İlişki kurmanın dinamikliği, sömürgeleştirilen, ezilen ve dümdüz edilen bir zemine yatırılarak hiyerarşinin tahakkümle ilgili düzenekleri yapı bozumuna uğratılıyor. Aşkın demokratikliğiyle herkesi eşitlemesinden herkesin bu durum karşısında aciz olmasından adeta bir memnuniyet duyulmaktadır.
İspanya iç savaşından köksüzlüğe uzanan yürüyüş boyunca bireysel felaketlerin katmanları, kötürüm olmuş aşkları ele veriyor. Faşist travmalar sürgünü, sürgün köksüzleşmeyi, köksüzleşme mülksüzleşmeyi, mülksüzleşme ise kayıp anlamına geliyor. Kayıplar, bambaşka bir bağlamda da olsa, kâh unutmayı kâh hatırlamayı teşvik ediyor.
Franco dönemi, 100 binden fazla insanın toplu mezarlara gömüldüğü derin ve trajik bir toplumsal süreci kristalize etti. Ancak bu sayının içinde öznel belleğin mezarlığına gömülen sürgün, ayrılık, yurtsuzluk ve köksüzlük gibi kişisel kayıplar bulunmuyor.
Franco’nun ölümünden sonra İspanya’da kolektif enerjiyi demokratik bir gelecek inşa etmeye kanalize etmek amacıyla “Pacto del Olvido” (Unutma Paktı) denen bir unutma anlaşması imzalandı. Bu pakttan sonra Franco rejiminin kurbanlarının anılarını canlandırmak ve kayıplara olan borcu ödemek için tarihsel ve kolektif bellek onarıcı adımlar attı ancak faşist rejimin kişisel felaketlere yol açan uygulamalarının çetelesini kimse tutmadı. Oysa kişisel hikayeler, İç Savaş ve diktatörlük tarihinin kamu bilincine yeniden kazandırılması yolunda bir vektör işlevi görebiliyor. Tarih yazımının sözsüz bir parçası olarak kişisel hikâyeleri tarihî olaylarla birleştirmek, bazen derin toplumsal sessizliği bozmaya ve geçmişle yüzleşmeye yönelik bir duyarlılığı kışkırtabiliyor. Aşkın potansiyel dönüştürücü gücü, tarih-yazımının bir noktasında kendisine yer açabiliyor.
Aşkı, dünyayla bağımızı koparan ve başımızı döndüren bir noktadan okumak onu burjuva bir değer haline getiriyor. Oysa aşk, sadece iki kişiye dair bir şey değildir, aynı zamanda dünyaya da dairdir ve yaşamın yeniden üstlenilebilmesi, ayağa kalkabilme imkânı ve cesaretinin gösterilmesinde kendini hissettiren bir dinamiktir.
Franco rejiminin ve İç Savaş’ın yol açtığı travmalar, nesiller boyunca süren, unutma ve yeni bir kimliğin inşasını içeren bir sessizlik perdesiyle örtüldü. Ancak Albert Camus ve Maria Casarès mektuplaşmaları[1] derine gömülü bir yarayı gün yüzüne çıkarırken, onu güçlü bir hafızaya dönüştürdü. Maria’nın travmalarını üstlenen sessizlikle olan ilişkisi yer yer bir erkekle olan ilişkisine benziyordu: Önce fetih, sonra aşk.
Tarihin bir noktasına gömülmüş bu kırık dökük aşk hikayesini kesintiye uğratan şey, tarihin lanetli bir uğrağındaki mekân- ve takvim tutmazlıktı. Yine de onların aşkı ile dünyanın geri kalanı arasında çok büyük bir mesafenin olmadığı fark ediliyor, çünkü bu mektuplaşmaların bıraktığı izler ve kotardıkları hafıza, unutmayı neredeyse imkânsız hale getiriyordu.
Albert Camus ve Maria Casarès ilişkisi zamanla, insanın ruhuna sirayet eden aynı dehşet kontekstinden etkilenip giderek yakın tarihin barbar hayaletleriyle bir hesaplaşmaya dönüştü. Bu bağlamda “Faşizme karşı direnişte aşk her zaman bu uğurda feda edilecek bir şey olmak zorunda mı, direnmek için aşktan vazgeçmek gerekli midir?” soruları önem kazanıyor.
