GÜNEŞE UÇAN KANATLAR

Okulda defterime,

Sırama, ağaçlara

Yazarım adını

 

Bir sözün coşkusuyla

Dönüyorum hayata

Senin için doğmuşum haykırmaya

Ey Özgürlük!..

 

  1. Dünya Savaşı yıllarında Almanya’nın Fransa’yı işgali sırasında 1942 yılında Paul Eluard’ın yazdığı şiir, Zülfü Livaneli tarafından “Ey Özgürlük” adıyla bestelenmiştir.

 

Özgürlük kavramı, insanoğlunun varoluş nedeni, bazen yazdığımız, bazen hasretini çektiğimiz, düşündüğümüz, ürettiğimiz, insana yakışır şekilde yaşayabildiğimiz, bazen de bir kanat çırpışındaki kuş gibi istediğimiz yere uçabilmemizdir, gönlümüzce… Özgürlük, cesaret ile mi anlamlanır? Buna karşılık özgürlük, her aklımızdan ya da gönlümüzden geçeni yapmak mıdır? Özgürlüklerin sınırı var mıdır? Var ise bu sınır nerede başlamalı ve nerede bitmelidir? Özgürlük, sınırsızlık ile var olursa bunun sonucu ne olur? Özgürlük için insanoğlu varoluşundan bu yana nasıl bedeller ödemiştir?

 

Bu sorulara kendimizce cevaplarımız elbet olacaktır ancak bu yazıda hepimiz görünmez kanatlarımızı takarak, efsanenin anlatıldığı Atina’ya özgürce uçmaya başlayalım.

 

Taşları, ağaç kütüklerini oyup, dönemin tanrı (çok tanrılı pagan dönem inancına göre mitolojik tanrılar/mitolojik figürler) heykellerini yapan odur, öyle ki; söylencede heykelleri o kadar canlı görünür ki, bunlar adeta yürüyen heykellerdir. Yunanlılara rüzgârı kullanarak yelkeni öğreten yine odur. Cetvel, vida, balta onun tarafından icât edilmiştir. Sanatkâr, mucit, Yunan halkının gözündeki büyük zanaatkâr, isminin “ustaca işleyen” anlamına geldiği Atina’lı Daidalos…

Yunan mitolojisi hikâyeyi şöyle anlatır:

Kız kardeşinin yakışıklı ve yetenekli oğlu Talos ile çalışan Daidalos, yılan çenesinden dişli testereyi icat ettiği için, yeğenini kıskanarak bir gün onu kayalıklardan iter. Bu hareketinden dolayı Daidalos cinayet ile yargılanır ancak tanık bulunamadığından, yargıçlar onu  Crete (Girit) Adası’na sürgüne gönderir. Bu sürgünde Kral Minos, Daidalos’dan Girit Adası’nı rahatsız ederek canlara kıymaya başlayan yarı insan yarı boğa şeklindeki korkunç yaratık Minotauros’u zapt etmesi için bir alan inşa etmesini ister. Daidalos, aklını ortaya koyan öyle bir fikir üretir ki, artık Minotauros, Daidalos’un inşa ettiği – labyrinthos – labirentten asla dışarı çıkamayacaktır. Kral, canavarın labirentte hapsedilmesinden dolayı mutludur ve Daidalos’u tebrik eder.

 

Atina şehrinden Minotaurus’a yem olarak Theseus adında bir genç gönderilir. Kralın kızı Ariadne bu gence aşık olur ve büyük aşkı Theseus’u ne yapıp edip kurtarmak için labirenti inşa eden Daidalos’dan yardım ister. Daidalos, Theseus’un labirentten çıkmasını sağlayan ipi ve yumağı ona vererek, Theseus’u kurtarır.

 

Bazı kaynaklarca kral, bu labirentin sırrını Daidalos’un başkalarına anlatarak kendisini hapsettireceğinden korktuğu için, bazı kaynaklarca da Theseus’a yardım ettiği için bu labirente Daidalos ile oğlu İkaros’u hapseder.

