Nihat Özdal’ın Umami’si Üzerine

Biri ile tanıştırırken ve tanıtırken zorlanacağınız; şair mi, yazar mı, kuş gözlemcisi mi, gezgin mi, aktivist mi, modacı mı, dalışçı mı diye tanımlamakta tereddüt edeceğiniz Halfeti’nin yetiştirdiği belki de en sıra dışı isimlerden biri olan sevgili Nihat Özdal’ın Umami’sini okudum. Umami’yi İzmir-Lefkoşa uçuşumdan önce hava alanında beklerken bir solukta tadımladım desem yalan söylemiş olmam. Ama lezzetine varamadım! Nitekim uçakta bir kez daha gastronomi perspektifinden bir gözle okudum şiirleri. Başkasında ne etki bırakır bilmem, arka kapak ve önsöz yazarı ile kurduğu bağ bambaşkayken benimle kurduğu bağ bambaşkaydı Umami’nin. Bence şiirler Ceyhun ne der diye düşünülerek yazılmış 🙂 Başka türlü benimle bu kadar bağ kurması imkansız. Çok uzatmadan şiirler ile kurduğum bağlarla baş başa bırakıyorum sizleri:

 

Parmesan şiiri var kitapta, bu şiir umaminin tanımına dönüşebilir hatta dönüşmeli. Umaminin belki de en iyi iletişim aracı parmesan değil midir? Umami, ben de varım deme aracı olarak Parmesanı kullanıyor olabilir. Parmesan peynir ise diğer peynirler nedir? Bu değerlendirmeyi ilgili sayfada yaptıktan sonra aklıma Ahmet Güzelyağdöken Usta’nın dönüş paketimize koyduğu İzmir Tulum Peyniri geldi.

 

Hangi yemek, hangi ateşte pişmeli! İşte, kitabın en can alıcı ikinci şiiri (birincisi ilk şiirdi). Öyle ki sırf buna kitap yazılır. Hangi yemek için hangi ateş? Kuru fıstık ağacı yaprakları, fındık kabukları, zeytin dalları! Yemek, kader midir? Her yemek her ateşte pişer mi? Kuzu tandır, konveksiyonel fırında pişirse yine de “Tandır” olur mu? Tüpgaz üzerinde bir tava içerisinde pişen ile odun ateşinde sac üzerinde pişen aynı olur mu? Şiir doğrudan pişirme tekniklerinin lezzet ile ilişkisine götürüyor sizi..

 

Yemek adlarının karın doyurabildiğini öğrendim kitaptan. Şiveydiz’in adından başka hangi yemeklerin adları karın doyururdu? Kitabın yarısına gelmeden doydum, doyurdu beni. Yemeğin adının, duyduğumuz andan itibaren bizde bıraktığı izlenimin, lezzetin bir tamamlayıcısı olduğunu düşünmeden edemiyorsunuz. Yedi yaşındaki kızım bana: “Bu yemeğin ilk ismini nasıl koymuşlar? Yani kimin aklına gelmiş ki bu yemeğe bu ismi vermek?” diye sormuştu bir keresinde. Bence tesadüfen konulmuyor yemeklerin isimleri. Bir şeyin adını bırakın duymayı, okuduğunuzda bile lezzetle ilişkilendirmek çoklu duyusal bir mesele. Yani aslında bilimsel karşılığı da var. Şiveydiz şiiri tam olarak bilimsel paradigmaların ışığında bir edebiyat!

 

Özellikle çoklu duyusal algı perspektifinden birçok bilimsel araştırma yürüttüğümden midir bilmiyorum biçimlerin lezzet dili de beni çok etkiledi.. Lezzet yuvarlak biçimlerden mi oluşur? Lezzetin şekli ile sinestezi bu işe karışmış oluyor kitapta. Neden karıştı bilmiyorum ama acının da bir şekli var mı? diye sordum kendi kendime, otuz bin feet te! Yediğimiz ve içtiğimiz her şeyin biçimsel özelliklerinin lezzeti etkilediği göz önünde bulundurularak okunduğunda, şiir sizi sinestezik bir yolculuğa çıkarıyor ve diğer şiirlere geçmeden önce bu yolculukta biraz vakit geçirmeniz gerekiyor. Öyleyse ayranın dokusu, akışkanlığı da mı lezzeti etkiliyor diye sormadan edemiyorsunuz kendinize.

