Büyükada’da çınar gölgeleriyle örtülü eski meydanında yer alan mütevazi ahşap binanın arka bahçesinde, adanın denizinden ve yorgun sokaklarından topladığı ilhamla sessizce iz bırakmaya devam eden 80 yaşındaki müzisyen ve ressam Nino Varon…
Çınar meydanındaki Adalar Kültür Derneği’nin serin arka bahçesinde, kahvesini yudumlarken bir resme eğilmiş hâlde bulabilirsiniz onu; ya da tam o sırada bir ziyaretçiye gülümseyerek “Yine güzel bir ilham geldi hanımefendi, sizi çizmeliyim!” derken. Kadınları görünce yüzünden eksik etmediği esprileriyle, gençliğin zerafetine duyduğu saygıyı belli ederken; notalarında aşk, resimlerinde ise yosun kokulu rıhtımlar, eski fayton sesleri ve martı çığlıkları dolaşır.
Nino Varon’u adanın herhangi bir sokağında, elinde fırça ya da gitarla yürürken görmek mümkündür. Her adımında, zamana meydan okuyan bir anı taşır. Resimlerine bakan biri, onun sadece boyayla değil, ada ruhuyla çalıştığını hemen fark eder. Çünkü onun tuvallerinde gökyüzü bile adaya aittir; biraz melankoli, biraz tuzlu su, biraz da geçmişin yumuşak mavi tonları.
Bazı şehirler vardır; insan bir ömrü orada geçirmese bile, içinden bir türlü çıkamaz. Bazı resimler de vardır; baktıkça içeri girersiniz, çıkmak mümkün olmaz. Nino Varon’un resimleri tam bu ikisinin kesiştiği yerde duruyor. Bir müzisyenin sessizliğiyle, bir ressamın sesini taşıyorlar. Notaların yerini martılar almış, melodiler sokak aralarına sinmiş, tekneler martı sesleriyle akıyor tuvalin içinde.
Varon, aslında bir besteci. 1944’te Kudüs’te doğmuş. Müziğe çocuk yaşta İstanbul’un o eski apartmanlarından birinde, bir radyo kanalının kısık sesinde başlamış. 1970’li ve 80’li yıllarda Türk pop müziğinin perde arkasında, pek çok ünlü ismin yolunu açan prodüktör ve besteciydi. Şimdiki yeni nesiller pek bilmez ama Ajda Pekkan’dan Nilüfer’e, Erol Evgin’den Nükhet Duru’ya kadar birçok sanatçının albümlerinde onun imzası var. Ama hayat yalnızca kulağa değil, göze de dokunmak istemiş olmalı ki; yıllar sonra resim yapmaya başlamış. Ve tıpkı müziğinde olduğu gibi, resimlerinde de duygudan hiç vazgeçmemiş.
Bu duygunun izini sürecek olursak, rotamız çok geçmeden haliyle Büyükada’ya çıkar. Çünkü Varon için İstanbul yalnızca Boğaz’dan ibaret değil; aynı zamanda çocukluğunun yazları, sessiz sokaklar, eski ahşap evlerin gölgesinde geçen zaman da demek. Büyükada onun hem geçmişi hem de kaçışı. İstanbul’un kalabalığına, gürültüsüne, hızına karşı, hafızada korunmuş bir vaha. Belki de bu yüzden, onun resimlerinde adaya ait olmayan yerler bile bir ada gibi görünüyor: izole, nostaljik, duru. Şimdilerde sadece yazları değil, yaz kış Büyükada sokaklarında ona rastlayabilirsiniz, hatta o muzip tavırlarıyla sizi çok neşelendirebilir.
Varon, resimle ilk denemelerine adanın meşhur balık restoranı Milto’dan topladığı boş şarap şişeleriyle başlıyor. Bu şişelere yaptığı bazı denemelerde ada vapuru, bazılarında ise bir fayton ya da gitar çalan bir müzisyen yer alıyor. Ben özellikle, ada vapurlarının ardında kalan martılarla yaptığı çizimleri çok beğendim.
Ayrıca Varon’un kent manzaralarında gördüğümüz sıkışık yapılar, üst üste yığılmış çatılar ve göğe yükselen minareler, sadece İstanbul’un değil, adanın da görsel belleğinden parçalar taşıyor. Perspektif kayıyor, çünkü hafızada hiçbir şey düz durmaz. Renkler bazen sıcak ve canlı, bazen sade ve grafik ağırlıklıdır. Kuşlar, deniz, Türk bayrakları gibi öğeler tekrarlayarak hem hareket katıyor hem de kolektif bir hafızayı işaret ediyor.
Müzik temalı tablolarında ise, içsel bir caz konserine tanık oluyoruz. Figürler detaydan uzak ama anlamdan uzak değil. Davula vuran bir elin ritmi, piyano başındaki yalnızlık ya da kontrbasın ağırlığı, müzik dinlemeden de hissediliyor. Sahne yok, gösteri yok, alkış yok. Sadece çalınan bir şeyler var, belki de yaşamın kendisi.
Nino Varon’un tablolarına bakarken, sesleri görmeye başlıyorsunuz. İstanbul’un uğultusunu, martıların çığlığını, uzaktan gelen vapur düdüğünü… Ya da Adalar iskelesinden kalkan bir faytonun teker sesini. Ve bazen, kendi çocukluğunuzun içinden geçen bir melodiyi. Çünkü bu resimler dışarıdan çok içeriye bakıyor. Kentin taşından çok hatırasına, müziğin notasından çok duygusuna…
Kim bilir, belki de Varon resim yapmıyor. Sadece unutulmasın diye bir şeyleri bu sefer notaya değil, boyaya döküyor.
Bir Cevap Bırakın