Foucault’cu heterotopyayı çağrıştıran gece kulüplerinin birine bir arkadaşın ısrarıyla gidiyorum. Terli kalabalıkların olduğu, vücutların birbirine yakınlığını itici bulduğum ve kulaklarınızda çınlayan desibellerin orayı terk ettikten sonra da kafanızda bir uğultu bıraktığı bu mekanlardan aslında hiç hazzetmem.
Girmeden önce kapıdaki fedai bizi yarı dini, yarı hijyenik bir ritüelle didik didik ediyor ve sonra bir sekte kabul edilir gibi kolumuza bir damga vuruyor.
İçeride ışık titriyor, aynalar, karanlık ve duman görüşü bulanıklaştırıyor. Orada görünürlük bir tuzaktır. Bu anlamda kulüp bir anti-Panoptiktir de.
Gece kulüpleri, sıradan zamanın askıya alındığı, karşılıklı kabulün olduğu yerlerdir.
Bir gece kulübünün zamansal düzeninin zamanın olağan akışıyla gerçekten hiçbir ilgisi yoktur.
Kulübün heterotopyası bu nedenle aynı zamanda bir heterokronidir. Bedenin doğal biyoritminin, pencerelerin yokluğu, atmosferin yerçekimi ve hızla değişen yapay ışıklar nedeniyle bozulduğu bir yer.
Yarı sağır hale gelen parti arkadaşları arasında gelişen topluluk duygusu da, damga silikleşip kaybolduğunda nihilizmdeki hiçlik gibi yavaş yavaş solar.
Gece kulübü denen gürültü kutusunun içinde tüm potansiyel gözetimin sürgün edildiği bir hedonizm, kronoljik zamanı çökertip, bedenlerin belirsizce karışmasını, maskelerin düşmesini ve bir yere sabitlenmiş bireylerin çöküşünü mümkün kılar.
Fazlasıyla ağır bir şekilde üzerimize yığılarak bizi harekete geçmekten alıkoyan çirkin gerçeklik ilginç bir şekilde orada adeta hafiflemektedir.
Modern çağda esen nihilist rüzgâr, sanat anlayışlarında, anlam arayışlarında ve en çok ruhta yıkıcı oyuklar açıyor.
Burada en önemli detaysa modernist öznenin nihilizmde gizli olan konformizme kendini kaptırmasındaki tuzaktır.
Sokağın resmettiği insan yüzleri, her ne kadar farklı farklı renklerde ve farklı sınıfsal kökenlerden olsalar da toplu halde durunca hiçliğin derin izlerini taşıyorlar. Birbirine benzeyen hem güçlerini hem zayıflıklarını benzerliklerinden alan yüzlerdir bunlar.
Öyle ki, kendiyle özdeşleşen insan suratlarının yer yer birbirine karışarak bir Dali tablosu ortaya çıkardıkları fark ediliyor.
Bunlar, elbette onunla karşılaşanın içinde iyimserlik çiçekleri açtıran toplumsal panoramalar değiller.
Bu tablolarda hissedilen kasvet, nihilizmin kendi hikayesini örten karanlık tülden ileri geliyor. Bu nihilizmin elbette sınıfsal bir arka planı da bulunuyor.
Çünkü kapitalizmin kâr hırsıyla dünyayı emekçilerin kan gölüne çevirişini görmek için, bizzat ayağınızı insan mezbahasının içine sokmanız gerekmiyor.
Devrimci romantizmin “dünyayı güzellik kurtaracak ve bir insanı sevmekle başlayacak her şey” yıkıcı iyimserliği, işler böyle gitmeyince giderek hedonist bir nihilizme evrildi.
Hayatı en çirkin yüzüyle görüp mücadeleyi (angajmanı) önceleyen ütopyaların arkalarında bıraktıkları boşluğu, tüketim toplumunun nihilo-hedonist tutumları doldurmaya başladı.
Nihilo-hedonizm, toplumsalın yanılsamalı ‘Chagall tablosunda’ devasa delikler açtı.
Bütün bu çağrışımların arasında sert çekirdekten bir soruya tosluyorum: “Hayatın bir anlamı var mı yoksa biz mi ona bir anlam yüklüyoruz?”
Eğer inançlı biriyseniz ve Tanrı tarafından yaratıldığınızı düşünüyorsanız o vakit hayat anlamlıdır.
Eğer bir Stoacı ya da Spinoza’cıysanız ve Kozmos’ un tutarlı ve rasyonel bir zorunluluk tarafından baştan başa kat edildiğini düşünüyorsanız hayat o zaman da anlamlıdır.
Eğer bir Hegelciyseniz ve bu tutarlı zorunluluğun zaman içinde, yüzyıllar boyunca ortaya çıktığını düşünüyorsanız o zaman da mantıklıdır.