Camus’yü Maria’dan uzaklaştıran şey, adavetini gizleyen kötücül bir tarihin bir uğrağında başlayıp sonra duygusal bir çileye dönüşen, yanlış anlaşılmalardan, boğuşmalardan, sessizlikten, sürgünden, ‘vatansızlıktan’ ve faşist baskıdan bir dünya kontekstiydi. Tarih mutluluğu isteyen özneyle kedi fare gibi oynarken, eyleminin hızı, öznel duyguların bir kasırgasına yol açıyordu.
6 Haziran 1944’ün şafak vakti müttefikler Normandiya sahillerine çıkarken onların aşkları, yazarın kaldığı Rue Vaneau’nun çatısı altında henüz yeni yeşermeye başlıyordu. Maria o anda Albert’in evli olduğunu ya da babası gibi birkaç yıldır tüberkülozla mücadele ettiğini bilmiyordu. Maria Casarès’teki feminen sezgi Camus’cü varoluşçu iç gözlemde tüketildiğinde, özneyi büyük bir kısıtlılığa ve boşluğa sürüklüyordu.
Kırk sekiz saatlik sağanak yağışın ardından Normandiya’ya düşen çelik fırtına Fransa’yı alevler içinde bırakadursun, başkentin havasında çatırdayan elektrik öyle bulaşıcıydı ki, hiçbir şey ve hiç kimse bu çarpılmadan kaçamıyordu. Berraklıklarıyla başkentin üzerinde çakan şimşekler, mutluluğu arayan özneye içsel bir “durugörü” bağışlarken, çivisi çıkmış dünyanın dehşetini, yüksek voltajlı sosyal gerilimleri ve faşizmin barbar hayaletlerinin yüzlerini aydınlatıyorlardı.
Camus ve Maria arasındaki yazışmalar, Bachmann ve Celan mektuplaşmaları gibi, samimiyetin, ilişkinin ağır, hantal gemilerini çeken römorkörlerin, terklerin, vahiylerin, beyhude beklemelerin, zamanın bir ucunu diğer bir ucuna dikmenin olanaksızlığının, anlatılmaz olanın sırlarını gün ışığına çıkarmanın, gecikmenin hayaletlerinin ve ağır ve küflü bir hatırlamanın on iki yıllık tutkulu bir iletişiminden oluşuyor.
Çok şakacı olduğu ortaya çıkan bir kader karşısında, günlerinin ritmini kontrol etme girişimi olası bir gecikmenin hayaleti tarafından yönlendiriliyordu; özgür bir yurda sahip olmaya dair bir gecikmenin telaşıydı bu. Maria “her zaman teyakkuzda kal, hayallerinin hemen peşine düş ve duraksama” diyen babasının vecizesini hiç unutmadı ancak düşmemek, yıkılmamak için arkasına bakmadan devam etmenin itkileri olası bir gecikmenin telaşı tarafından yönlendiriliyordu.
Maria bu telaşı “1936’da İspanya’dan ayrıldığımdan beri her zaman olağanüstü hâl içinde yaşadım[2]” şeklinde betimliyor. Babası Pirenelerin öteki yakasında kalmıştı ve onunla birlikte, Maria’nın zaten uzak olan çocukluğu, 8 yaşındayken yaşadıklarının, sanki bu ilk sürgünün içinde eriyip gitmişti. Maria Pirenelerin öteki yakasında kalan Galiçya denen ‘dulu’ da hiç unutmadı. Onunkisi, hayatla düş arasına gerilen gökkuşağı kemerlerinin dünyayı kucakladığı ve uzaktaki geniş kumsalların çizgisinin belirdiği uzam içinde, ülkenin en uç sınırlarına yapışan, iyotlu yosun kütleleriyle boyanmış kayaların, midye kümelerinin, deniz yıldızlarının soluk, pembe ışınlarının, tuzlu suyun oyduğu mağaraların gölgeli deliklerinin, beyaz bir öfke köpüğüyle ve daha kızgın dalgalarla geri gelmek üzere geri çekilen okyanusun şefkatiyle homurdanan ve yalnızca devrimin yaratabileceği okşamalarda oyalanan bir yurt özlemiydi. Onunkisi, alıştığı kumsaldan ayrılmak istemeyen kalbi kırık bir çakıl taşının, hem itaatkâr hem vahşi bir hayvanı andıran okyanusun, ufkun, gün batımının ve gelgit saatinin kanayıp durduğu sürgün boyunca biten her günün geceye düğününü söylediği bir umut şöleniydi.
