Karşılaşmanın alevi, halkın yönetime karşı estirdiği rüzgârın etkisiyle büyümekte ve bölgeye yapılan bombardıman, milliyetçi Amerikalıların ve bu topraklarda istenilmeyen göçmenlerin üzerine eşit derecede yağmaktadır.
Yeni Dünya: Avrupa’nın tarih boyu kan ve felaketle yaşamını sürdürmeye çalışan toplulukları için sağlıklı bir nefes alma ihtimalini ortaya koyan ve tatlı bir rüyanın vadedildiği sürprizlerle dolu topraklar. Bu topraklarda yaşama hülyası olan ve geçmişin izlerini unutmak isteyen onlarca milletten sadece biri: İrlandalılar.
Peki ya Yeni Dünya’daki İrlandalılar? Aziz Patrick’in sembolü olduğuna inanılan yoncanın; dağlarından taşarak geçmişi boyunca ezilmişliğinin bir figürü olan sinirli ve kızıl sakallı Leprechaun’un kemerli şapkasını boyayan yeşili, Atlantik Okyanusu’nu aşmasına rağmen, ırkçılığın pençesi altında kan kırmızısıyla imtihan olacaktır. 1840’larda Patates Kıtlığının (bir diğer ifadeyle Büyük Kıtlığın) da belirleyici tesiriyle Amerika’ya göç etmek zorunda kalan İrlandalılar, açlığa karşı tutunacak dalı Yeni Dünya’da bulmaya çalışmıştır. Katolik inançları ve değişik aksanları, yabancı-karşıtı Protestan grupların tepkilerini üzerlerine çekmelerinde büyük rol oynamıştır. Bu yazıda incelemeyi amaçladığım New York Çeteleri filmi, on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında, henüz çok genç bir ulus olan Amerika Birleşik Devletleri’nin Atlantik yakasında şekillenmekte olan kent yaşamındaki çarpıklıklardan yola çıkarak bize Beyazların, Siyahların ve ülkeye yeni gelen Beyaz göçmenlerin –bilhassa İrlandalıların– asayişsiz, tekinsiz sokaklara hâkim olan genel atmosferinde ortaya çıkan bir hikâyeyi anlatıyor. Martin Scorsese’nin yönetmenliğini üstlendiği, Leonardo Di Caprio ve Daniel Day-Lewis’in başrolleri paylaştığı birçok ödüle layık görülen bu film, Herbert Asbury’nin (1899-1963) aynı adlı romanından beyaz perdeye uyarlanmıştır. Başrol karakterin, kendi topluluğuna önderlik eden bir rahibin oğlu olması, iç çatışmaları çocukluğundan beri gözlemesi, bir çeşit intikam duygusunun oluşmasına yol açmıştır. Aynı zamanda kendilerini yerli addeden Amerikan unsurları (Know-Nothing’in selefleri) tarafından çekinilmeksizin ezberlenmiş tanımlara maruz kalması; bilinçaltında oluşan duyguların beslendiği argümanları ve gelecekte bu argümanların tesiriyle ortaya koyacağı hareketleri, izleyici gözünde belli bir portre oluşturmaktadır.
Filmin hikâyesinin üzerinden geçecek olursak; Amsterdam Vallon, babasının önderlik yaptığı göçmenlerin ve film boyu karşı tarafı temsil edecek olan ‘Kasap’ lakaplı Bill’in başını çektiği grubun çatışmalarına şahit olarak büyür. Elbette, henüz çocuk olan Amsterdam, New York’un ‘Five Points’ adlı mahallesinde gerçekleşecek ve babasının ölümüyle sonuçlanacak bu olayın psiko-sosyal etkisiyle yaşamını şekillendirir. Bill’in Rahip Vallon’u oğlunun gözünün önünde öldürmesiyle biten kavganın ardından küçük şahidin yetimhaneye gönderilmesi, onun intikam duygusuyla büyümesine yol açar.
