YIL DÖNÜMÜ (ÖYKÜ)

Zamanın  içinde kısa bir sessizlik olsa da, o an Emine’nin zihninde yıllar geçiyor, yüzlerce kelime kasırga gibi uçuşuyor başını döndürüyordu.

İstanbul, bardaktan boşalırcasına yağan yağmurla başlamıştı güne. Doğa ana, ayrım yapmaksızın, şehrin bütün semtlerini yıkamıştı. Kenar mahalle kadınları bugün, daha bir şevkle, dip bucak temizlik yapacaklardı temizliğe gittikleri evlerde. İstanbul’ da bahar temizliği zamanıydı.

Emine ve Mesut’un evlilik yıl dönümleriydi bugün. Heyecanla yataktan kalktı Emine. Bayram çocuklarının uyandığı sabahlar gibi hissediyordu. Çok seviyordu Mesudunu… Sevgisiyle koca, şevkatiyle de baba gibi olmuştu ona. Makus talihini evlendiği gün yenmiş, hayatın aydınlık tarafı, Mesut’la birlikte yüzüne dönmüştü.

Anasız ve babasız büyümüştü Emine. Daha bir yaşında yokken, anası karşı köyden bir adama kaçmış, köyün çobanı olan babası da anasını bulup getirmek niyetiyle köyden ayrılmış, bir daha da geri dönmemişti. Yaşanan bu olay karşısında da bütün köy halkı, ‘piç’ gözüyle, şüpheyle bakmıştı Emine’ye. Yalnız dayısının eşi Gülbahar sahip çıkmıştı ona. “Bu günahsız sabinin suçu nedir” diye itiraz etmiş, ne kocasının ‘başına bela alma’ sözüne ne de köylülerin ‘bir iki ay bak yeter’ sözlerine aldırmadan henüz bir yaşında ortada kalan bebeği sahiplenip yanına almış, gelinlik kız olup baş göz edene kadar da, diğer evlatlarından ayırmamıştı.

Küçük Emine, Gülbahar’ı öz anası gibi görüyordu. Zaman zaman özellikle diğer kardeşleriyle kavga ettiği zaman Gülbahar’ın yüzündeki pişmanlığı görse de, bu durum geçici oluyor, hemen unutuluyordu. Çocuk Emine’ye en büyük güveni, okul çağı geldiğinde vermişti Gülbahar. Kocası Emine’nin okula gitmemesi için türlü sebepler sunmuş, parasının hepsinin okul masraflarını karşılamaya yetmeyeceğini, Emine’yle akran sayılan, en küçük kızları Selma ile arasında bir seçim yapması gerektiğini sunmuştu. Bunun üzerine Gülbahar tereddüt etmeden babasından yadigâr kalan, kolundaki tek altın bileziği uzatmış, “al bunu, yetmediği yerde bozdur” diyerek son noktayı koymuştu. Emine bu sahneyi ve verilecek kararı mutfak penceresinin önünde Selma ile birlikte küçüçük ellerini birleştirerek, kaygı dolu bir heyecanla, sessizce izlemişti. O günden sonra da Gülbahar’ı özden öz ana bilmiş, dayısını da hep dayı bilmişti. Bunu öncesinde de hissettiği oluyordu. Sofraya konulan bir kap fazladan yemek daima dayısının gözüne çarpıyor, lokmalarının sayıldığını hissediyordu. Çoğu zaman “bu çok değil mi sana” diyerek, kaşığını daldırdığı gibi yarısını yiyor, Gülbahar da Emine’ye kaş göz ederek, kafasıyla mutfağı işaret edip “yemek var” anlamında göz kırpıyordu. Emine dışarıya belli etmese de en çok sofrada hissediyordu fazlalık olduğunu. Tüm zorluklarına rağmen yine de Emine için günler birbiri ardına su gibi akmış, evlilik çağına dayanmıştı. Gülbahar’ın uzaktan akrabası da olan Mesut’a uygun görmüştü anası. Telli duvaklı gelin olmuş, köy yerinin imkânsızlıklarından karı koca İstanbul yolunu tutmuştu. Kocasının da şansı yaver gitmiş, tez vakitte fabrikada sigortalı bir işe yerleşmişti. Bir çift valizle Konya’nın Sürmeli köyünden İstanbul’a geleli tam on yıl olmuştu. Emine sırtını demir karyolanın çiçek desenli başlığına yaslamış, dışardan gelen yağmur damlalarını izleyerek bütün bir geçmişi iç çekerek düşündü. Zaman zaman gözleri dolsa da Mesut’un boşalan yerine bakıp şükran duyuyordu hayata. Usulca pazen geceliğin kolunu sıyırıp, geçen senenin evlilik yıldönümü hediyesi olan altın rengi taşlarla süslü saatine baktı. Acele etmeliydi. Hızla yataktan çıktı Emine. Karyolanın tam karşısında bulunan eski ceviz konsola ilerledi. Çekmeceden yalnızca özel günlerde kullandığı ucuz parfümünü çıkarıp birkaç fıs sıktı. Markasız bordo rengi rujunu sürerken, sabahın ilk ışıkları, sonuna kadar açtığı pencereden sızıyor, karşısında duran aynaya sahne ışıkları gibi yansıyordu. Dudaklarında ince bir tebessüm belirdi o an, “Güzelim bee” diyerek tatlı bir bakış attı aynada kendine. Temizliğe gittiği evlerde iş çıkışı eline apar topar tutuşturdukları çöp posetlerinin birinden çıkan, yıpranmış fakat marka eşarbı, seyrek saçlarının üzerine geçirdi. Hazır olmasına rağmen, aynadaki yansımayı, kendini severcesine izledi bir süre. Ne de olsa, aynada bu hâlini, yılda bir kez görüyordu.