“Sürgün, savaş, durumumuz ve ikimize de dişini geçirmek isteyen hayat, onu kaybetmemek için onu şimdiden alacağım. Yani her şey görmek, bilmek, paylaşmak, umut etmek, eğlenmek, heveslenmek, baştan çıkarmak, fethetmek, gülmek ve hatta ağlamak için bir bahanedir çünkü ağlamak aynı zamanda yaşamak demektir.[3]
Bu cennet gibi çocuklukta ilk kırılma 1930’da gerçekleşmişti. İspanya Cumhuriyeti’nin seçkin figürü ve inanmış bir sosyalist olan babası monarşiye muhalefeti nedeniyle birkaç ay hapiste kaldı. Babası Maria’ya genç bir boğanın direngenliğini aşılamıştı. “Genç bir boğa gibi kabaca ve özgürce büyütüldüm. Ağaçların ve bahçelerin içinde, her zaman dışarıda, yalınayak (…)”[4]
Babası Maria’yı kanlı iç savaşın fonunda Paris’e gönderirken, içine doğduğumuz evin de coğrafyanın da kader olduğu inanışına sert bir itirazda bulunmak istemişti. Maria seçkinci Paris atmosferinde, “farklı olabilmek için, elimizden gelse, olduğumuz kişinin son kalıntılarını hiçlik noktasına kadar bastırmamız, tüketmemiz gerekiyordu. Geçmişte olanı kendi içimizin derinliklerine kazıyıp oraya gömmek ve başka yerden bize gelen her şeyi hoş karşılayıp, içmek ve yutmak zorundaydık (…)”[5] diye yazacaktı.
Henüz 14 yaşındayken bile zorluklarla şekillenmiş demir bir kararlılığa sahip olan Maria sürgünde, kendini yaşamaya değer kılmanın meydan okumalarıyla yüzleşti. Onun bu meydan okumalarla baş etme hırsı, hayata karşı şiddetli bir iştah ve açgözlülük tarafından körükleniyordu.
İspanya ile olan bedensel bağları, anne ve babasının art arda ölümünden sonra korkunç, telafisi mümkün olmayan bir zulüm yarasına dönüşüp adeta kangren olmuş ve kalbinden bir parçanın kopmasına neden olmuştu. Ne de olsa İspanya ve Fransa derin, mahrem kalp kırıklıklarının ülkeleriydiler.
Genç kız, zamansız, büyülü bir evrenin, Sibyllerin ve hayaletlerin krallığının vaatlerini yakalamaya çalışadursun, kısa süre sonra Naziler tarafından işgal edilen Paris’i baştan başa katederek diksiyon dersleri aldı, çünkü o, büyülenmek için, önceden öğretilmiş büyüleri bozmak gerektiğine inanıyordu.
Maria’nın Camus’ye olan bağları yüce, gizli tutkular tarafından perçinlenmişti. Kaderlerinin teknesi hâlâ uykuda olan Paris’e yanaştığında, canlarına kasteden dalgalanmalar karşısında bocalıyor, gençlikleri, güzellikleri ve heyecanları ıssız şehri titretiyordu. Tarihin bu lanetli uğrağında Paris’e, “adaleti, özgürlüğü ve bağımsız vatanı gerçekten sevenin sevmeye hakkı yoktur” dedirten bir atmosfer musallat olmuştu.
Maria ve Albert, Camus’nün 1960’ın başında feci bir şekilde ani ölümüne kadar, birbirlerini uzun yıllar boyunca ‘kaçak’ bir tutkuyla sevdiler. 1944 yazında, aşklarının doğuşunu izleyen haftalarda Maria, Camus’nün savaş sırasında Oran’da kalan karısı Francine’in yakında Paris’e geleceğini öğrenince ilişkilerini sonlandırmaya karar verdi. Camus yazdığı bir mektupta, “Hiç bu kadar çaresiz, bu kadar savunmasız hissetmemiştim. Akıtamadığım için beni için için boğan bu gözyaşlarıyla öpüyorum seni sevgilim” diye yazmış ve kısa bir süre sonra ayrılık netleşince: “Elveda aşkım. Seni canından çok seveni unutma” diyerek Maria’ya veda etmişti[6].
