Evrim Sanat Galerisi’nde Işıl Dural ve Saynur Bilginer “Delilik ‘Sınırların Ötesinde’ başlıklı resim ve heykel sergisiyle adeta deliliğin ikonografisini yeniden kurguluyorlar.
Sanat tarihi boyunca delilik, toplumun sınırlarını belirleyen bir eşik olarak görülmüş, zaman zaman korkulan, zaman zaman romantize edilen, çoğunlukla da dışlanan bir durum olarak temsil edilmiştir. Deliliğin yalnızca bireysel bir fenomen olmadığını, aynı zamanda psikolojik ve toplumsal inşa sürecine tabi tutulduğunu ortaya koyan sergi, delilik kavramının sorgulanmasını kaçınılmaz kılıyor.
Figürlerin giysileri, jest ve mimikleri, deliliğin teatral bir yanı olduğunu düşündürüyor. Özellikle beyaz geceliği andıran giysi ve konik başlıklar, Batı sanatında uzun zaman deliliği ve marjinalliği temsil eden görsel kodlar arasında yer almıştır. Akıl hastalarına geleneksel olarak giydirilen bu kıyafetler, bir yandan tıbbî bir standardizasyonu, diğer yandan ise bir tür anonimleştirmeyi işaret ediyor. Bu anonimlik, bireyin kimliğinden arındırılarak “deli” kategorisine indirgenmesine neden oluyor. Resimlerde ve heykellerde kullanılan grotesk yüz ifadeleri, deliliğin yalnızca zihinsel bir durum değil, aynı zamanda bedensel bir durum olarak görüldüğüne de dikkati çekiyor. O nedenle sergideki figürler, sadece toplumun “normal” olarak tanımladığı zihinsel çerçevenin dışında oldukları için değil, fiziksel hareketleri ve duruşlarıyla da farklı bir varoluş biçimi sergiledikleri için deli olarak nitelendiriliyorlar.
Normatif olan portre betimlemelerinde figürler genellikle dengeli ve kontrollü bir duruşa sahiptir; ancak buradaki karakterler, ellerini, kollarını özgürce konumlayan, havaya kaldıran, anlamsız jestler yapan ya da komik denilebilecek biçimlerde poz veren figürlerden oluşmakta. Özellikle, bedensel kontrol kaybı ya da teatral bir jest olarak okunabilecek abartılı duruşlarıyla, deliliğin fiziksel bir fenomen olduğunu gösteriyorlar. Gölgelerin ve ışığın dramatik kullanımı bu hareketleri daha belirgin hâle getirmekte, heykellerin yüz ifadeleri ve deforme formları, deliliğin fizyonomik okumalarına gönderme yapmaktadır.
Abartılı mimiklerin, asimetrik yüz hatlarının ve yönsüz bakışların, içsel karmaşayı dışavurduğu varsayılmış, bu belirtiler, deliliğin fizyonomik kanıtları olarak kabul edilmiştir. Johann Kaspar Lavater ve Cesare Lombroso gibi düşünürler, fizyonomiyi bireyin karakterini ve ruhsal durumunu yüz hatları aracılığıyla okuyabilen bir bilim olarak kabul etmişlerdir. Lavater, 18. yüzyılda fizyonominin bireyin ahlaki yapısını ve duygusal derinliğini yansıttığını savunmuş, Lombroso ise 19. yüzyılda bu görüşü kriminal antropolojiye uygulayarak belirli yüz hatlarının suçluluk ve delilik eğilimleriyle doğrudan ilişkili olabileceğini öne sürmüştür. Bu düşünce, modern dünyada biyolojik determinizmin ve sosyal dışlanmanın temelini atan tehlikeli bir varsayımdır; çünkü bireyin yalnızca fiziksel görünüşüne dayanarak onun gelecekte nasıl davranacağına dair çıkarımlar yapmayı içerir. Tıpkı norm dışı yüz hatlarının suç ve delilik gibi “anormal” davranışlarla ilişkilendirilmesi gibi. Sergide görülen figürlerin davranışları ve yüz ifadeleri bu tür fizyonomik belirlemelere bir cevap niteliğinde adeta. Yüzlerin deformasyonu, standart güzellik ve uyum kavramlarından sapışı, toplumun belirlediği “normal” insan fizyonomisine bir başkaldırı olarak okunabilir. Bir akıl hastalığı olarak kabul edilen delilik yalnızca içsel bir durum olarak değil, beden ve yüz aracılığıyla dış dünyaya taşınan, toplumsal bir durum olarak tartışmaya açılıyor.
