne-i meshûf-ı sefâhet; Zevk ve sefaya susamış bağrında emziren;
Ey Marmara’nın mâi der-âguuşu içinde Ey Marmara’nın mavi kucağında
Ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde; Ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın;
Ey köhne Bizans, ey koca fertût-ı müsahhir, Ey köhne Bizans, ey koca büyüleyici bunak,
…
Fikret, İstanbul’un Bizans’dan beri geçirdiği tarih sürecine ve yaşanmışlıklarına değinmiştir. “Doğu’nun imrenilen ezeli kraliçesi” diye bahsettiği bu şehrin süslü, ihtişamlı sahnesinde aslında zulüm ve kanlı eylemler olduğunu da dile getirmiştir. Şair, insanların içinde yaşadıkları dönemin olumsuzluklarına tepkisiz kalmasına, “uyuyan canlı yığın” nitelendirmesi ile atıfta bulunmuştur.
…
Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar; Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
Kaatil kuleler, kal’alı zindanlı saraylar; Kâtil kuleler, kaleli, zindanlı saraylar;
Ey dahme-i mersûs-i havâtır, ulu ma’bed; Ey sağlam mezarı anıların, ulu tapınak;
Ey gırre sütunlar ki birer dîv-i mukayyed, Ey gururlu sütunlar ki birer bağlanmış dev,
Mâzîleri âtîlere nakletmeye me’mûr; Geçmişi geleceğe anlatmakla görevli;
Ey dişleri düşmüş, sırıtan kaafile-i sûr; Ey dişleri düşmüş, sırıtan sur silsilesi;
Ey kubbeler, ey şanlı mebânî-i münâcât; Ey kubbeler, ey şanlı tapınaklar;
Ey doğruluğun mahmil-i ezkârı minârat; Ey doğruluğun sözlerini taşıyan minareler;
Ey sakfı çökük medreseler, mahkemecikler; Ey çatısı çökük medreseler, mahkemecikler;
Ey servilerin zıll-ı siyâhında birer yer Ey servilerin kara gölgelerinde birer yer
Te’mîn edebilmiş nice bin sâil-i sâbir; Temin edebilmiş nice bin sabırlı dilenci;
“Geçmişlere rahmet!” diyen elvâh-ı mekaabir; “Geçmişlere rahmet” diyen mezar taşları;
Ey türbeler, ey herbiri pür-velvele bir yâd Ey türbeler, ey her biri patırtılı bir anıyı
İykâz ederek sâmit ü sâkin yatan ecdâd; Uyandırarak sessiz ve sakin yatan ecdat;
…
Bu denli debdebe ve şana sahip olan bu şehirde Fikret’e göre, bunca gösterişin içinde artık iyi ve güzel hiçbir şey kalmamıştır. Tarihi yaşanmışlıkları, anıları adeta içine gömen bu şehirdeki saraylar, medreseler, mahkemeler, türbeler, tapınaklar diye bahsettiği ibadethaneler, ecdadın parıltılı anısını uyandırarak, geçmişi geleceğe anlatmakla görevlidir.
…
Ey şahsa masûniyyet ü hürriyyete makrûn Ey kişiye dokunulmazlık ve özgürlüğe yakın
Bir hakk-ı teneffüs veren efsâne-i kaanûn; Bir soluk alma hakkı veren yasa efsanesi;
Ey va’d-i muhâl, ey ebedî kizb-i muhakkak, Ey gerçekleşmeyen söz, ey sonsuzca kesin yalan,
Ey mahkemelerden mütemâdî sürülen hak; Ey mahkemelerden durmaksızın sürülen hak;
Ey savlet-i evhâm ile bî-tâb-ı tahassüs Ey kuruntuların saldırısıyla duyguları bitkin
Vicdanlara temdîd edilen gûş-ı tecessüs; Vicdanlara uzatılan gizli kulak;
Ey bîm-i tecessüsle kilitlenmiş ağızlar; Ey dinlenme korkusu ile kilitlenmiş ağızlar;
Ey gayret-i milliye ki mebgûz u muhakkar; Ey ulusal çaba ki nefret edilmiş ve horlanmış;
Ey seyf ü kalem, ey iki mahkûm-ı siyâsî; Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî tutuklu;
…
Saltanatın hükmettiği bu şehir, şairin gözünde sanki dönemin iş birlikçisi gibidir. Tevfik Fikret, “Sis” isimli şiirinde geleceğe karşı derin ümitsizliğini, karamsarlığını, yalnızlık duygularını da yansıtmaktadır.