Maria vedadan önce Camus ile geçirdikleri birkaç günün ardından, “çölde kaybolup birdenbire berrak sularla dolu bir göl bulan bir gezginin öfkesiyle mutluluğa daldım ama yüzeye çıkacak zamanım olmadı; çünkü alttan bir şey beni yakaladı ve orada kaldım, ağırlaştım, tek bir bilinçli düşünceyle boğuldum: Bu bir serap değildi” diye yazacaktı.” Aynı mektup, “Eğer bir cehennem varsa, benim cezam sana sonsuza kadar uzaktan bakmaktan ibaret olacak ve sen bana sadece gölgelerinle kuşatılmış görüneceksin” diye bitiyordu[7].
6 Haziran 1948’de Maria bir arkadaşıyla Saint-Germain Bulvarı’nda yürürken kaldırımda bir adamla karşılaştı. Arkasında ondan bir adım uzakta, aynadaki yansıma gibi, Camus’nün ona dönüp baktığını hatırlıyordu:
“Aniden boşalan ve sessizleşen bulvarda algılanamaz bir dalgalanma, belli belirsiz bir tereddüt ikimizi de bir süre sessiz tuttu.”[8]
İlk gecelerinden dört yıl sonraki bu karşılaşma hikayelerinin kaldığı yerden devam etmesini sağladı; uzun yıllar boyunca için için yanan ateş sönümlenmeye yakınken, böylece yeniden alevlenecekti. Tanrı bir şakacı olduğundan, kaderin kartlarını bir kez daha karıp, onları Boulevard Saint-Germain’de buluşturduğunda, bir daha ayrılmamak üzere birleştikleri yanılsamasına kapıldılar. Oysa barbarlığın gebelik döneminde her kişisel mutluluk embriyonu, bir düşükle sonlanmaya mahkûmdu.
Ancak onları birleştiren başka bir şey vardı ki; bu yurttan kopuştan ve köksüzlükten beslenen yaşama isteği, söze ve edebiyata olan tutkuyla sentezlenip aşkın toplumcu dilini oluşturuyor ve onu kolektif hafızaya kazıyordu.
Camus 1950’de öznel olan ile kolektif arasında salınan aşklarının güvenli bir kalbe demir attığını şu cümlelerle belirtiyordu: “Hayatın seninkinden başka yüzü yoktur sevgilim. Bir kalbin bir diğerine tamamen teslim olması, ruhun bu dingin ve huzurlu doluluğu, en azından bizim zaferimiz ve ödülümüzdür.”[9]
30 Aralık 1959’da Albert Camus, Maria Casarès’e şu birkaç kelimeyi gönderdi: “salı günü geleceğimi haber vermek için bu son mektup (…) Prensip olarak yoldaki olası tesadüfleri hesaba katarak diyelim. (…) Seni öpüyorum, yeniden başlayacağım salı gününe kadar sana sarılıyorum.”[10] Birkaç gün sonra, 4 Ocak’ta, Rue de Vaugirard’daki evine dönen Maria, ortak arkadaşları yapımcı Micheline Rozan’ı ağzında şu korkunç cümleyle evde kendisini beklerken buldu: “Camus öldü”.[11]
Yazarın bir araba kazası nedeniyle ani kaybını Maria, “onun varoluşunda benim havsalamdan kaçan tek olay” olarak tasvir etti. Camus’nün ölümü Maria’yı hayata bağlayan en güçlü dayanaklarından birinden mahrum etmişti, ancak Maria eğilse de kırılmayacak, baba aktarımının direngen mirasıyla hep ileri doğru yol alacaktı.