Mesut’la on yılını, aynı yastıkta, muhabbetle geçirmişti Emine. Bir gün olsun incinmemişti eşinden yana. Bugün iş çıkışı fabrikaya, yanına gidecek, oradan birlikte restorana gideceklerdi. Yılda yalnız bir kez dışarda yiyebildikleri tek gündü bugün. Mutluydu Emine, hâlâ ilk günkü heyecanla seviyordu kocasını. Bir evlat nasip olmamıştı şimdiye kadar, ancak umutluydu. Tüp bebek masraflarını karşılamaya çok az eksikleri kalmıştı. Üç yıldır evlere temizliğe gidiyor, akşamları dikiş dikiyor, gece gündüz çalışıyordu Emine. Mesut temizlik işinde başlarda itiraz etse de kendi maaşı ancak kiraya ve evine küçük masraflarına yetiyordu. “Olmasa da olur, kaderde ne yazarsa o, çocuk kısmet değilmiş bize” dese de Mesut, Emine’nin gözlerinde boşluğunu asla dolduramayacağı çocuk hasretini görmüştü. Gururu incinse de “Tamam, bir dene o zaman. Gücün yeter, aklına da yatarsa, devam edersin” diyerek onaylamıştı çalışmasını.

Pek bir titiz ve hızlıydı Emine. İşini hakkıyla yapardı. Evine gittiği insanlar kendi çevrelerine de tavsiye etmiş, kısa sürede işleri çoğalmıştı. En sık da Mesut’un çalıştığı fabrikanın sahipleri olan Ayten Hanımlara giderdi. Gün aşırı çağırdı nerdeyse. Bu sayede hiç boş kaldığı yoktu. Üç yılda tüp bebek masraflarını karşılayacak kadar para birikterebilmişti. Eve de destek oluyordu. Faturaları Emine öderdi.

Bugün Ayten Hanımlara gidecekti. Pek bir alaycıydı Ayten hanım. Çalışanlarıyla gerekli olmadığı sürece konuşmaz, muhatap olmazdı. Mahalleden komşusu, aynı zamanda Ayten Hanım’ın eski temizlikçisi Nuran “Sonradan zengin olmuşlar” diye bahsetmişti. Eşinin kıvrak zekâsı ve calışkanlığı konusunda her yerde yerli yersiz konuşurdu, inatla ispat etmeye çalışırdı Ayten. Böyle zamanlarda Emine yanındaysa sebepsiz yere sinirlenir, “Git başka yerleri temizle” diye bağırarak stresini atardı.

