İÇ DÜNYANIN İSYANI: EKSPRESYONİZM

Ernst Barlach, Edouard Munch, Kirchner gibi ekspresyonist sanatçılar, haşin, kaba, isyankâr bir ruhla başkaldırı biçiminde tuvallerine işlerini dökmüşlerdir.

XIX. yüzyılda toplumsal yaşamda gözlemlenen rasyonelleşmeye bakıldığında, yaratıcı buluşların odaklandığı endüstri çevresinde, ilk endüstri kentlerinin biçimlendiği görülmektedir. Bu kentler, monarşik dönem kentleri ve aristokrasinin yoğun olarak bulunduğu yönetim merkezlerinden farklı özellikler taşımışlardır. Üretim merkezleri olarak gelişmekte ve işveren ile işçi kesimi olarak iki ayrı kesim gelişme göstermiştir. Bunların sosyo-ekonomik ilişkileri de çağın önemli hukuk ve rejim düzenlerinin oluşmasını sağlamıştır. Bu sıralarda sosyoloji, yeni bir bilim dalı olarak ortaya çıkmıştır. Yaşamın insani değerlere uygun olması gerekliliği, savunulan yasal bir hak olmuştur. Makine endüstrisi ticarete dayanmaktadır. Hukuk yoluyla alınamayan haklar, toplum kesimleri arasında çatışmalara neden olmakta, bu yeni oluşumun savunucuları arasında pek çok sanatçı da yer almaktadır. Courbet, Gavarini, Daumier gibi. Bu dönemlerde XIX. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren karikatür sanatının günlük yaşamı eleştiren bir tasvir dalı olma niteliği kazandığı görülmektedir. Kişisel özgürlüklerin haklar olarak alındığı dönemde, plastik sanatlarla birlikte edebiyata da yansımış olan ilk anlatım, Romantizm olmuştur. Sanatçı, kişi özgürlüğünün yaratmış olduğu huzuru doğanın sessiz, esin veren atmosferinde bulmuş, bu yeni birey özgürlüğü üzerinde dinin de hukuki baskısı azalmaya başlamıştır. Bilimin getirdiği rasyonellik felsefeyi de etkilemiş ve bilim felsefeye bağlanmak yerine onu kendine yararlı hale getirmiştir. XIX. yüzyıla kadar düşünürler bilimi ve dini ancak kendilerinin ilgilendikleri konular arasında kabul etmişlerdir. Bilim artık felsefenin gerçeğinden ayrılmış, objektif gözlemler ile deneyin yaratmış olduğu laboratuvar içinde kendi gerçek yerini bulmuştur.

Ernst Barlach

XIX. yüzyıl, teknik, deney ve buluşların yüzyılı olmuştur. Elektrik jeneratörü, buhar makinesi, röntgen ışını gibi bilimsel buluşlar, bilimin laboratuvarda bulup geliştirdiği yenilikler olmuştur. Bu nedenle deneyin yaratmış olduğu yeni teknikler ve buluşlar doğal olarak bu yüzyılın felsefesini de etkilemiştir. Gözlem, teknik ve deney, yepyeni düşünceleri oluşturmakta, bu çağ insanının düşüncelerini çağın gereğine göre yeniden şekillendirmektedir. Bilim, gelişen teknik olanaklar ile deneysel sonuçları mantığın gelişiminde değerlendirmiştir. Böylece XIX. yüzyılda felsefeye dayalı bilimler değil, tersine bilime dayalı bir pozitivizm – olguculuk felsefesi ortaya çıkmıştır. Bu da sanat ile kültürün oluşumunu gözlem ve deneye bağlı olarak açıklamaya çalışmıştır. Endüstrinin yaratmış olduğu yeni kent yaşam düzeninde gözlemlenen, toplumsal yapı değişikliklerinin olumsuz koşullarına boyun eğme sonucunda oluşan ruhsal birikimlerin sebep olduğu içe kapanık yaşamın sanattaki anlatımı ise Post Empresyonizm olmuştur. Endüstriyel materyalizmin sağlamış olduğu rahat yaşam olanaklarına karşılık bunların kötü sonuçlarına karşı gerekli önlemlerin önceden alınmadığı ve insanlığın önüne sorunlar getirdiği gözlemlenmiştir. Birey de bu duruma bir kurtuluş çaresi olarak kendi iç dünyasına eğilmiştir. XX. yüzyılda ise, elektrik enerjisi tekniğe ve yaşama girmiş, endüstri her türlü gücün üzerine çıkıp egemenlik yaratmış ve yaşamın akışına hız getirmiştir. Endüstriyel yaşamın yarattığı yeni ortama uyum sağlayamama sonucunda insanın kendi iç dünyasına kapanarak, sessizlik içinde yaşamasına yüzyılın başında tepki doğmuştur. Bu tepki, insanın kendi içine gömülerek yaşamasına, bunalımlarına karşı bir isyan olmuştur.