Maria bu kaybın üzüntüsü ruhunun derin bazı kıvrımlarında ömrü boyunca gizledi. O, tıpkı varlığına damgasını vuran tüm kayıplardan kurtulduğu gibi, Camus’nün kaybından da sağ kurtulmayı başarmıştı. “Babam ve annem gibi o da benim yaşayan bir nesnem bir parçam haline geldi, isimsiz, meçhul bir hale geldi; öyle ki, onu aniden bir fotoğrafta ya da ortadan kayboluşundan yıllar yıllar sonra, eliyle yazdığı kayıp bir sayfada görünce, sanki bir gün önce ölmüş gibi aynı şoku yaşadım. Tıpkı babam gibi, annem gibi o da bana ilham vermeyi sürdürüyor (…)” diye yazacaktı.[12]
Maria, kalın duvarların çocukluğundaki Panaderas sokağını hatırlattığı evinin ağır kapısının ardında kendine benzeyen bir evren kurmaya çalıştı. Yatak odasının duvarlarını kaplayan güneş ufuklu dairesel parlak sarıdan duvar kağıtları, çocukluğunun denizini yansıtan banyosundaki mavi tonlar ve oturma odasındaki gösterişli aynalar, özgür bir yurda dair yarım düşlerin sürekli bir “ayna evresi”ne zorladığı bir varoluşa göndermeler yapıyordu.
Maria Hamlet gibi o da evinde insan kafatası bulunduruyordu. Kafatası bir referans noktası oluşturadursun, ona her baktığında muhtemelen hem hayatın her yerdeki tomurcuklanmalarını hem yaşam ve ölümün aynı şey olduğunu anımsatıyor ve düşmenin, devrilmenin, ayrılığın ve kaybın, yıkım, inşa, bozulma, onarma ve ölümle; ölümünse hayatla bir arada düşünülmesi gerektiğine gönderme yapıyordu.
Mektuplaşmalarda maskülen hakimiyetin kodlarıyla ve fallokratik bir kibirle mühürlü bir aşkın özgürlükle olan uzlaşmaz doğasına vurgu yapıladursun, modernitenin heteronormatif öznesinin baş edilmesi ve dizginlenmesi gereken bir olgu olarak görüldüğü fark ediliyor. Bu öznenin sert çıkıntılarının, eşit ve özgür aşkın içinde budanması gerektiğine olan inanç dikkat çekiyor:
“Kimseden hiçbir şey almadım, zira yalnızca özgür veya özgürleştirilmiş olanı alabiliriz ve hüküm süren aşk içinde, onu (Camus) bir başkasına bağlayabilecek yeni bağları resmileştirmek hiç aklıma gelmedi; Kendi içimizde riskli ve ıstıraplı çile döneminin üstesinden gelmemiz; içinde hareket ettiğimiz ve içimizde barınan dünyaya dair her türlü geleneksel fikrin, uygunsuz mülkiyete yönelik her türlü cazibenin, içinde bulunduğumuz her şeyin üstesinden gelmemiz gerekiyor. Kibir kendini gizleyebilir ve en zoru olan da ikimizi de tutan ve her ikimizin de mutlak olana olan tükenmez susuzluğunu haykıran gururdur.”[13]
İlişki kurmanın dinamikliği, sömürgeleştirilen, ezilen ve dümdüz edilen bir zemine yatırılarak hiyerarşinin tahakkümle ilgili düzenekleri yapı bozumuna uğratılıyor. Aşkın demokratikliğiyle herkesi eşitlemesinden herkesin bu durum karşısında aciz olmasından adeta bir memnuniyet duyulmaktadır.
Sürgün hem Maria’yı hem Camus’yü süreğen bir (iç) göçe ve ruhlarını kalıcı bir “olağanüstü hal”e sürüklüyordu. Diğer yandan yersiz yurtsuzluk hayal gücü için gerekli olan pencereyi açmalarına da yardımcı olacaktı. Maria Albert Camus’ye şöyle yazmıştı: “Yıllar geçtikçe daha da yüksek sesle haykıran ve ‘ebedi sürgüne’ çaresizce tanıklık eden eski bir nostaljiyi yanımda taşımaya devam ediyorum. Kök salmaya, özgür bir vatan bulmaya ve sonuna kadar ona bağlı kalmaya dair en derin arzularımın nostaljisini (…)”[14]
Anlaşılan o ki, “Nasıl bir vatan” sorusuna, aşk ve direniş olmadan, direnişe sığınan aşkın olanakları ve aşktan taşan direnişin olasılıklar evreni olmadan ve aşkın içindeki vatanı yurt bilmeden, bir yanıt vermek mümkün görünmüyor.