Sergide, heykellerin deformasyonu ve yüz ifadelerindeki abartılar, fizyonomik belirlemelere yönelik bir ironi olarak plastisize ediliyor. Geleneksel fizyonomik anlayışta, belirli simetrik ve “dengeli” yüz hatları normalliğin ve sağlıklı ruh hâlinin göstergesi olarak kabul edilirken, heykellerde görülen asimetrik, gerilmiş veya abartılı yüz hatları, toplumun normal kabul ettiği fizyonomik kabule meydan okuyor. Bu deformasyon, estetik bir bozulma değil, aksine yüzdeki ifadenin özgürleşmesi olarak okunabilir. Heykeller, deliliğin yalnızca bireysel bir durum olmadığını, aynı zamanda toplum tarafından şekillendirilen ve sınırları belirlenen bir kavram olduğunu vurguluyor.

Toplum, tarih boyunca “normal” ile “anormal” arasındaki sınırları çizmek için belirli bedensel ve yüzeysel göstergeler üretmiş, böylece bireyleri kategorilere ayırmıştır. Akıl hastalığının fizyonomiyle ilişkilendirilmesi, deliliğin yalnızca içsel bir bilinç hâli değil, aynı zamanda dış dünya tarafından anlamlandırılan, toplumsal olarak kodlanan bir damgalama olduğunu hatırlatıyor. Toplumsal kodları sorgulayan, “normal” kabul edilen yüz hatlarının ve estetik algıların dışında kalan figürleri temsil eden yapıtların, ince bir mizah ile ele alındığı görülüyor; çünkü her biri, fizyonominin dayattığı biyolojik indirgemeciliğe karşı, sanatın diliyle ironik bir cevap veriyor adeta.
Bütün bu görsel öğeler, deliliğin yalnızca bireysel bir patoloji değil, aynı zamanda toplumsal bir inşa sürecinin ürünü olduğunu ortaya koyuyor. Michel Foucault’nun “Deliliğin Tarihi” adlı eserinde belirttiği gibi, delilik tarihsel dönemlerde farklı biçimlerde tanımlanmış, zaman zaman şeytanî bir varlık, zaman zaman ise tıbbi bir vaka olarak ele alınmıştır. Bu resimler ve heykeller, tam da bu tarihsel değişimleri yansıtan, deliliğin yalnızca bir “bozukluk” değil, aynı zamanda bir anlam üretme biçimi olduğunu ortaya koyan çalışmalardır. Buradaki figürler, toplumun belirlediği normların dışında var olmaları nedeniyle izleyiciyi rahatsız edebilir, ancak aynı zamanda akıl sağlığı ile delilik arasındaki çizginin ne kadar ince olduğunu da düşündürmektedir.
Plastik açıdan değerlendirildiğinde, yapıtlarda renk kullanımı, kompozisyon ve mekân-beden ilişkisi, figürleri ön plana çıkararak onların beden dillerine ve yüz ifadelerine odaklanmamızı sağlıyor. Gökyüzü, deniz ve kaya gibi doğa unsurlarının dramatik bir biçimde kullanılması, figürlerin yalnızlık ve izolasyon hissini pekiştiriyor. Heykellerde ise malzemenin dokusal yapısı ve yüzeyin işlenmesi, figürlerin grotesk bir algı oluşturmasını sağlıyor. Yüzlerin pürüzlü, kırışık ya da abartılı biçimde modellenmesi, onların yalnızca insani bir birey değil, aynı zamanda psikolojik durumlarını taşıyan nesneler olarak incelenmesine olanak tanıyor.

Bu yapıtlar deliliğin ikonografisini içeriyor, ancak bunu yalnızca medikal veya tarihsel bir belgeleme aracı olarak değil, eleştirel, teatral ve kavramsal bir sanatsal anlatı olarak ele alıyor. Bu da onları klasik delilik temsillerinden ayırarak, modern sanatın toplum, beden ve normallik üzerine yaptığı daha geniş bir sorgulamanın parçası hâline getiriyor.
Deliliğin teatral yönü, bedensel deformasyonlar, fizyonomik bozulmalar ve toplumsal dışlanmışlık, bu yapıtlarda güçlü bir biçimde temsil ediliyor. Resimler ve heykeller, deliliği bir trajedi olarak değil, teatral bir görsel anlatı biçimi olarak ele alıyor, bu eserler, yalnızca geçmişin delilik imgelerini tekrar etmekle kalmıyor, aynı zamanda bu imgelerin günümüz sanatında yeniden kurgulanarak deliliğin sanatsal ve toplumsal inşasına dair yeni bir bakış açısı getiriyor. Bir yapıttan diğerine gezinirken hayret ve neşe eşlik ediyor, zira delilik yalnızca zihinsel bir sapmanın değil, aynı zamanda normların dışında var olmanın görselleştirilmiş bir hâli. “Deliliğin İkonografisi”ni tuvalin pentür tadında ve seramiğin kendine özgü formunda betimleyen iki kadın sanatçı, bu tekinsiz kavramı eşsiz bir dışavurumla sanat tarihine bırakıyor.
Bir Cevap Bırakın