Kısacası, varlığın var olmak için bir nedeni olduğuna inanıyorsanız mantıklıdır. Ve bu durumda, bireysel yaşamlarımız anlamlarını, bu yüksek anlamdaki yerlerinden alırlar.
Ancak soykırımlar, katliamlar, pogromlar, kıtlıklar ve salgın hastalıklar gibi kolektif felaketlerin yanında bireysel felaketlerin de şiddetinin, tanrının neredeyse yokmuş ya da en azından tatildeymiş izlenimi uyandırdığı bir Kozmos’ta, inanın Stoacı, Hıristiyan, Spinozacı ya da Hegelci kalmak çok zordur.
Göreceli değil de mutlak olan kötülüklerin anlamsızlığı karşısında, Tarihte daha yüksek, tutarlı bir zorunluluğun (erkin, otoritenin) iş başında olduğunu ve bunun sonucunda hayatın bir anlamı olduğunu tekrarlayıp durmak çok zor…
Bu kötücül hengâme içinde her şey oldukça anlamsız ve hiçbir yere gitmiyor gibi görünüyor; yani hiçbir şeyin ne önem anlamında ne de yön anlamında bir anlamı bulunmuyor.
Bu sefer de, radikal kötülüğün ve insanlığın anlamsız deliliğinin varlığını bile aramaksızın bir başka itiraz gün yüzüne çıkıyor.
Yaşam sadece yaşamdır, tesadüfen vardır, zorunluluktan değil, canlıların basit evriminin bir sonucudur ve ne ise o olmaktan başka bir anlamı yoktur. Kısacası, varlık vardır, ama var olmak için daha yüksek bir neden, bir gaye yoktur.
Bu önerme kaçınılmaz olarak beni, “Hayatın bir anlamı yoktur, ama biz ona bir anlam vermeye çalışırız” çıkarımına götürüyor.
Yani biyolojik yaşam sadece yaşamdır, ancak biz insanlar sadece yaşamayız; ona bir anlam vermeye çalışırız.
Bu aslında, seküler bir hümanizmin itirazıdır.
Peki anlamı olmayan bir hayata anlam katmak için ne yapıyoruz, bunu nasıl yapıyoruz?
Bunu yapmanın pek çok yolu bulunuyor.
Örneğin sevgi. Sevgi biyolojik bir gereklilik değildir; birbirimizi sevmeden de üreyebiliriz. Biyolojik yaşamın ihtiyaçlarının ötesine geçen bir sevgiye sahip olarak belki yaşama anlam katabiliriz.
Diğer anlamlı bir seçenek de ilerlemedir. Sürekli gelişmeye çalışmak, tarihin yanlış yönde değil doğru yönde ilerlemesini sağlamak için sürekli mücadele etmek anlamında ilerlemeci paradigma (progressive paradigm). Kolay değil belki, ama bu ahlaki ya da etik kaygı hayata anlam vermenin, varoluşumuza bir yön vermenin belki de en anlamlı yolu olabilir.
Çünkü “Varoluş özden önce gelir” Ayrıca özgürlük, aynı zamanda hayatın temelde hiç olmayan anlamını icat etmenin bir yolu olabilir.
Çünkü bizler her şeyden önce, hatta hayatın herhangi bir anlamı olmadan önce varız. Varoluşun içine, tanrıların olmadığı bir dünyaya atıldık ve varoluşumuza anlam kazandıracak yegâne şey sadece yapacaklarımızdır; bireysel ve kolektif başarılarımız, kendimizi somut olarak gerçekliğe yansıtma biçimimizdir.
Doğduğumuzda bize herhangi bir anlam verilmez, bize sadece hayat verilir, ortasında özgürlüğümüzü, eylem üstüne eylemle azar azar, gıdım gıdım icat ettiğimiz muazzam bir olasılık alanı…
Hayata anlam katmak demek, inisiyatif almak, angaje olmak, harekete geçmek, çalışmak, birlikte yaşamanın yollarını icat etmek, ama aynı zamanda çocuk yapmak, sanat eserleri üretmek ve dünyalar tasarlamak demektir. Ve nihayet hayatın bir anlamının olmadığını ve bizim de ona bir anlam veremeyeceğimizi iddia eden nihilist seçenek.
Bu savın içinde, “zamanımız tükendi ve böyle olması da iyi oldu, çünkü ben, ne politik ve toplumsal bir davanın ne sanatın ne aşkın ne çoluk çocuk sahibi olmanın ne ruhta derinleşmenin ne özgürlüğün ne eylemenin ne de ilerlemenin hayata bir anlam vereceğine inanmıyorum” gibi devasa bir hiçlik arazisine yatırılmış ‘sınıfsız’ bir konformizm de bulunuyor.
Bir Cevap Bırakın