Ayten hanımların kapısına vardığında yağmur inceden dinmişti. Zile bir kez basmış, yaklaşık üç dakika geçmesine rağmen kimse kapıyı açmamıştı. Günlerden çarşamba olduğunu hatırladı. Sürekli hizmetlileri bugün izindeydi. Haftanın altı günü çalışır, bir günü izin yapardı.  Ayten Hanım uyuyor olmalıydı bu saatte. Uykusu ağırdı. Emine duraksamadan iki üç kez uzun uzun bastı zile. İçerinin seslerine kulak kabarttı. Merdivenlerden ince ince topuk sesleri duyulmuştu sonunda. Sesin sıklığına bakılırsa öfkeyle adımlıyordu basamakları. Ayten Hanım’ın hiddetle kapıyı açacağına şüphesi yoktu Emine’nin. Bu düşünceyle umursamazca, içten içe “banane” der gibi, omuzlarını yukarı aşağı oynattı. Topuk sesleri daha da yakından gelmeye başladıkça, “Sanki zorla geldik, sabah erkenden burda ol diyen kendisi” diye düşündü. Dün akşam tam yemek saatinde aramıştı Ayten Hanım. “Yarın halıları sileceksin. Çok özel halılar. Yıkamaya göndermeyeceğim,  sabah erkenden gel, akşama kadar ancak yetiştirirsin” diye kısaca talimat vermiş, cevap beklemeden telefonu yüzüne kapatmıştı. Şu para biriktirme işi olmasa Emine bu kadına edeceğini lafı bilirdi ancak en düzenli iş de para da Ayten Hanım’dan geliyordu. Ufak bir tatsızlık bile Mesut’u işinden edebilirdi. “Belli olmaz böyle insanların sağı solu”  diye akıl yürütüp, öfkesini yatıştırdı Emine.

– Bugün denetime geleceklermiş, haberin var mı Mesut?

– Olsa ne olur, imzaları atıp giderler.

-Mesut, ben diyorum ki bir bahaneyle Müdür’ün odasına gidip, şu boşaltım merkezinin izalosyonunu çıtlatsak mı? Bomba gibi patlayacağız bir gün. Bazı işçiler sigara da içiyor orada.

-Yangın merdiveninde içiliyordu, niye oraya çıkıyorlar.

– Kapandı orası.

– Neden?

– Şefin odasına oradan duman gidiyormuş, içilmeyecek orada demişler.

– Söylesek de boş zaten. Sen yine de sesini çıkarma, anında kapı dışarı oluruz.

Mesut’un çalıştığı fabrika Tuzla’da boya ve vernikçiler sanayi sitesindeydi. Yıllar içinde hızla büyüyüp üç ayrı fabrikaya dönüşmüştü Boyacı Faruk’un kimya şirketi. Anadolu’dan İstanbul’a çocuk yaşta gelmiş, küçük tenekelerde boya satarak işe başlamış, siyasetin içindeki  hatırşinas dostları sayesinde kısa sürede ilk fabrikayı kurmuştu Faruk Bey. Ruhsattan, vergiden, iş yeri güvenliği belgelerinden, gerekli ekipmanlardan, kısaca maliyet yaratan her türlü denetimden kaçardı. Ara sıra denetime gelen misafirleriyle birlikte dört yanı mamur odasında önce hiç olmayan yalıtımlı kimyasal odaları, izolasyonlu boşaltım merkezlerini kağıt üstünde var edip sayfa sayfa imzalarlar; sonra da İskoç viskilerini yudumlayıp kaşeleri basarlardı.

“Kaç kere basıyorsun zile. Yatak odasından geliyorum, bilmiyor musun!” diyerek ipek sabahlığın içinde faltaşı gibi açtığı gözleriyle tehditle yüzüne bakıyordu Ayten Hanım. Emine cevap vermeden sustu. Bütün cümleleri içinden sıralıyor, dışardan yalnız kuru bir yutkunma duyuluyordu. Bastırdığı öfkesiyle, açık bırakılan kapıdan usulca içeri girdi. Kapının girişindeki portmantonun önünde hızlıca bez torbasından temizlik kıyafetlerini acele çıkarıp, vakit kaybetmeden banyoya doğru ilerledi. Çiçekli pazen şalvarı ve üzerine geçirdiği su yeşili triko yeleğin içinde zayıf bedeni daha bir ortaya çıkmıştı. Sünmüş yeleğinin uçlarını şalvarın gevşek kalmış lastiginden içeri geçirirken duraksadı. Karnının üstünde kabarık bir potluk oluşturdu yeleği. Kuru, incecik parmaklarını karnının üzerinde gezdirdi. Birgün büyümesini umduğu karnını hayal etti. İçten içe hayalini dualarla destekleyerek elindeki kovalarla terasa doğru ilerledi.