1846 yılında New York’a dönen Amsterdam, sonraki yıllarda Başkan Abraham Lincoln’ün Amerika tarihini şekillendirecek bir sosyal düşünceyi ortaya koyduğuna da şahit olacaktır: Kölelik kaldırılmalıdır. New York’un ırksal, kültürel ve dinsel anlamda zengin bir yerleşim yeri olması; varlıklısıyla, yoksuluyla, göçmeniyle ve yerlisiyle bir nüfus oluşturması elbette onu bu kararın en çok tartışılacağı yerlerden biri haline getirmektedir. Zengin kesimin “Lincoln Beyazları köleleştirecek” gibi sloganlar üretmesi, üstün ve altın birbirine karışma korkusunu ifade etmektedir. Filmde de görüldüğü üzere, göçmenlerin ve Siyahilerin işçi olarak çalıştırılması işverenler tarafından daha kârlı bulunmaktadır. Bir Beyazın alacağı yevmiye miktarını diğer kesimden daha fazla kişi almaktadır ve seçimlerde oy kullanma haklarının olması da birçok kişiyi tedirgin etmektedir. Bu yüzden bazı Püriten gruplar, tatsız ithamlara maruz kalan bu insanları kendi yanlarına çekmek için bazı yollara başvurmaktadır. Bu noktada misyonerlerin aktif faaliyetleri de dikkat çekmektedir. Özellikle göçmenlere dağıtılan broşürlerle birlikte kiliseye çağrı yapılmakta ve Protestan itikadının yayılması arzulanmaktadır. Bunca uğraşa rağmen olayların geçtiği ortamı gözlediğimizde; yağmaların, rüşvetin, kumarın ve Çinlilerin bile dahil olduğu ırkçı kavgaların önünü kesen bir set henüz oluşturulamamıştır. Siyahiler kilisede istenmemekte ve bu ayrım yüz küsur sene sonra (1960’larda) bile Amerikan yaşamında görülecek bir sorun olarak ortadadır.
Filmde yoksullar için bardağı taşıran son damla hiç şüphesiz askere alma konusudur. Lincoln dönemi, zorunlu askerliğin çıkarıldığı ve tartışmalara yol açan kritik bir dönemdir. Belli bir bedel karşılığında bu zorunluluk istisna olarak kalkmakta, parası olanlar 300 dolar karşılığında askere gitmekten kurtulmaktadır. Oysa yoksul kesim için üç yüz dolar, filmde de belirtildiği gibi, 3 milyon dolarla aynı konumdadır. Bu yüzden yoksul halkın elinden isyandan başka bir şey gelmemektedir. Hikâyenin diğer tarafında ise yaklaşan seçimlerde başpiskoposun da destek çağrılarıyla “Tammany” için bölge halkından oy istenmektedir. Bir tarafta radikal “vatansever” grubun adayı göçmenler hakkında propaganda yürütürken diğer tarafta göçmenlerin hakkını savunan bir aday çıkartılmıştır. Bu olayların akabinde göçmenlerin hakkını savunan aday seçimi kazansa da Bill tarafından öldürülmektedir. Yukarıda bahsettiğimiz askere alım konusunun fitili de halk arasında ateşlenmekte ve isyan büyümektedir. Fabrikalarda iş dururken, yoksul halk zenginlere açıkça tepki göstermektedir. Olaylar bu derece büyürken zıt kutuplara ayırılan iki taraf filmin başında da şahit olduğumuz gibi bir düellonun benzeriyle karşımıza çıkmaktadır. Amsterdam ve Bill, geçmişin ve geleceğin tam ortasında buluşacaktır.
