Bir yılı daha geride bırakmamıza günler kala, yeni ümitler, yeni hedefler, yepyeni hayaller ve beklentiler biriktirdiğimiz ve birçoğumuzun yeni yıla girecek olmanın telaşlı hazırlığı içinde olduğumuz günlerdeyiz.
Yeni yıl hazırlıklarının olmazsa olmazları arasında elbette şık ve süslü, damak zevkimize ve bütçemize uygun sofralar, aile ve arkadaşlar ile birlikte eğlenceli kutlamalar olduğu gibi, içimizdeki renkli umutların sanki birer yansıması gibi rengârenk süslenmiş, ışıl ışıl yanan çam ağaçları da vardır. Çam ağacı süslemek ülkemizde özellikle büyük şehirlerde artık pek çok evde, sokaklarda, mağazalarda adeta bir gelenek haline dönüşmüştür. Bu geleneğin çıkış noktası acaba Hıristiyanlık inancından mı gelmektedir yoksa yakın bir süre önce sonsuzluğa uğurladığımız Sümer kraliçesi Muazzez İlmiye Çığ’ın belirttiği üzere, eski Türkler’de kutlanan Nardugan Bayramı’ndan mı gelmektedir? Bu geleneğin nahıllar ile gerçekte nasıl bir ilişkisi vardır?
Sydney Üniversitesi’nden dini araştırmalar profesörü Carole Cusack, “Yaşamın ve ışığın, ölüm ve karanlığa karşı zaferini”, yaprak dökmeyen dalların simgelediğini belirtmektedir ve bu dalların antik dünyadan beri geleneksel olduğunu söylemektedir. Hıristiyanlığın ortaya çıkışından önce de birçok ülkede tüm yıl yeşil kalan bitkilerin, ağaçların cadıları, hayaletleri, kötü ruhları ve hastalıkları uzak tuttuğuna inanılıyordu. Çok tanrılı dinlerde, kış mevsiminde güneş tanrısının hasta ve güçsüz olduğuna ve kış gündönümü kutlandıktan sonra güneş tanrısının daha iyi ve güçlü olacağına inanılırdı. Örneğin; eski Mısırlılar güneş tanrısı Ra’ya tapıyorlardı ve kış gündönümünden sonra Ra hastalığından kurtulmaya başladığından, Mısırlılar da evlerini yeşil palmiyeler ve papirüs kamışları ile süslüyorlardı.
Birden çok ülke bu ağaçların ilk çıkış noktasını sahiplense de hangi ülkede ilk olarak görüldüğü kesin olmamakla birlikte, kuzey ülkelerinde ortaya çıktığı bazı kaynaklarca belirtilmektedir. Letonya ve Estonya bu konuda oldukça iddialıdır. Araştırmalara göre 1510 yılında Letonya’da bir tüccar loncası bir ağacı süsleyerek, şehirde dolaştırıp daha sonra yakmıştır. Estonya ise, bu iddiaya karşı çıkarak, 1441 yılında benzer bir festival düzenlediklerini ve ilk olarak ağacın çıkış noktasının kendi ülkeleri olduğunu iddia etmektedir. Birçok kişi de bu konuda Almanya’nın çıkış noktası olduğuna inanmaktadır. Her dem yeşil olan ağaçların cennet bahçelerini simgelediği ve ağaçlara elmalar asıldığı da belirtilmektedir. Bazı kaynaklarda yer alan bilgiye göre, Martin Luther’in 16.yy.’da bir ağaca yanan mumlar astığı belirtilmektedir. Luther, bir kış akşamı eve yürürken daimi yeşil ağaçların arasında parıldayan yıldızlardan etkilenmiştir. Ailesi için gördüğü bu güzelliği canlandırmak amacıyla ana odaya bir ağaç dikmiş ve dallarına yanan mumlar asmıştır. Almanya üzerinden zaman içinde bu ağaçların noel ağacına dönüştüğü ve diğer ülkelere yayıldığı söylenmektedir.
Muazzez İlmiye Çığ ise bu geleneğin eski Türklerde Nardugan Bayramı olarak kutlanmasından doğduğunu söylemiştir. “Nar” güneştir. “Tugan” doğan’dır. “Nardugan” ise “doğan güneş” anlamına gelmektedir.
Sümer kraliçesi Muazzez İlmiye Çığ; “Güneşi geri verdi diye Tanrı Ülgen’e dualar edildiğini, duaların tanrıya gitmesi için ağacın altına armağanlar koyulduğunu, dallarına alacalı ipler bağlandığını, o yıl için tanrıdan dilekler dilendiğini, bu bayram için evlerin temizlendiğini, güzel giysilerin giyildiğini, ağacın çevresinde yırlar (türküler, ezgiler) söylenip oyunlar oynandığını, yaşlıların, büyük babaların, ninelerin görmeye gidildiğini, bir araya gelerek yaş ve kuru meyveler, özel yemek ve şekerleme vb. birlikte yenilip içildiğini, bayramın yakınlarla bir araya gelerek kutlandığında ömrü çoğalttığına, uğur getirdiğine inanıldığını belirtmiştir. Akçam ağacının yalnızca Orta Asya’da yetiştiğini ve Arapların bu ağacı bilmediğini, Hunların Avrupa’ya gelişlerinden sonra bu ağaç geleneğini Hıristiyanların onlardan görerek aldıklarını, Türklerden Hıristiyanlara bu şekilde geçtiğini söylemiştir.
