Eleştirel Bir Cevap
Özdemir İnce’nin 2004 tarihli yazısı[1], şiiri bir vatandaşlık kategorisi üzerinden tanımlama yönelimi taşıyan indirgemeci bir düşünsel çerçeveye dayanır. Şiirin yazıldığı dili, onu otomatik olarak bir “ulusal” aidiyete sabitleyen bu bakış açısı, yalnızca politik olarak tartışmalı değil; aynı zamanda ontolojik olarak da yetersizdir. Çünkü şiir, bir dile yazılır ama bir dile indirgenemez. Şiir, dili kullanan değil, dili açan, dile yeni olanaklar tanıyan bir eylemdir. Bu bağlamda “Türkçe yazan Kürt şair” gibi bir ifadede, meselenin özü dilin kendisinde değil, dilin tarihsel ve siyasal yükünde gizlidir. O dil hangi tarihsel zorluklar ve bastırmalar üzerinden kamusallaşmıştır? Şairin tercihi özgür müdür yoksa bir zorunluluğun sonucu mu? Bu sorular etrafında düşünmeden yapılan her sınıflama, şiirin özündeki sınır ihlalini göz ardı eder.
İnce, “Türk” sıfatının etnisiteyle ilgisi bulunmadığını savunurken, “vatandaşlık bağı”nı referans gösterir. Ancak modern ulus-devletlerde vatandaşlık, nötr bir zemin değildir; aksine, belirli kimliklerin meşru, diğerlerinin marjinal olduğu bir hiyerarşi üretimidir. Türkiye’de “Türk” kimliği, hukuki olmanın ötesinde kültürel, sembolik ve hatta ontolojik bir norm oluşturur. Bu norm, diğer tüm kimlikleri ya ona benzemeye ya da onun karşısında konumlanmaya zorlar. Bu bağlamda “Türk şairi” ifadesi, etnik içeriği yok sayarak kurulsa bile, içerdiği normatif yükü üzerinden etnikleştirici bir işlev taşır. Kürt şairlerin bu tanımı reddetmesi, şiirin adını başkasından almaya karşı, kendi sesine ait bir ad üretme ısrarıdır.
İnce’nin “Türkçe şiir” teriminin İngilizce ve Fransızcaya çevrilince anlamsal olarak “çevrilmiş şiir”e dönüştüğü iddiası, yalnızca dilbilimsel açıdan yetersiz değildir; aynı zamanda modern çeviri kuramlarını da göz ardı eder. “Poetry in Turkish” ifadesi, çeviriyle değil, üretimle ilgilidir. İngilizce’de “poetry in English” denildiğinde kimse çevrilmiş şiiri kastetmez; aksine, o dilde üretilmiş şiir anlaşılır. Dolayısıyla “Türkçe şiir” kavramı, hem Türkçeyi bir araç olarak kullanan ama onun kültürel hafızasına eklemlenmeyen bir şiiri tanımlar; hem de şairin etnik ve siyasal konumunu anonimleştirmeden ifade etmesine olanak tanır. Bu, salt semantik bir tercih değil, aynı zamanda bir epistemolojik karşı koymadır.
Metin Kaygalak ve Mehmet Butakın gibi şairlerin “Türk şiiri” terimini reddetmeleri, kimliksiz bir evrensellikten ziyade, çok katmanlı, kültürel çoğullukla yoğrulmuş tarihsel bir zeminden konuşma çabasıdır.Her şiir, yalnızca anlamın değil, dilin belleğinde yankılanır. Türkçe, Türkiye’nin modernleşme sürecinde sıradan bir iletişim aracı olmanın ötesinde, bazı seslerin geri çekildiği, bazı alfabelerin sustuğu bir zemin hâline gelmiştir. Kürtçenin kamusal alanda yer bulamadığı, bazı sözcüklerin susturulduğu bu tarihsel atmosferde, Türkçe mecbur kalınmış bir ifade aracına dönüşmüştür. Bu mecburiyetle yazılan şiirin “Türk şiiri” adıyla anılması, dizelerdeki iç gerilimi görünmez kılar. O dizelerin arasında hâlâ başka bir dilin suskunluğu, harflerin eksik çıkmış gölgeleri dolaşmaktadır.