Bu tepki, sanat yapıtına bir çığlık gibi yeni bir biçimleme olarak yansımıştır. İnsanın iç birikiminin sonucu olarak bir iç, bir ruhsal ayaklanma olmuştur. Ekspresyonist heykel sanatçısı Ernst Barlach, “dışa vuran insanın içinden geliyordu” ifadesini kullanmıştır. XIX. yüzyıldan itibaren gelişen bilimsel ve teknolojik ilerlemeler, sosyal ve kültürel koşulları etkilemiştir. Ancak ‘yeni’ karşısında hissedilen yabancılaşma duygusunu da beraberinde kuvvetlendirmiştir. Modernizmin konseptlerinden biri olan yabancılaşma, bireyin toplumsal değerlere ilgisini yitirerek kendi iç dünyasına dönmesi anlamına gelmektedir. Bu durum geleneksel olandan giderek kopuşu da beraberinde getirmiştir. Geleneksel olanı reddederek öznel ve içsel olana yönelme, sanatta da gözlemlenmiştir, yaratım sürecinde geleneksel olan değerler artık yabancı olmuştur. Hayal gücü, deneyimlenen içsel alandan ivme almaktadır. Ekspresyonizm (dışavurumculuk), Almanya’da genç sanatçı kuşağının gelenekten kopma ihtiyaçları üzerine doğmuştur. Geleneksel akademik eğitime, Fransa’yı geriden izleyen geç kalmış izlenimci tarzla ve romantik anlayışla oluşturulan manzara resimlerine karşı bir tepki doğmuştur. Ve sanatçılar yeni bir yaklaşımı benimsemişler, akımın anlayışına göre sanatın amacını, sanatçının iç dünyasını renkler ve çizgiler aracılığı ile yansıtmak istemişlerdir. Buna göre iç dünyayı, duyguları daha güçlü ifade etmek için renkler, doğal özelliklerinden koparılabilir ve deformasyona başvurulabilmektedir, Sanat, artık bir içe gömülüşün değil, insanın içindekilerinin taşıp patlamasının bir ifadesi olmuştur.

Almanya, Belçika, Fransa ve İngiltere’de sanatçılar paletlerinin bütün iğneleyici, çiğ renkleri ile tuvallerini boyamışlardır. Bu anlatım biçimi insanın çığlık çığlığa bağırması olmuştur. Ernst Barlach, Edouard Munch, Kirchner gibi ekspresyonist sanatçılar, haşin, kaba, isyankâr bir ruhla başkaldırı biçiminde tuvallerine işlerini dökmüşlerdir. Yoğun çiğ renklerden elde edilen boya hamuru, insanın içinde biçimleniyormuş gibi tuvallere aktarılmaya başlanmıştır. Ekspresyonizm, insanın ilk kez karşılaştığı yeni yaşama olan isyanını biçimlendiren bir anlayış olmuştur. Haşin bir duygu ile doğa biçimini parçalayan isyankâr, hür bir yaratılış sergilenmiştir. Heykelde Ernst Barlach’ın isyan eden, bağıran figürleri yaşamdaki sıradan bireylerden farklıdır. Sanatçıların yapıtları, endüstri köleliğine, yaşamın katı kurallarına, kültürden ve bilgiden uzak adi endüstri ürünü biçimlerine bir başkaldırı olmuştur. İnsanın iç dünyasındaki umutsuzluğun keşfedilmesi, ekspresyonistler tarafından gerçekleştirilmiştir. Ekspresyonistler ilkel kavimlerin heykellerinde görülen kaba, basit, arkaik biçimlerin kendi üretimlerine etkileyici anıtsal bir anlatım getireceğine inanmışlardır. Bu ilkel arkaizm, Batı tasvirlerindeki geleneksel anatomik figür anlatımını, optik görüntülü ayrıntıları ve geleneksel aristokratik portre resmini reddetmiştir. Figürleri basit bir biçime indirgemişler, sanatta anıtsal etkiyi büyük kitle biçimlendirmelerinden doğduğu gerçeğini kabul etmişlerdir. İlkel kavimlerin ekspresyonist heykelleri hem renge hem biçime dayanmaktadır. Bu heykellerdeki biçim, anıtsal sadeliği, renk ise, anlatım açısından yoğun bir iç dünya hesaplaşmasını yansımaktadır. İlkel heykellerdeki bu arkaik, basit biçimlendirme ve geometrik anlatım, fotografik yani optik Batı biçimleme geleneğinin yenilenmesine katkıda bulunmuştur.