Şubat 1980’de otobiyografisinin[15] yayınlanması vesilesiyle yayınlanan bir söyleşide aniden kırılganlaşan kahkahası, şu cümleyi fısıldadığında neredeyse hiç örtülmüyor:
“Varlığının sürekli yenilediği mucizeyi bekliyorum. Bir kez olsun yalnız hissetmediysen, bir daha asla yalnız olmayacaksın sevgilim. Hayatın seninkinden başka yüzü yoktur.”[16]
Tiyatroda başarı merdivenlerini tırmanan Maria, varoluşunun çilelerini, üzüntülerini ve kalp kırıklıklarını tek bir oyun için bereketli topraklara dönüştürmeye çalıştı. Nihayetinde tiyatro dediğiniz şey, aktörlerin ve seyircinin, şeytanlarını kovmak için geldiği bir sahneydi. Tiyatronun ölüme karşı üstlendiği bahiste, söz konusu olan hayatın ta kendisiydi ve üstlenilen riskler ve gömülen tuzaklar, hayatta karşılaştığımız çoklu, incelikli, beklenmedik, sinsi tuzaklarla aynıydılar.
Maria birbirini kamufle eden iki dil (sürgünlüğün ve tiyatronun dili) arasında kalmış ve bir dil tarafından hadım edilmiş bir sanatçı olarak öne çıktı:
“İcat edilen veya yeniden keşfedilen bir kelime beni gözyaşlarına boğabilir veya zevkle güldürebilir. İşte bu yüzden tiyatroda şairlerin dilini konuşmayı her zaman sevmişimdir ve bu nedenle, sahnede beni en tehlikeli baştan çıkaran şeylerden biri zengin bir metindir, lezzetli bir anlatımla anlamı, ruhu ve müziği mükemmel bir uyum içinde titreştiren çok fazla kelimeyi vurgulayan bir metin.”[17]
Sonsöz
Casarès’in yaşadığı ve acı çektiği serüven aracılığıyla bu aşka verdiği epik boyut her zaman anlatılmaz ve yazılması imkânsız olandı. Casarès kendi Odyssey’ini aktarırken, aşk orada asla mitik bir kavrayış, bir logos dışı olgu olarak öne çıkmaz. Onun gerçekliği aktarma şekli, kurgu ve gerçeklik arasındaki sınırlar ayırt edilmez hâle gelene kadar onları deşmeye dayanır. Casarès adeta okura “hayatımın hikayesi diye bir şey yok, kolektifin içine eriyen ve eridikçe çizgileri bulanıklaşan kırık bir ufkun hikayesi var” diyor.
Nasıl ki Batı Metafiziğinde duygu-akıl, beden-zihin, madde-ruh, dişi-erkek, ilkel-uygar gibi hiyerarşik ikililikler (düaliteler) üzerinden ilerleyen epistemolojik bir yaklaşım varsa, bu ikililik adeta Camus ve Casarès’in aşkına da sirayet etmiştir. Orada dizginlemesi ve baş edilmesi gereken ikililik, kolektif-öznel bellek, tarihsellik-güncellik, yurt-yurtsuzluk, özgür aşk-bağlar ve bağımlılıklar, Dionysos-Apollon, kayıp-mülkiyet, kendilik-ötekilik ve faşist distopya ile adalet arayışı arasındaki bitmek bilmez gerilimdi.
Adaleti özgürlüğü ve bağımsız vatanı savunurken cinsiyetli bedenini kaybetmiş, nerdeyse soyut bir erilliğe evrilmiş bir kadının aşkla olan ilişkisi de sorunlu hale geliyordu. Faşizme karşı mücadele ederken sevmek yerine kolektif için militan angaje olmak konularak olumsuzlanan aşkı varoluşçu felsefeyle olumlamak bu ilişkide zorlama bir tutum olarak öne çıkıyor. Çünkü ikililiğin taraflarından birinin üstlenilmesi değil de ancak bu ikiliklerdeki dışlamalarda ortak olan yaşam fenomenin bir direniş vektörü olarak üstlenilmesi ikiliklerin askıya alınmasını sağlıyor ve ‘rahat bir vicdanla’ sevmeyi olanaklı kılıyor.