İnce’nin Türk kimliğini salt bir vatandaşlık bağlamında yorumlaması, modern ulus-devletlerin sembolik iktidarlarını analiz etmekten uzaktır. Türkiye’de “Türk” kimliği, diğer tüm kimliklerin üzerinden kurulur; normatif olan, “merkez” olan ve “meşru” olan odur. Şiir alanında da bu normatiflik devam eder: Türkçeyle yazan herkes “Türk şairi” sayılırken, bu tanımın içerdiği politik semboller görmezden gelinir. Oysa modern edebiyatın özgürleşme çabası, tam da bu merkezileştirilmiş normlara karşı bir karşı-şiir hattı örmeyi gerektirir. “Türkçe şiir” terimi, tam da bu karşı hattın adıdır.
İnce’nin “Türkçe, efendinin dili değildir” cümlesi, tarihsel ve siyasal bağlamdan kopuk bir retorik cümledir. Çünkü hiçbir dil doğası gereği efendi dili ya da köle dili değildir; ancak tarihsel süreçlerde bazı diller tahakkümün, bazıları ise bastırmanın dili hâline gelir. Türkiye bağlamında Türkçe, uzun süre boyunca Kürtçeye karşı tahakkümün aracı olarak işlev görmüştür. Bu, bireysel tercihlerle değil, kamusal yasaklarla, müfredatla, yayın politikalarıyla, cezai yaptırımlarla sağlanmıştır. Bu bağlamda Türkçe, şiir yazmak için seçilmiş bir dil olmaktan çok; şiir yazmak zorunda kalınan bir dil olmuştur. Bu zorunluluk, şiirin kendi varoluşsal derinliğinde görünürdür zaten.
İnce’nin genç Kürt şairlerin “verili”, “diyalektik”, “mistik” gibi kavramları yanlış kullandıkları iddiası, bir tür akademik vesayet ve entelektüel tahakküm biçimidir. Bu, şiiri yalnızca dil bilgisel doğruluk üzerinden değerlendiren indirgemeci bir anlayışı temsil eder. Oysa şiir, kavramları bükerek, bozarak ve dönüştürerek yeni anlam katmanları yaratır. Metin Kaygalak gibi şairlerin yaptığı tam da budur: Türkçenin içini boşaltarak değil, onu yeni anlam rezonanslarıyla doldurarak bir karşı dil yaratmıştır. Bu karşı dil, yalnızca bir etnik aidiyetin ifadesi olarak algılanmamalı; aynı zamanda modern şiirin, devletin belirlediği dil politikalarına karşı sürdürdüğü ontolojik bir duruştur.
Dolayısıyla, Özdemir İnce’nin yazısı, şiiri vatandaşlık kategorileriyle anlamaya çalışan bir modernlik kalıntısıdır. Oysa şiir, bir pasaportla tanımlanamayacak kadar melez, köksüz ve çoğuldur. Şiir, hangi dilde yazılırsa yazılsın, o dilin içine doğduğu siyasal bağlamla hesaplaşmak zorundadır. “Türk şiiri” gibi bir tanım, bu hesaplaşmayı örten bir kalkan, bir isimleştirme şiddetidir. Oysa şiir, kendi adını kendisi koymak ister. Bu ad bazen “Türkçe şiir” olur, bazen “dilsiz şiir”, bazen de “yitik bir dilin gölgesi”… Her durumda şiir, kendi uyrukluğunu reddeden tek edebî türdür. Bu nedenle onun adını ancak o şiiri yazan belirleyebilir.
[1] https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ozdemir-ince/turkce-yazan-kurt-sairler-212775
Bir Cevap Bırakın