Ekspresyonistler, içsel çöküntüleri içerisinde, yapıtlarında idealden uzaklaşmış, her şeyi çirkinleştirmişlerdir. Bir başka tepki de nesneyi ve figürü çirkinleştirmek ile birlikte bunların tahribi olmuştur. Bu tahrip duygusu, önce resimde nesne görüntüsünü parçalama biçiminde kübistlerde görülmüştür. Daha sonra Dadacılar sanatı reddetmişler ve rastlantının dışında kalan her türlü geleneği ve kuralları inkâr etmişlerdir. Kübistlerde görülen nesne ve oylum görüntüsünü parçalama biçiminde, nesne ve figür, tanınabilirliklerini yitirmeye başlamıştır. Sanat tarihindeki yapıtların çıkış kaynakları incelendiğinde, ilk aşamada yer alan primitif halk resimlerinin toplumsal psikoloji ile bağlantılı oldukları dikkati çekmektedir. Bunların ekspresyonist anlatımlı betimlemeler oldukları anlaşılmaktadır. İlkel kavimlerdeki tüm anlatım biçimlemeleri de ekspresyonist anlatımlar olarak kabul edilmektedir. Bununla birlikte bir başka Ekspresyonizm de insanlık tarihinde XIX. yüzyılın son çeyreği ile XX. yüzyılın başlarında görülmüştür. O zamana denk görülmemiş bir soyutlama anlatımı oluşmuştur. Bu dışavurumcu biçimleme değişimi, hem mezolitik dönemin avcı yaşamından tarıma geçmek üzere olan toplumlarda, hem de 1900 yıllarından beri oluşan Batı plastik sanatlarında görülmektedir. Toprağa ilk yerleşme sıralarında görülen soyutlamadaki biçimlemeleri, bir nesne- figür görüntülerinin sembolize edilmesine dayanmıştır. Sembolize edilişten doğan bir soyutlamadır. Böylece XX. yüzyılda sanatta ilk kez mutlak bir soyut anlayış bilincine ulaşılmıştır. “Peinture absolut”, mutlak resim ya da pür resim denilen anlayış, yalnız çağımıza özgü bir durum olarak kabul edilmektedir.

Van Gogh, Gaugin ve Nabiler gibi ruhsal birikimler içerisinde olan ve ilk önce ekspresyonistler olarak kabul edilen sanatçılar ile birlikte Picasso’ya, Nolde’ye Kirchner ‘e bakıldığında, bu zaman içerisinde doğa renklerinden ve biçimlerinden uzaklaşıldığı görülmektedir. Doğa karşısında çalışmalar yapan post empresyonistlerin artık giderek yapıtlarını akıldan biçimledikleri gözlemlenmektedir. Bu nedenle biçim ve renklerde Okyanusya kavimlerinde gözlemlenen primitiflik ve geometrik biçimleme abartılar, dramatik anlatımlar ortaya çıkmaktadır. Bu duygusal nesne ve figür boyutlarını yansıtan özellikler, doğada bulunmamaktadır. Bu ekspresyonist renk ve biçimler, sanatçının içinden gelen bir soyutlamaya dayanmaktadır. Bu durum sanatçının doğadan ayrılarak kendi içine dönmesi, dış gözlemden iç gözleme yönelme sini doğurmuştur. Bu nedenle avcı kavimlerin toprağa yerleşmelerine doğru yapmış oldukları sanatsal anlatımları ve kendilerine özgü geometrik, psikolojik sitilizasyonlu ekspressive anlatımları hatıra gelmektedir. Ekspresyonizm, bir biçimleme ve düşünceme aşamasıdır. O halde insanoğlunun XX. yüzyılda toprağa ilk yerleşen insanların geçirmiş olduğu düşünce aşamasına paralel bir durum yaşadığı düşünülmektedir. Doğa biçim ve renginde istediğini elde edemeyen insanın, kendi iç dünyasını ve inançlarını yansıtan bir biçimlemeye başvurduğu gözlemlenmektedir. Ekspresyonist sanatçılar, önceki desen anlayışlarını ve renk uyumu gibi geçmiş sanat değerlerini kabul etmemiştir. Bu nedenle kendi biçim ve renk anlayışı ile iç isyanını anlatmak istemişlerdir. Alman dışavurumculuğu ile ilgili olarak iki sanatçı grubu söz konusu olmuştur: 1905 yılında Dresden kentinde kurulan Die Brücke (Köprü) grubu ve 1912’de Münih’te kurulan Der Blaue Reiter (Mavi Süvari) grubu.