Terasa giden en kestirme yer mutfaktaki kapıydı. Mutfağa girdiğinde tezgahın üzeri akşamdan kalma meze tabakları ve içki bardaklarıyla doluydu. Evin sürekli hizmetlisi Nuran erken çıkmış olmalı diye düşündü. Bulaşıklar da onu bekliyordu. “Halıları silmeye başlamadan bulaşıkları halledeyim” dedi. Elindeki kovaları hızlıca terasa bırakıp, mutfağa geri döndü.

Eli hızlıydı Emine’nin. Çocukluğundan beri her işi aceleydi. Dakikalar içinde tertemiz oldu tezgahın üstü. Bardaklardan yükselen ağır anason kokusu midesini kaldırdı. Yazmasını burnunu örtecek şekilde yüzünün yarısına kadar çekip arkadan bağladı. Tabakların içinde daha önce hiç tatmadığı tropikal meyveler vardı. Gözü turuncu yeşil karışımı papayaya takıldı. Bir an uzanıp eliyle dokunduysa da “haram olur izinsiz” diye içinden yükselen bir sesle vazgeçti. “Hamile kaldığımda kesin aşeririm bu meyveyi, gözüm kaldı valla. Mesut bana bulur getirir” düşüncesiyle meyve tabağını tezgahın en sonuna, baharatlıkların önüne bıraktı.

Tezgahın üzeri pırıl pırıl olmuştu. Elini önlüğüne götürüp kuruladığı esnada, Ayten Hanım’ın tak tak topuk sesleri duyuldu. Haki yeşili mini saten elbisesiyle salınarak mutfağa girdi. Her zamanki gibi platin sarısı saçlarını tepede topuz yaparak toplamış kısa olan boyunu biraz olsun uzatmaya çalışmıştı. Yüzü gülüyordu. Sabahki aksiliği gitmiş, alaycı neşesi tekrar yerine gelmişti. İpek kirpiklerinin ağırlığından kısılmış gözleriyle tezgahın üzerini süzerek “Günaydın Emine, pek hızlısın yine, aferin” dedi. Emine “sağ olun” dercesine başını öne doğru eğdiğinde, Ayten Hanım’ın gözü tezgahın sonundaki meyve tabağına takıldı. “Bunu neden yıkayıp kaldırmadın?” diye eliyle tabağı göstererek Emine’ye döndü. “İsraf olmasın, belki sonra yersiniz diye düşündüm” derken, Ayten Hanım çoktan tabağı dolabın içinde asılı duran çöp kutusuna umursamadan boşaltmıştı bile. Boş tabağı Hansgrohe bataryalı musluğun yanına umursamadan fırlatır gibi bıraktı. Ağır adımlarla buzdolabına doğru yöneldi, kapağı açtı ve “Kahvaltı canım çekmiyor, hafif bir şeyler mi yesem” diye, şımarık bir tonda kendi kendine konuştu. Dolabın içine kısa bir göz gezdirdikten sonra orta rafta yıkanmış hazır meyvelerden bir tane papaya aldı. Emine, mutfak masasının önünde öylece sessizce izliyordu. Sanki varlığı odada yok gibiydi. Ayten Hanım elindeki papayaya dişlerini geçirmiş, ağız dolusu çiğnerken, “Burda işin bitince, hemen halılara başla” diyerek, Emine’nin beyninde birer çivi gibi çakılan tak tak sesleriyle mutfaktan çıktı. Emine kısa bir süre boşalan meyve tabağına baktı. Sustu.