Orta Asya Türk toplumunda, gökte iyiyle kötü, aydınlıkla karanlık bir savaş içerisindedir. Bu savaş 21 Aralık’ı, 22 Aralık’a bağlayan gece aydınlığın zaferi ile son bulur. Aydınlık karanlığa hâkim olur ve günler uzamaya başlar. Böylece, kötülükler gitmiş, karanlık gitmiş, onun yerine iyilikler ve barış gelmiştir, aydınlıklar gelmiştir. Gece ile gündüzün savaşının ardından, ilk dolunay yeni yıl olarak kabul edilirdi ve Türk mitolojisinde ölümsüzlüğün sembolü kabul edilen Orta Asya’nın akçam ağacı, kırmızı kurdeleler ile süslenirdi.
Türk Yaratılış miti XIX. yüzyılda Vasiliy İvanoviç Verbitsky (1827- 12 Ekim 1890) ve Alman asıllı Rus Doğubilimcisi Wilhelm Radloff (17 Ocak 1837 – 12 Mayıs 1918) tarafından Altay-Yakut Türk’lerinden derlenmiştir. Verbitsky’nin derlediği Altay Yaratılış Destanı’nda da “Ülgen” tanrı olarak karşımıza çıkar:
“Dünya bir deniz idi, ne gök vardı ne de bir yer,
Uçsuz, bucaksız, sonsuz, sular içreydi her yer,
Tanrı Ülgen uçuyor, yoktu bir yer konacak,
Uçuyor, arıyordu, katı bir yer, bir bucak.
Ülgen’in, insanların koruyucusu; sakallı ve kaftan giymiş olarak sarayında oturduğuna ve geceyi, gündüzü, güneşi yönettiğine inanılırdı. “Hayat ağacı” denilen bu ağacın, inanışa göre köklerinin yerin merkezine kadar indiği, dallarının da gökyüzünde oturan tanrı Ülgen’in sarayına ve arşa kadar uzandığı, ağacın tepesinde yaşayan aksakallı birinin ise çocuklara, insanlara hediyeler dağıttığı rivayet edilirdi.
Şaman inancı, ağacın günlük hayata ve geleneklere yansımasına etki etmiş, böylece hayat ağacı Anadolu coğrafyasında İslamiyet öncesi ve sonrası Türk kültüründe, mimari ve el sanatlarında motif olarak kullanılmıştır. Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde bulabiliriz.
Örneğin; Erzurum Çifte Minareli Medrese’de gördüğümüz hayat ağacı motifleri, palmiyeye benzer bir ağaç olarak görülmektedir. Dalları arasında bir nar tasvir edilmesi ”çoklukta birliği” simgelemekte ve Tanrı’nın birliğini temsil etmektedir.
Arapça’da “nahl” olarak isimlendirilen kelimenin anlamı hurma ağacı demektir. Anadolu topraklarında Frigler döneminde yılın belli günlerinde ve dini törenlerde kullanıldığı ve Hitit kabartmalarında da nahıllara rastlandığı görülmektedir. Düğünlerde de kullanılmış olan nahıllar, düğün sahibinin erkeklik gücünü, maddi gücünü, toplumdaki yerini gösteren bir simge olmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu’nda düzenlenen şenlik ve düğünlerde ağacın yeni yansıması olarak görülen nahıllar, düğün ve şenliklerde kullanılan, yukarı doğru incelen konik biçimi ile hurma ağacını andıran ve üzeri çeşitli şekillere sahip süslerle bezenmiş bir nesne olarak karşımıza çıkmaktadır. Nahıla yüklenen anlam, ağaca yüklenen anlamla örtüşür. Nahıllar sadece bir süs değil aynı zamanda nahılı yaptıran kişinin ekonomik ve toplumsal gücünü ortaya koyan toplumla paylaşımın önemli yansımalarıdır.
İhtişamları ile dikkat çeken nahıllar, yüksek maliyetlere sahipti. Tarihçiler küçük ve büyük ölçekli nahılların varlığından ve teknik özelliklerinden söz ederler. Nahıl yapımında kullanılan malzemeler ve nahılın yüksekliği önemli detaylardır. Nahıllar çok defa servi ağacı biçiminde ya da hurma ağacı şeklinde yapılıyordu. Boyları değişken olmakla birlikte, 9 ile 12 m., küçüklerin ise 2 ile 4 m.arasında olduğu, hatta 25 m. yükseklikte olan nahılların bile olduğu bilinmektedir. Nahıl, ne kadar büyük ve gösterişliyse, kişinin o kadar saygın ve de zengin olduğu anlaşılırdı. Evliya Çelebi, nahıl ustalarının “esnâf-ı nahilciyân-ı sûr-ı hümâyun” olarak adlandırıldığını ve pîrlerinin Meyser-i Ezherî olduğunu belirtmiştir.
