Her adımda tarihin içinde yürüdüğünüz Karaköy’de; paslı kapılar, eğilmiş bacalar ve bir zamanlar denize bakan hanlar arasında, tarihi Kurşunlu Han sessizce, içe çökmüş bir yüzyıl gibi bekler sizi. Hanın geçmişi, 13. yüzyılda Cenevizliler tarafından yapılan görkemli Saint Michele Katedrali’ne dayanır; yani taşların hafızası Latincedir ilkin deniz kokar, Akdeniz’in kurşuni sesiyle konuşur. Sonra gelir Rüstem Paşa: Osmanlı’nın en hesaplı zekâsı, en güçlü sadrazamı. Mimar Sinan’a, “Şimdi bu taşları konuşan bir han yap,” der ve Sinan da inşa eder; yalnızca kervanların değil, zamanın da konaklayacağı bir yapı. Kurşunu zamanla çalınır ama hafızası çalınamaz bu hanın. Her çatlağında bir Cenevizli fısıltısı, her kemerinde Osmanlı’nın kudreti, her gölgesinde ise unutulmuş bir esnafın emek teri vardır.
İnsanlık, kendini bildi bileli bir hikâyenin içinde yürür, bazen yazdığına inandığı, bazen de önceden yazılmış olanın içinde. Başlangıcı mitolojideki Aden Bahçesi’ne bağlanan, sonu hep ertelenen o kadim hikâyenin içinden geçeriz. Elimizde ateş, gözümüzde uzak yıldızlar, yüreğimizde tanıdık bir sızı. Ama ne değişir? İhtiras, öfke, merhamet, adalet, aşk, arzu… Hepsi yerli yerinde.
Yerinden oynamayan tek şey kaderin kendisi midir, yoksa onun etrafında dönüp duran biz miyiz?
Tarihi Kurşunlu Han’daki, taş duvarların sarıp sarmaladığı ArtHan Galeri’nin sergi alanında, Başak Çoraklı imzalı Kader Motifi çini sergisi tam da bu sorunun eşiğinde duruyor. Ve durduğu yerden sesleniyor bize:
“Peki, o hâlde sen kimsin?”
Çoraklı’nın sergisinde, bir çini tabağın iç yüzeyine düşen desen sadece estetik değil, aynı zamanda bir anın kırılmasıdır. Don Kişot’un rüzgârlara karşı eğilmiş siluetiyle Shakespeare’in kuşkucu Hamlet’i yan yana duruyor. Aralarında belki yüzyıllar, belki sadece tek bir bakış var.
Hamlet’in siyah beyaz portresinde, altın varaklı bir çerçevenin içinde, babasının hayaletiyle karşı karşıya gelişini görüyoruz. Bu bir hesaplaşma değil, aynı zamanda bir yansıma. Hamlet’in baktığı yüz, kendi varlığının izdüşümüdür.
Hamlet’in seslendiği gibi; “Ne yüz karası şey bu?” diyor; Tut kendini yüreğim, tut kendini! Kendini tutmak… Belki de insanın bildiği tek erdem bu hayatta. Ya da en az bildiği.
Yan tabakta, Don Kişot’un kırık hatları, “yo sé quién soy” (Kim olduğumu biliyorum) cümlesiyle birleşiyor. Cervantes’in kahramanı, deliliğin, hayalin ve gerçeğin sınırlarında yürürken kimliğine tutunarak ayakta kalır. Hamlet’ten farkı da belki budur. Hamlet kuşkusuyla parçalanır; Don Kişot inancıyla bütünleşir.
Bu çiniler yalnızca dekoratif değil; metinsel. Sırlı teknikte pişmiş toprak, katman katman açılıyor. Her figür ister Mephisto, ister Salome, ister Kürk Mantolu Madonna’nın suskun yüzü olsun bize bir hikâye fısıldıyor. Ama bu fısıltı tanıdık: Çünkü o ses, bizim kolektif hafızamızdan geliyor. Elimizde kalmış eski bir kitap gibi; açtıkça kendimize varıyoruz.
Adalet Tanrıçası Ma’at, Uyku Tanrısı Hypnos, Faust’un sesi, Hamlet’in ruhu, Don Kişot’un hayali… Hepsi bir çemberin içinde dönüyor. Kaderin çemberi mi bu? Yoksa bizim çizdiğimiz bir harita mı?
Başak Çoraklı, bu soruları cevaplarken değil, görselleştirirken ustalaşıyor. Her tabakta biraz mit, biraz metin, ama en çok da kendimiz var. Belki de sanatın yapabileceği en doğru şey bu: Kendimizi tanımadığımız bir yerden tanıtmak.
Sergi çıkışında bir süre susuyorum. Yorgun tarihi Kurşunlu Han’ın üst katının revaklı balkonunun etrafında bir tur atıyorum. Kafamda Hamlet’in sesi yankılanıyor: “Hold, hold, my heart!”
Elimi kalbime götürüyorum. Çini bir tabak gibi; sert ama içinde derin, belki de kırık.
Bu sergi, geçmişin fısıltılarıyla geleceğe açılan bir pencere gibi. Zamansız, ama çok tanıdık.
Hepimizin hikâyesi kader motifleriyle örülü değil mi zaten?
Bir Cevap Bırakın