 

Hapsedilen baba ile oğlu özgürlüklerine kavuşmak için, kralın gemilerinin gözetimi altında olan Girit Adası’ndan deniz yolu ile değil hava yolu ile kaçmayı düşünürler. Mucit baba Daidalos kaz tüylerinden kanatlar yapıp, bal mumu ile kendisinin ve oğlunun omuzlarına ve kollarına bu kanatları bağlar. Böylece kralın gemilerine görünmeden, denizleri havadan geçebileceklerdir. Dikkat etmeleri gereken tek nokta, çok alçaktan ve çok yüksekten uçmamak olmalıdır çünkü alçak uçuşta kanatlar suya değebilir ve ağırlaşabilir, yüksek uçuşta ise güneşin ateşi balmumunu eritebilir. Baba, oğluna bu öğüdü verdikten sonra havalanır. Onun ardından havalanan oğul İkaros ise babasının verdiği bu öğüdü unutarak yükseklere uçmanın keyfine varır ve güneşe yaklaştıkça balmumları erimeye başlar, kanatlar çözülür. İkaros’un kanatları çözülürken kollarını boş yere çırpma çabası elbette bir sonuç vermeyecektir ve dalgaların arasında İkaros kaybolup gider. O günden sonra Sisam’ın güneybatısında yer alan bu deniz İkaria Denizi olarak anılır.

 

Yüzyıllar gelir, geçer… Takvimler XVII.yy’a vardığında Sultan IV. Murat zamanında yaşadığı rivayet edilen Ahmet Çelebi’nin, bazı kaynaklarda doğumunun 1609 yılına tarihlendirildiği belirtilse de, doğumunun ve ölümünün tam olarak ne zaman ve nerede olduğu bilinmemektedir.

 

Çeşitli ilimlerde bilgisi olan ve adı “bin fenli/bilgili” anlamına gelen Hezarfen sıfatının, evinde yaptığı çeşitli deneyler ve bilgi seviyesine istinaden halk tarafından verildiği rivayet edilir.

 

Türk bilgin ve mucit olduğu belirtilen Ahmet Çelebi’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan ilk havacı olduğu söylenir.

 

Rivayete ve bazı kaynaklarca belirtildiğine göre Hezarfen Ahmet Çelebi, uçma deneylerinin yanı sıra matematik, astronomi ve felsefe alanlarında da birçok çalışma yapmıştır. Ayrıca yazdığı birçok eserinin de bulunduğu söylenir. Bunların arasında, ‘‘Risale-i Mi’yâr-ı Fazıl’’, ‘‘Lübab-ı Fetanîs’’ ve ‘‘Fahrî Risale’’ gibi eserlerin yer aldığı ve bu eserlerin, matematik, astronomi ve felsefe konularında bilgiler içerdiği belirtilir.

 

Hezarfen’in, Galata Kulesi’nden Üsküdar’a kadar kanatlar takarak uçacağı söylenir. Rivayet edilen odur ki; ilkbaharın ılık, güzel bir gününde, İstanbul halkı Galata ve Üsküdar semtlerinde heyecanlı bir bekleyişe çıkmışlardır. Hezarfen Ahmet Çelebi’nin en ünlü bu deneyinin tam tarihi net olarak bilinmemekle birlikte 1626 veya 1632 yılında gerçekleştiği bazı kaynaklarca rivayet edilir. İstanbul’da bulunan Galata Kulesi’nden yaptığı rivayet edilen uçuşun, havacılık tarihindeki en önemli olaylardan biri olduğu söylenir.

 

Türk’lerin, tarih boyunca havacılık alanında araştırmalar yaptığı ve havacılığın gelişmesine katkı sağladığı belirtilen kaynaklarda, Türk tarihinde İmam Cevheri, Siracettin Doğulu, Lagari Hasan Çelebi, Hezarfen Ahmet Çelebi, Erzurumlu İbrahim Hakkı Efendi, Of’lu Veli Direko ve Of’lu Hasan vb. isimleri görülmektedir.

 

Hezarfen’in, Gazneliler döneminde doğmuş bir Türk bilgini olan İsmail bin Hammâd el-Cevheri (Ebû Nasr İsmâ’il İbn-i Hammad el-Cevherî)’yi örnek aldığı söylenir. Havacılık tarihinin en önemli simalarından olduğu belirtilen İsmail Cevheri, daha çok Cevherî lakabıyla bilinir. İnci, yakut, elmas gibi değerli taş yapımı veya ticaretiyle uğraşan kimse anlamına gelen Cevherî olarak anılmasının sebebi bilinmemektedir. Abbas Kasım İbn-i Firnas’tan sonra havacılık tarihindeki ikinci önemli şahsiyet olduğu bazı kaynaklarca belirtilmektedir. Uçma ile ilgili önemli adımlar attığı, kendisinden sonra gelen havacılara örnek olduğu yazmaktadır. Ne yazık ki, Cevherî’nin rivayet edilen Nişabur Camisi’nden uçması belki kanatlarının ağırlığından belki de rüzgârın olmayışından kaynaklı ölümü ile sonuçlanmıştır ancak bazı kaynaklar bunun doğru olmadığını,

Cevherî’nin eceli ile öldüğünü yazmaktadır.

