Sonbahar yağmuru ince ince Nişantaşı’nın taş kaldırımlarına düşüyordu. Damlalar vitrin camlarından aşağı doğru süzülürken, gökyüzünün karanlığı ufuktaki dolunayı bir perde gibi şehrin üzerine bırakmaya başlamıştı. İşte tam o anda, kendimi Doku Sanat Galerisi’nin önünde buldum. Yağmurun serinliği, taş duvarlara sinmiş yılların kokusu ve o eski tip tabelanın altın sarısı ışıltısı, beni içeri davet ediyordu.
Kapıdan girer girmez, 1980’lerden kalma o tanıdık sıcak ortam karşıladı beni: koyu kahve rengi koltuklar, ahşap çerçeveler, hoş ışığın duvarlarda gezinen titrek yansımaları… Doku Sanat Galerisi yalnızca bir sergi mekânı değil; hatıraların da mekânı gibiydi. Ve o hatıralar bu kez, Halis Karakurt’un “Ah İstanbul” sergisinde yeniden can bulmuştu. Karakurt’un tabloları, bir şehrin resimleri değil, bir hayatın iç çekişiydi sanki. Her bir tuvale İstanbul hem bir geçmiş, hem de bir iç ses olarak yansımıştı.
Karakurt’un bir tablosunda İstanbul Boğazı, akşamın son ışıklarıyla gümüşe dönüyor; Leonardo da Vinci’nin ikonik figürü Mona Lisa, fes takmış bir İstanbul beyefendisi, bir udî, bir kemancı ve birkaç neşeli müzisyen karakterle birlikte “İstanbul” yazılı bir teknede Boğaz’ın o gümüş sularında süzülüyor. Bu, hem batı sanat tarihine, hem de yerel kültüre yapılan mizahi bir selam. Burada Karakurt’un amacı, “yüksek sanat” ile “popüler kültür” arasındaki sınırları bulandırmak.
Bir başka tabloda ise, denize bakan uzun bir iskelede yere serilmiş halılar ve etrafında bir meze sofrası görülüyordu. Rakı şişesinin içinden süzülen ışık, suya karışıyor; gülüşen insanlar, yan yana ama biraz da birbirine uzak duruyor. Sanki her biri başka bir zamandan çağrılmış gibi. O masada yalnızca neşe değil, bir bekleyiş de var. Rengin ardında ince bir hüzün gizlenmişti sanki.
Karakurt’un İstanbul’u, bir fon değil; bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Boğazı, kuleleri, camileri veya yalılarından ziyade, hafızasıyla konuşan bir şehir. Bazen bir vapurun dumanında veyahut bir kahvenin sessizliğinde karşılaştığımız bir şehir. Her tuvale nakşedilen boyalar bir hatıra gibi katman katman birikiyor. Karakurt, fırçasıyla yalnızca renk değil, zaman da sürüyor tuvale. “Ah İstanbul” sergisinde tüm bu resimler birer hikâyeye dönüşüyor: balıkçının sabahına sinmiş sis, Haliç’in gri pusunda kaybolmuş minareler, bir akşamüstü Galata’dan bakan bir yüz… Ama o yüz, aslında hepimizin yüzü. Çünkü bu tabloların her birinde İstanbul’u değil, İstanbul’da kalmış hâlimizi görüyoruz.
Sergi boyunca izlerken dikkatimizi çeken bir diğer unsur ise, resimlerdeki suretlerin fazlasıyla tanıdık gelmesiydi. Öyle ki; bir tabloda kemancının masasında düşünceli bir ifadeyle oturan figürde adeta koleksiyoner Mustafa Taviloğlu’nu görür gibi olduk, hem durgun hem de renkli bir sofranın parçası olarak. Bazı yüzler ise tanıdık ünlü simalara göz kırpıyor gibiydi; izleyeni geçmişle, belleğiyle ve hayal gücüyle baş başa bırakıyordu.
Sergiyi gezerken, moda tasarımcısı bir arkadaşımın “Anılar acı ve hüzün barındırır, anlar ise mutluluk ve keyif” sözü kulaklarımda yankılandı. Gerçekten de, Karakurt’un tablolarında bu dengeyi görmek mümkün: Renkli, neşeyle dolu sofraların ve fasıl gecelerinin ardındaki yani resmin içinde resim halinde, hafifçe silikleşmiş, hüzünlü figürler gizleniyor. Onlar, geçmişin yükünü taşıyan, zamanın acılarını yansıtan sessiz bekçiler gibi. Böylece eserler, sadece sevinci değil, onun ardında duran ince bir hüzün perdesini de barındırıyor; yaşamın tüm tonlarını, hem anların hem de anıların izlerini bir arada sunuyor.
Sergiden çıktığımızda yağmurun sesi bile değişmişti. O gece dışarı adım attığımdaki dolunay hâlâ oradaydı. Ama ben artık Nişantaşı’nda değil, bir tablonun içindeydim sanki. Bir kayığın ucunda, uzakta yankılanan bir fasıl sesiyle İstanbul’a yeniden bakıyordum. Ve içimden şu cümle geçti: Karakurt’un tabloları, İstanbul’un değil, İstanbul’un bizi hatırladığı anların resmi galiba.
Bir Cevap Bırakın