Emine terasa geçtiğinde halılar üst üste sıralanmıştı. Tahmin ettiği kadar çok değildi. “Elimi hızlı tutarsam bir saat erken bile çıkarım” dedi içinden. “Mesut buraya kadar da yorulmaz hem, restoran fabrikaya yakın; iki dolmuş parası cebimizde kalır” diye düşünürken, bir yandan deterjanlı suları hazırlıyordu. Suyun kovalara dolmasını beklerken, terasın camdan tavanına ince ince yağan yağmur damlalarına bakıyor, akşamı düşünüyor, yüzünde heyecenla karışık bir tebessüm beliriyordu. Dolan kovaları hızlıca terasın tam ortasına bırakıp, granit seramikle kaplanmış altın gibi parlayan zemine  halıları teker teker yan yana sermeye başladı. Sırasıyla  köpürterek silmeye koyuldu. Kırılan dizlerinin üzerinde hızla gidip gelen kolları gibi, zihni de dağınık düşünceler içinde gidip geliyordu. Ayten Hanım’ın sabahki aksiliğini düşünüyor, akşamı düşününce gevşiyordu. Meyve tabağını -papayayı- çöpe nasıl döktüğünü anımsıyor, “Aşerince yerim” diye düşünüp öfkesi sönüyordu. Sabır, diyordu Emine. Sabır! Türlü düşünceler eşliğinde bütün halıları öğleye kadar köpükleme işini bitirmişti. Bir mola vereyim artık diyerek cebindeki tütünü çıkarıp, usulca bir kenara çöküp sigarasını yaktı. Çamaşır suyunu fazlaca soluduğundan kuru tütünün dumanı daha bir ağır geldi. Suyun içinde kalmaktan tel tel büzüşmüş parmak uçlarının arasına sıkıştırdığı sigarasını,  henüz süngerine varmadan, sinirle  ezerek söndürdü Emine. Sonuna dek içerdi hâlbuki. Tütün en büyük lüksüydü şu hayatta. Doktor “Tedavi öncesi mutlaka bırakmalısınız, yoksa  bebek tutmaz” demişti. “Bırakamadım gitti şu pis şeyi” diye düşünüyor, sanki bir başkasına şikayet eder gibi, içten içe sitem ediyordu kendine. Ağır ağır doğrulmaya başladı. Saatlerdir halı silmekten derman kalmamış dizlerine son bir gayret yüklenerek güçlükle doğruldu. Dubleks terasın pirinç kaplama kapısına doğru ilerlediğinde, kapıyı açık bıraktığını fark etti. Tedirgin bir kaygıyla yüzü düştü. “Kesin gitmiştir yine koku içeri” diye düşünüyor, bu düşünce yorgun adımlarını daha da seyreltiyordu. Yavaşça teras kapısına korkarak yanaştı Emine. Başını hafif hafif içeriye doğru uzatarak, mutfakta kimse var mı diye kontrol etti. İçeride kimse yoktu, rahatladı. Mutfağın bitişiğindeki geniş antreden ev sahibesinin ve yan villada oturan komşusu Güler Hanım’ın kahkaları işitiliyordu. Birinin sesi azaldığında diğeri yükseliyor sonsuza dek güleceklermiş gibi hiç kısılmayacak bir ses gibi rahatsız ediyordu. Emine, yorgun bedeni ile mutfağın kapısında bir süre kokuyu da duyumsamak için bir süre bekledi. Ayten Hanım aniden gülmeyi kesip sustu. Daha güzel olacağım ümidiyle daha da yukarı çıkardığı estetikli burnuyla derin bir nefes alarak havayı soludu. Deterjan kokusunu bastıran Adıyaman tütününün kokusunu almıştı. Yüzünün neşeli hâli aniden düşen gölge gibi yerini öfkeye bıraktı. Güler Hanım incecik yay gibi alınmış normal hâliyle bile yüzüne şaşkınlık katan kaşlarını botokstan gergin alnını zorlayarak kaldırdı ve:

-Ne oldu ayol?

-Ne olacak, yine tütün içmiş. İçme diye yüz kere uyardım!