 

Umami’nin “caz” bölümüne geldiğimde, ayağındaki sakatlığa rağmen katıldığı sempozyumdan ayrılırken, terlikli ayakları ile topallayarak gidişini gözümde canlandırmanın keyfini çıkardım şairin. Caz mutfağının patlıcanları! Umami başka nasıl anlatılabilirdi ki? Sanırım kitabın birçok kısmında bu soruyu fazlasıyla soruyorsunuz kendinize: Umami, bir edebiyatçının gözünden bilimsel paradigmalar, sanatın birçok farklı formu, kültürel arka plan, tarih gibi neredeyse gastronomi ile ilişkili her alan kullanılarak mısralara nasıl sığdırılabilir, iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Belki de yükseklikten dolayı kulaklarım tıkanmış olmasaydı patlıcanların “caz”ını duyabilirdim bile.

 

Şairle konuştuğum şiirleden biri de “Yenilebilir kitaplardan bir kütüphane üzerine”. Böyle bir kütüphane zaten yok mu? her yediğimiz bilgi taşıyıcısı değil mi? Öyle değilse neden yiyoruz? Neden her yediğimiz içerisinde haptik bir şeyler barındırıyor? Yediklerimiz ilacımız, ilacımız yediklerimiz değilse, sağ olmak ya da sağlık, yediklerimizden değilse neden yiyoruz? O zaman beslenelim? Hepimizin kişisel pipetleri hazır mı? Gastronomi felsefesinin bir de bu perspektiften ele alınması, gastronomi meraklılarının ilgisini çeker diye düşünüyorum. Özellikle yeme eyleminin bizi diğer canlılardan ayırdığı biçimsel özelliklerinden başlayacak tartışmalar için “Chi”ye el sallayan bu şiir ideal olabilir.

 

Peki ya Brillat Savarin’e gönderme yapma haddini kendinde bulacak şiir? Bu, şairin dünyada anlam arayışının bir tezahürü mü? Yoksa ne? Sahi Brillat Savarin’e kim olduğumuzu söylesek ne yediğimizi söyleyebilir miydi?

 

Anne karnında başladığı söylenen beslenme!’nin (besleniyormuşuz gibi) ölene kadar devam ettiğine çok şahit olduk. Ama kitabın en can alıcı şiirlerinden mezardaki menü gerçekten düşündürücü! Bunun devamı gelmeli! 3’ü menüsü, 7’si menüsü, 40’ı menüsü nerede? Gastronominin biyolojik arka planına tutulan bu ışık, sürdürülebilirliğe de bir gönderme yapıyor. Gerçek sürdürülebilirliğe!

 

Rap ve yemek arasında kurulan ilişkinin ilhamını aldığı yerler bağlamını düşündüm rap ve yemek şiirini okurken. Şair’e gıyabında sordum: Hemşehrin İbrahim Tatlıses’te güzel çiğ köfte yapıyordu değil mi? Her sesin bir tadı olduğunu, her tadın da bir sese karşılık geldiğini artık bilimsel olarak da biliyorsak, şiirin bu bağlamda okuyucuda bıraktığı derin izleri de düşünmek gerekir. Bir lezzet senfonisi enstrümanları nelerdir?

 

Ve geldim sonu imkansız kitabın ellinci ve son şiirine. Başta da açıkladığım gibi asıl mesele şiirlerin tek tek kendilerinde değil. Bütünlüğünde. Holistik bir şiir kitabı bu. Son şiirde tanımlanamayan bir lezzet tamamlanıyor, tıpkı umami gibi. Tadı damağımda kaldı! Tıpkı “Umami” gibi.

 

 

Bir Cevap Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.