Dallarına mumlar, süsler takılan nahılların gövdeleri genellikle demir çubuklardan yapılır, her yanına çengeller konulurdu. Süslerin asılabilmesi için yukarıdan aşağıya doğru uzunlukları kademeli artan dallar takılırdı. Nahılın her katına üstleri altın ya da gümüş yaldızla parlatılmış toplar asılırdı. Büyük nahılların taşınırken devrilmemesi için, yarısına kadar dört gergi direği bulunurdu. Yelkenli gemilerde yelkenleri germek ve yönlendirmek için kullanılan yatay bir direk olan seren gibi, nahılın tepesiyle tabanı arasında da dengeyi sağlayacak halatlar olurdu. Nahılı yaptıranlar, maddi gücüne göre nahıla değerli taşlar vb. astırdığı gibi, maddi gücü fazla olmayan daha çok halktan kişilerin meyveler astırdığı da bilinmektedir.
Gerek saray düğünlerinde gerek halk düğünlerinde kullanılan nahıllar, sünnet ve gelin alayı önünde veya yanında taşınırdı. Nahıl ağacı, Osmanlı’da ilk kez 1449’da Şehzade Mehmet (Fatih)’in Sitti Mükrime Hatun ile gerçekleşen düğün şenliğinde görülmüştür.
“Düğün, ziyafet, şenlik” anlamına gelen Farsça sûr kelimesiyle “mektup, yazılı belge” anlamındaki nâmenin birleşmesinden oluşan, Osmanlı döneminde evlilik, sünnet, doğum gibi olaylarda yapılan şenlik ve ziyafetleri konu edinen Sûrname adı verilen kitaplardan, 1720 tarihli Nakkaş Levni ve Şair Vehbi birlikteliğiyle oluşturulan Sûrname-i Vehbi’de, III. Ahmed’in şehzadelerinin sünnet düğünü anlatılmaktadır. Bu minyatürlerde nahıllar da resmedilmiştir. Bu nahıllar saltanatın gücünü de yansıtmaktadır.
Yüzlerce kişi tarafından yanlarında bulunan tutamaçlardan taşınan çeşitli uzunluklardaki nahıllar, büyük avizelere benzetilirdi. Büyük nahılların bazen sokaklardan geçmesi mümkün olmadığından, bazı evlerin cumbaları, saçakları yıktırılarak bu yerler daha sonra yaptırılırdı. Bazen de evler yıktırılır ve parası sahiplerine ödenirdi.
Sefaret papazı olarak görev yaptığı Osmanlı topraklarında şenliklere de tanıklık eden John Covel ise 1675 şenliklerindeki nahıl tasarımlarını günlüğünde şöyle betimlemişti: “Bir direğin etrafında, telden yapılmış piramid ve huninin üzerine, çıtalarla tutturulmuş oyuncaklar (bizim oyuncak atlarımızı süslediğimiz gibi) renkli kâğıtlar, çiçekler, balmumundan yapılmış meyveler olan kırk nahıl, yirmi tanesi yolun bir tarafından yirmisi diğer tarafından iki saf halinde geçti”
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ile unutulmuş olsa da, günümüzde nahıl ustaları nahılbentler tarafından özellikle Nevşehir-Ürgüp’de nahılları yaşatma çabası devam etmektedir.
Takvimler 2011 yılını gösterdiğinde, Tinay Dinçkan tarafından British Museum arşivlerinde bulunan gravür örneklerinin araştırılması ve uzun uğraşlar sonucunda, tarihteki örneklerine uygun olarak tasarlanan nahıllar, Sunay Akın tarafından kurulan İstanbul Oyuncak Müzesi’nde sergilenmiştir.
Tüm bu kültürel etkileşimlerin yansıması ile yeni yıla sayılı günler kala, bizler de aydınlık günlerin, karanlık günlere hâkim olması ve dünyaya barış, sevgi, umut, bolluk ve bereket gelmesi için, kötülüklerin, savaşların, hastalıkların uzaklaşması için, her dem yeşil kalan ağaçların ışıkları ile birlikte kalplerimizdeki güzellikleri ortaya çıkaran bütün renkli ışıkları yaksak, dileklerimiz yeşil ağaçların dallarından gökyüzüne ve sonsuzluğa ulaşır mı, dünyayı ısıtan güneş üzerimizde sımsıcak parlar mı dersiniz?
Yeni yıldan beklediğimiz tüm güzelliklerin bütün insanlığı kucaklaması dileği ile mutlu yıllar.
Bir Cevap Bırakın