Tevfik Fikret, yüksek mevkilere çıkan yolu “Sis” şiirinde “ayak öpme yolu” olarak görmüş ve onlar için “namus” un hiçbir önemi kalmadığını şu dizelerle dile getirmiştir:
…
“Ey cevî-i esâtîre düşen hâtıra: nâmûs; Ey efsanelere düşen anı: nâmus;
Ey kıble-i ikbâle çıkan yol: reh-i pâ-bûs” Ey yükselme kapısına çıkan yol: ayak öpme yolu
Ve şiirini şu mısralar ile bitirir:
…
Ey mâder-i hicranzede, ey hemser-i muğber; Ey hicran üzgünü ana, ey küskün karı- koca;
Ey kimsesiz, âvâre çocuklar… Hele sizler, Ey kimsesiz; âvâre çocuklar… Hele sizler,
Hele sizler… Hele sizler…
Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr; Örtün, evet, ey felâket sahnesi… Örtün artık ey şehir;
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!… Örtün ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!
İstikbâle dair beklenti ve ümitlerini kaybeden şair, bu nedenle en çaresiz olarak zamanın çocuklarını görmektedir.
Şairin İstanbul’a bu kadar sitemkâr, bu kadar hırçın ve öfkeli ifadelerle ve “Ey!” nidaları ile seslenmesinin ardında, sisin altında ve içinde sakladığı ve bu durumdan hoşnut olunmayacak, dönemin gerçeklerini görmesi yatmaktadır. Bu yüzden tüm kötülüklerin örtünmesi için, şehrin de örtünmesi gerektiğini dile getirir. Fikret, İstanbul’u kaplayan havadaki bu sisin bir gün dağılacağını ancak içinde bulunulan bu sisli dönemin belki de hiç dağılmayacağını düşünerek, umutsuzluğunu yansıtmaktadır. Bu duygu ve bakış açısından hareketle şehir, pisliklerini göstermemek için bu ağır sisle örtünmelidir. İyice kapanmalıdır.
Fikret, dönemin ve toplumun içinde bulunduğu bu durumdan etkilenerek “Sis” şiirini yazarken, yıllar sonra başka sanatçıları ve de sanat dallarını etkileyebileceği acaba o an aklına gelmiş midir?
İslam’ın son Halifesi, Sultan Abdülaziz’in oğlu, Türk Resim Sanatı’nın önemli isimlerinden, aynı zamanda Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nin fahri başkanlığını da üstlenmiş, kültürel ve sanatsal örgütlerin içinde yer almış olan Abdülmecid Efendi, bu etkileşimin ressamıdır. Öyle ki; 1326 yani yaklaşık 1910 yılında resmettiği “Sis” tablosunda bulunan tuğrası ile “Muhibb-i Muazzezim Tevfik Fikret’e” yani; “Muhterem Dostum Tevfik Fikret’e” ibaresi, bu dostluğun daimi paylaşımcısı olarak belki de Fikret’in, tablonun hemen yanı başına oturmasına neden olmuştur. Tablonun çerçevesinin üzerindeki plakada “Sis” Rübâb-ı Şikeste (Kırık Saz) yazması, Abdülmecid Efendi’nin, Fikret’in “Sis” şiirinden etkilenerek bu tabloyu resmettiğinin açık bir kanıtıdır.

İlk bakışta, tablonun ön tarafında yer alan sandal ve içindeki insanlar görünse de, “Sis” öylesine yoğundur ki, Fikret’in içindeki umutsuzluk ve geleceğin bilinmezliğinin sıkıntısı gibi çöküvermiştir tablonun ortasına.
“O tozlu ve heybetli yığına dikkatle bakan gözler”, “derinlere inmeye korkmadığında” görülür manzara, “Mavi Marmara’nın kucağında”… “Kubbeler, şanlı tapınaklar ve doğruluğun sözlerini taşıyan minareler”… Ressam, İstanbul’u imgelerken, belki Sultanahmet’in belki de Süleymaniye’nin minareleri ile Osmanlı dönemine, Bizans’ın Ayasofya’sı ile yapının hem kilise hem cami olduğu dönemlerin tapınaklarına/ibadet mekânlarına dikkatleri çeker gibidir ve bu belirsiz siluetler ile İstanbul’un tarihi geçmişine atıf yapmıştır. Galata Köprüsü ise ressamın belki de geçmiş ile gelecek arasında bir köprü oluşturduğunu ya da Doğu ile Batı arasındaki bir köprüye vurgu yapmak istediğini anlatır gibi, “Doğu’nun imrenilen ezeli kraliçesi” ni yansıtan şaşalı İstanbul siluetini “Sis” tablosunda fırçasından tuvaline aktarmıştır. Fikret’in aklında ve kalbinde yer eden umutsuz sis dağılmayacak gibi görünse de, ressamın tablosunda, Ayasofya’nın kubbesi üzerinde adeta bir umut gibi doğan güneş, “sis” i dağıtmakta ve belirsizliği yavaş yavaş aydınlatmaktadır. Burada açan güneş, sanki ilerideki aydınlık günleri simgeliyor gibi durmaktadır.