Karşılaşmanın alevi, halkın yönetime karşı estirdiği rüzgârın etkisiyle büyümekte ve bölgeye yapılan bombardıman, milliyetçi Amerikalıların ve bu topraklarda istenilmeyen göçmenlerin üzerine eşit derecede yağmaktadır. İki grup da bombardımandan etkilense de birbirlerine karşı çetin bir mücadeleye girişmektedir. Bill; bölgenin ve kendisinin hayat akışını değiştiren bir düello sonucu, intikam duygusuyla beslenmiş olan Amsterdam tarafından öldürülecektir. Filmin sonunda Bill’in ve Rahip Vallon’un mezarı yan yana gösterilmekte ve New York’un günümüze kadar oluşan hâlleri gösterilirken mezarların yıllar geçtikçe harap bir hâle geldiği ekrana yansıtılmaktadır. Amsterdam’ın ağzından dökülen bu cümle, belki de her şeyi açıklamaktadır: “O öfkeli günlerde yaşayıp ölen bizler için ise bildiğimiz her şey, en hafif ifadeyle silinip süpürüldü.” Ateşli bir satranç oyunundan sonra siyah da beyaz da ait oldukları kutunun içine konulmuşlar, siyah istemese de her şeyin sonunda beyaz ile aynı kaderi paylaşmıştır.
Amerikan kimliğinin tanımı nasıl ifade edilebilir? Son nefesinde “Bir Amerikalı gibi ölüyorum” diyen, ırkçılığın ve zulmün filmdeki temsilcisi olan ‘Kasap’ lakaplı Bill, gerçekten de bir Amerikalı olarak mı tanımlanmalıdır? Bölgenin gerçek sahipleri olan Yerli Amerikalılara yüzlerce sene uygulanan tavır göz önünde bulundurulursa, kesinlikle Siyulu veya Pavnili bir kişinin ölümü gerçek bir Amerikalı ölümü olmalıdır.
Scorsese’nin filmi, Amerikan halklarının içsel durumunu analiz eden epik drama filmlerinin büyük örneklerinden biridir. Aynı zamanda Asbury’nin gazeteci kimliğini de dikkate alırsak, yazdığı romanın sosyolojik noktalarının sinemaya aktarılması, görsel anlamda tarihsel eleştiri yapılmasına olanak sağlamaktadır. Tarih boyunca yaşadıkları kötü koşullara karşın Amerika Kıtasını bir çıkış noktası olarak gören Avrupa’nın ezilen halklarını, yeni maceralarında da bölgede dişlerini gösteren ve Avrupa’da yaptıklarının aynısını burada yapmaya çalışan kesim karşılamıştır. Değişen dünya siyasetinde ve insan haklarının asgari düzeyde de olsa ses getirecek bir durumda olması, ezilen grupların akan hayatta kendilerine yer bulmalarına olanak sağlamıştır. Filmde örnek gösterilen İrlanda kökenliler, günümüzde Amerika Birleşik Devletleri bünyesinde nüfusun %10’undan fazlasını oluştururken; Boston Celtics gibi İrlanda kültürünü yansıtan kulüpler vasıtasıyla sporun birçok alanında faaliyet göstermektedir. İrlanda’da bile kutlanmayan ve İrlandalıları temsil eden bazı özel günler, ülkenin birçok bölgesinde kutlanmaktadır.
Yüz elli yıl önce dışlanan İrlandalı göçmenler bugün Amerikan toplumunun asli bir parçası, mizah anlayışının öncüsü, sanattan spora, bilimden siyasete her alanda varlıklarını Amerikan kimliğinin varlığına armağan etmiştir. New York Çeteleri, kendisi de bir İtalyan göçmen ailenin evladı olarak New York’un sert sokaklarında büyümüş olan Scorsese’nin Amerikan kimliği ve kültürü üzerine çektiği diğer filmlerle beraber bir de bu gözle izlenmelidir. New York Çeteleri, böylece, 250. Kuruluş yıldönümü gelip çatan Amerika’nın ne olduğunu anlamaya yeni pencereler de açacaktır.
Bir Cevap Bırakın