Cevheri’yi örnek aldığı rivayet edilen Hezarfen’in, İstanbul’da kartal tüylerinden yaptığı kanatlar yardımıyla lodoslu bir havada kesin olmamakla birlikte, Galata Kulesi’nden atlayarak Üsküdar Doğancılar Meydanı’na kadarki mesafeyi uçarak geçmiş olduğu, böylece kıtalar arası bu uçuş ile de bir ilki başardığı rivayet edilir.

 

İstanbul halkı ve dönemin padişahı IV. Murat tarafından uçuşun ilgiyle takip edildiği, Osmanlı Devleti ve Avrupa’da büyük ses getirdiği söylenir. Bu uçuş hakkındaki belgeler sınırlı olmakla beraber, en önemli kaynak Evliya Çelebi’nin Seyahatnâmesi’dir.

 

Kesin olmayan bilgilere göre Hezarfen, IV. Murat tarafından öncelikle kutlanarak kendisine bir kese altın hediye edilmiştir. Sonrasında ise dönemin bağnaz düşünceli ileri gelenlerinin görüşlerinden etkilenen IV. Murat tarafından Cezayir’e sürgün edilmiştir.  Sürgün sebebinin IV. Murat tarafından şu şekilde izah edildiği söylenir: “Bu adam çok korkulacak adamdır, istediğini yapar. Böyle kişilerin yaşaması doğru değildir”. Ahmet Çelebi’nin, bu acı verici olay dolayısıyla Cezayir’de üzüntüsünden yaşamını yitirdiği rivayet edilir. Bu rivayet, Munch’un “Çığlık” tablosundaki ekspresyonist bir yansımayı çağrıştırır gibidir.

 

Ve takvimler 1783 yılına vardığında keşfedilen balon ile uçuş gerçekleştiren insanoğlu, 1903 yılında uçağı icat ederek zamanla geliştirmiştir.

 

Mustafa Kemal Atatürk, 1935 yılında adı Türk Hava Kurumu olacak olan Türk Tayyare Cemiyeti’ni, 16 Şubat 1925’de kurmuştur.

 

Ve yıl 1937…Türk Hava Kurumu’nun halka tanıtılması ve havacılık sektörünün özendirilmesi amacıyla uçuşların ve paraşütle atlayışların yapıldığı bir etkinlik gerçekleştirilmiştir. 14 Mart 1937 tarihinde Türkkuşu Bayramı’nda Ayasofya ile Gülhane Parkı arasında daireler çizen ve birbirine çelik halatlar ile bağlı olan iki tayyarenin çelik halatları kopmuş, Emrullah Ali Yıldız’ın kullandığı motorsuz planör havada kalmıştır. Emrullah Ali Bey, büyük bir soğukkanlılık ve ustalık ile halkın şaşkın bakışları arasında planörü Gülhane Parkı’ndaki bir ağaca bir kuş gibi kondurmuş ve kendisinin sadece gözlüğü kırılmıştır. Alkışlar eşliğinde sağ salim yere inmeyi başarmıştır.

 

Belki de İkaros’dan Cevherî’ye, Hezarfen’e değin uçmaya gönül veren ve güneşe uçmaya çabalayanların kendisine örnek olması ile Emrullah Ali Bey kuş gibi kanatlanmayı başarmıştı. Vecihi Hürkuş, Bedriye Tahir Gökmen, Sabiha Gökçen ve tüm beyaz kanatlı aydınlık insanlara selam olsun.

 

Kolay değildir güneşin sımsıcak aydınlığına uçmak… Bazen bir ömürlük cesaret ister güneşe özgürce kanat çırpmak. Aydınlanmanın ışığı ile yanar bazen emek verilen ve onca çaba ile çırpılan kanatlar ve yanarken bile aydınlatır çevresini ve kendinden sonrakileri…Kanat çırpmak, çaba gerektirir, kanatlanmak ise bilgi…Çabasız bilgi kırılmış kanatlardır. Bilgisiz çaba ise beyhude yorgunluktur… Aydınlık, özgürlüktür. Ancak bilgi ile çaba birleştiğinde özgürlüğe uçabilir insan. Bazen yanmak ile anlam kazanır kanatlar yoksa amacı güneşe uçmayacak olan kanadın ne anlamı olur …

 

Resim: Peter Paul Rubens: The Fall of Icarus

Bir Cevap Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.