Abdülmecid Efendi’nin “Sis” tablosu, aynı zamanda 19. yy’ın Romantizm akımı temsilcilerinden Rus ressam Ivan Aivazovsky’nin tablolarını çağrıştırmaktadır.

Yine 19. yy. Romantizm akımının Alman ressamı Caspar David Friedrich’in 1818 yılında tuvaline yansıttığı, “Sis Denizinde Amaçsızca Dolaşan Adam” adlı tablosu, şehrin üzerine çöken ve tıpkı Abdülmecid Efendi’nin tablosunda olduğu gibi, “Sis” den kaybolan manzara ile birlikte, belki de belirsiz, umutsuz bir geleceğe bakışın sıkıntısını taşır gibidir. Abdülmecid Efendi’nin “Sis” isimli tablosu ve bu tablo, birbirlerine sanki Doğu ve Batı arasında selam göndermektedirler.
Ve 1940’lı yılların başları… Türk roman, senaryo yazarı ve şair olan Abdülkadir Pirhasan. Çoğumuz kendisini Vedat Türkali olarak tanımaktayız. Eşinin doğum yaptığı zamanlarda onu göremediğinden, eşine “İstanbul” isimli şiirini yazar ve bu şiirini “Sis” şairine yani Tevfik Fikret’e ithaf eder.
Bu şiir ise müzik sanatını etkileyerek, Onur Akın tarafından bestelenir ve çeşitli sanatçılar tarafından “Bekle Bizi İstanbul” adı ile seslendirilir.
İSTANBUL
Salkım salkım tan yelleri estiğinde
Mavi patiskaları yırtan gemilerinle
Uzaktan seni düşünürüm İstanbul
Binbir direkli Haliç’inde akşam
Adalarında bahar
Süleymaniye’nde güneş
Hey sen güzelsin kavgamızın şehri
Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde
Bakışlarımda akşam karanlığın
Kulaklarımda sesin İstanbul
Ve uzaklardan
Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde
Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul
…
Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul
Bekle bizi
Büyük ve sakin Süleymaniye’nle bekle
Parklarınla, köprülerinle, kulelerinle, meydanlarınla
Mavi denizlerine yaslanmış
Beyaz tahta masalı kahvelerinle bekle
Ve bir kuruşa yeni hayat satan
Tophane’nin karanlık sokaklarında
Koyun koyuna yatan
Kirli çocuklarınla bekle bizi
Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi
Bekle dinamiti tarihin
Bekle yumruklarımız
Haramilerin saltanatını yıksın
Bekle o günler gelsin İstanbul bekle
Sen bize layıksın
Vedat Türkali
“Bir Şiirden Bir Tabloya Yansıyan ‘Sis’ li Bir Bakış”, yıllar sonra Fikret’i de selamlayarak, yeni dizelerde can bulur ve dillerde şarkı olup okunur. Öyle bir etkileşim ki, bu kez benim kalemimden çıkmış olan “Şehre Aşk” şiirimden yansıyan şiirleşen sözcükler, yüzyıllar boyunca tarih kokan İstanbul’a duygu dolu eşsiz bir ruhla seslenmiş bütün değerli ustalara, bizlerden kim bilir belki de gönül dolusu sonsuz sevgi, saygı ve selam ulaştırır.
ŞEHRE AŞK
“…
Tarihin sultanları yedi tepesini selamlar
Hazerfan’ın kanatlarına değer
Bembeyaz bulutlar
Kız Kulesi’ne aşkı uçurur
Bir vapur çığlığında
Adalardan dönen martılar
Yüzyılların yaşanmış sesleri ile çınlar
Tüm haykıran ezanlar
Ve kocaman ihtişamlı çanlar
İstanbul, kalbimin kıyısına yanaşır
İstanbul! Aşkın adı sana yaraşır
…”
Döneminin aydınlık ateşini inkılâp ruhu ile yakmış olan Tevfik Fikret’in hatırasını ve değerlerini, oldukça duyarlı, hassas bir şekilde yansıtmak için tüm engin bilgisini, çabasını, emeğini büyük bir özveri ile ortaya koyan Aşiyan Müzesi’nin çok değerli yöneticisi, aynı zamanda tarihçi ve küratör sayın Ata YERSU’ya, bir müzeden öte beni gerçekten Fikret’in o sımsıcak yuvasındaymışım, evindeymişim ve çok önemli bir misafiriymişim gibi hissettirdiği, bu satırları sizlerle paylaşmama ışık tuttuğu ve gösterdiği içten dost tavrı için, sonsuz teşekkürlerimi sunarım.
Sanatın gücüyle…