Mücadele mekanını bir beden gibi kurgulayıp ona birden çok katmanda (aşk, entelektüel üretim, özgürlük ve kayıpla baş etme katmanlarında) temas etme kaygısı, aşka öznel sınırların ötesine adım atabilmesinin, sosyal alana, yaşama girebilmesinin önünü açıyor.
Faşist rejimlerin arkalarında bıraktıkları ‘moloz yığını ruhları’ sağaltan saf aşktı. Travmalar, nihilist özkıyım eğilimleri, anlatılmaz olanın dehşeti, öz benlikle yabancılaşma ve yer yer rövanşın ve intikamın dağarcığıyla dolu bir dil bu sağaltımı yer yer kesintiye uğratıyordu. Böylesi bir dilin özneyi, bozulan anlamı, bozulan aşkı ve dünyayı tek başına onaracağına dair bir yanılgıya sevk ediyordu.
Aşk iyileştirir ve özgürleştirir. Aşk derken duygusallığı değil, belki de yıldızları gökte tutan, damarlarımızdaki kanın düzenli akmasını sağlayan o kadar güçlü bir durumu kastediyorum. Sevginin iyileştirmek ve insanın akıl almaz derinliklerden yükselmesine yardımcı olmak gibi bir boyutu bulunuyor.
Özne geçmişin parçalanmasıyla şimdiki zamanda mücadele etmeye çalışırken, düşülen yerin Nazi işgali altındaki Fransa olduğunu ve bu düşüşün vaadinin bir kolektif değil de ancak bir oluşum olabileceğini anlamıştı. Serbest düşüşün başkalaştırdığı bir ufuk olarak gelecek, ütopya ve aşkla bir aradalık gösterirken orada bir “Ortak Ufuk” kontur kazanmaya başlar.
Özgür aşkın kuluçkalandığı yerleri bulmak, toplumcu bir duyarlılık gerektiriyor. Özgür aşkın özneleri olarak Camus ve Maria birbirine açılırken dünyaya da açılabilmenin, birbirine sığmaya çalışırken, dünyayı aşmanın mümkün olduğunu göstermeye çalıştılar.
Faşist travmalar, özneyi olduğu yere bağlı tutan yükleri çoğaltıp en küçük özgürlük arayışını külfet haline getiriyordu. Camus ve Casarès’in aşkında özgürlük, yıkım, ölüm, sevgi, terk ediş, tutku ve teslimiyeti de kapsar. Aşk orada özgürleşmek kadar bozulmayla da ilgilidir ama nihayetinde yine de dönüştürücüdür.
Faşist travmaya özgü olan anlatılmazın alanı deşifre edilmedikçe, yeni varoluş şekillerinin yeni ütopyalara olanak tanıdığı bir “Cogito” çağı ne yazık ki başlayamıyor.
Kaynakça
- Maria Casarès, Résidente privilégiée, Fayard, 1980.
- Albert Camus-Maria Casarès, Correspondance, Gallimard, 2017.
- Anne Plantagenet, L’Unique, Stock, Paris, 2021.
- Sercan Çalcı, Deleuze ve Diyalektiğin Radikal Eleştirisi https://ethosfelsefe.com/sites/default/files/2021-09/Src-deleuze%20ve%20diyalek%20Ethos%2014.pdf
- Giles Tremlett, Ghosts of Spain: Travels Through a Country’s Hidden Past, Faber & Faber, 2012.
[1] Albert Camus-Maria Casarès, Correspondance, Gallimard, 2017.
[2] Résidente privilégiée, s.293.
[3] Résidente privilégiée, s. 355-356.
[4]Résidente privilégiée, s.345.
[5] Résidente privilégiée, s.383.
[6] Correspondance, s. 686.
[7]Correspondance, s. 690-693.
[8] Résidente privilégiée, s.181.
[9] Correspondance, s. 803.
[10] Correspondance, s. 1018.
[11] L’Unique, s. 81.
[12] Résidente privilégiée, s.490-491.
[13]Résidente privilégiée, s. 487-488.
[14] Correspondance, s. 347.
[15] L’Unique, s. 213-215
[16] Correspondance, s. 403-404.
[17] L’Unique, s. 181-182.
Bir Cevap Bırakın