Güler Hanım’la incecik kemerli burnuyla kesik kesik havayı solumaya başladı. “Evet ağır bir koku haklısın”. “Ağır ne demek leş gibi adi tütün kokusu” diye ekledi Ayten Hanım. Küba purosu içen birisi için bu koku ağır olamazdı; onu asıl rahatsız eden şey, adi bir koku oluşuydu. Hiddetle antreye doğru ilerleyip dresuarın çekmecesini yayından çıkaracak hızda çekti. Emine mutfağın kapısında içerideki konuşmalara kulak kabartmış tedirgin bekliyordu. İşiteceği azar karşısında vereceği cevapları içinden düşünürken Ayten Hanım apansız karşısında dikildi. Yüzünde alaycı öfkesi vardı bu kez. Avcunun içinde ne olduğunu anlamadığı bir şeyi hızlıca uzattı Emine’ye. “Al şunu. Bu evde bunu içeceksin. Pis tütününü evinde iç!”

Emine hazırlıksız yakalandığından şaşkın şaşkın Ayten Hanım’ın avcunda duran Marlboro sigaraya baktı. Ses etmeden usulca aldı. Ayten Hanım’ı hiç bu kadar öfkeli görmemişti. İçinden “İstemez!” demek geçse de cevap vermedi. Triko yeleğinin cebine usulca koyup hızlı fakat sakin adımlarla terasa döndü.

Emine derin bir nefes aldı. Ağlamaya hazır gözleriyle gökyüzüne baktı. “Sabır!” dedi içinden, “sabır!”. Saatine baktı. İşlerini bitirmeyi umduğu vakte az kalmıştı. Açlığına aldırmadan hemen durulama suyunu hazırladı. Olumsuz tüm düşüncelere zihnini kapadı. Su gibi berrak zihniyle daha bir hızlı çalıştı. Bugünün mutluluğunu hiçbir şey bozamazdı. İki saat içinde bütün halıları bitirdi Emine. Yağmur dinmişti. Halıları pirinç ferforje balkon demirlerine güneşlenmesi için birer birer astı. İşi bitmişti. İzin istemeden önce son bir kez mutfağa bakayım dedi.  Mutfağa doğru ilerlediği sırada, salonun açık cam kapısından, Ayten Hanım’ın anormal telaşını gördü. Telefonla konuşuyor, odada ileri geri telaşla yürüyordu. Güler Hanım da kaygılı bir merakla uygun adım onun peşinden gidiyordu. Emine dayanamayıp, soğuk sudan morarmış ayaklarından  terliği çıkardığı gibi salona girdi. “Kötü bir şey mi oldu Ayten Hanım?” diye sordu. Ayten ve Güler ilk defa Emine’nin yüzüne acıyarak baktı. Söyleyeceklerini cümlelere nasıl dökeceklerini bilemeden bir süre Emine’nin yüzüne öylece baktılar. Ayten, Emine’nin cevap bekleyen meraklı yüzüne bir solukta : “Fabrikada çok büyük bir patlama olmuş. Sigaradan kaynaklı denildi.” Emine nefes bile almadan tedirgin bir dikkatle üşümüş ellerini triko yeleğinin içine soktu. Kaygı içinde dinliyordu. “On iki işçi hayatını kaybetmiş. Maalesef içlerinden biri de eşin Mesut.”

Zamanın  içinde kısa bir sessizlik olsa da, o an Emine’nin zihninde yıllar geçiyor, yüzlerce kelime kasırga gibi uçuşuyor başını döndürüyordu. Bu düşüncelerin ağırlığıyla, ikramlarla dolu fiskos masanın üzerine doğru yıkılacağı sırada  Emine’nin kuru ve cılız bedenini daha düşmeden havada yakalayarak, usulca yere yatırdılar. Yarı açık gözleriyle, göbekli altın kaplama tavana öylece bakıyor, zihni sanrılarla sayıklıyordu Emine’nin. Ölüm, Mesut, yalnızlık, bebek, papaya, sigara, tütün, Marlboro, fabrika, ateş, tiner, yangın, yemek, restorant, yıl dönümü…

Ambulans hemşiresi, sakinleştirici iğneyi yapmak için Emine’nin kolunu sedyeye uzattığı anda, avucunda sıkı sıkı tuttuğu Marlboro sigara, parmaklarından usulca kayıp gitti.

 

Resim: Nuri İyem

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl

Bir Cevap Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.