Die Brücke’de, Ernst Ludwig Kirchner (1880- 1938), Fritz Bleyl (1880-1966), Eric Heckel (1883-1970), Karl Schmitt Rottluff (1884-1976) gibi sanatçılar bulunmaktadır Der Blaue Reiter’i ise; Wassily Kandinsky (1866- 1944), Franz Marc (1880-1916) Auguste Macke, (1887-1914) Gabriel Münter (1877-1962) oluşturmuştur. Die Brücke’nin önde gelen sanatçısı, Ernst Ludwig Kirchner’dir. Der Blaue Reiter ‘in ise Wassily Kandinsky olduğu düşünülmüştür. Kirchner, 1905 yılında bir bildiri eşliğinde Die Brücke’ ü kurmuş, primitif etkilerle deforme edilmiş figürler ile ve canlı renkler kullanarak yapıtlarında ön plana çıkmıştır. Bauhaus sanatçıları, genel olarak bir ekspresyonist grup üyeleridir. Kandinsky optik görüntülü doğa biçiminin sanatçıya engel olduğunu “doğa kendi biçimini kendi amacı için, sanat, kendi biçimini kendi amacı için yaratır” ifadesini kullanmıştır. Alman ekspresyonist sanatçılar, doğal biçimi ile soyutlama arasındaki farkın bilincine işaret etmişlerdir. Ekspresyonizm, resmin temel ögelerinin nesne biçiminden kendilerini kurtaran bir sanat anlayışıdır. Ekspresyonizm, I. Dünya Savaşı öncesi, dünyayı daha yaşanılır bir yer haline getirebilmek için başlatılmıştır.

Gauguin, sanat tarihçileri tarafından ekspresyonizmin yaratıcısı olarak gösterilmiştir. Gaugin, Cezanne ‘ı kendi üstadı olarak kabul etmiştir. Buna karşılık Cezanne, Gaugin’i kendisini yanlış anlamakla itham etmiştir. Cezanne, ile bilimsel perspektif artık tarihe karışmıştır. Gaugin, objeyi geometrik biçimlere dönüştürme prensibini benimsemiş, renk lekelerinden vazgeçmiş, rengi yüzeyler halinde kullanmıştır. Rengi saf olarak kullanmıştır. Ekspresyonizmin önemli bir özelliği olan primitiflik, sağlamlık Gauguin tarafından resme konulmuştur. Ekspresyonizm, sanat akımı olmanın yanında özellikle Germen ülkelerinin sosyal krizler ve düşünsel gelişme dönemlerinde ortaya çıkmış yaşam anlayışı olmaktadır. Ekspresyonizm, bir dünya görüşü olmuştur. Bu görüş, insanın iç dünyası ile ilgilidir. Psikolojik hayal, optik hayale tercih edilmiştir. Ekspresyonist sanatçı için iç güdüleri iç dürtüleri ve ruhunun uyumu önem kazanmıştır. Ekspresyonist çizgi, sakin, neşeli ancak genellikle sinirli ve dramatiktir. Renkler son derece yoğun kullanılmakta, koyu siyah, koyu kahve, kırmızı, mor, sarı, yeşil ve turuncudan oluşmaktadır. Fovlardaki gibi cüretli paletlere sahiplerdir. Ekspresyonizm, Alman Die Brücke grubu tarafından ortaya atılmış, Der Blaue Reiter tarafından geliştirilmiştir. Slav coşkunluğu, Kuzey Melankoli si, Flamenk sağlamlığı ile kaynaşmış, bütün dünyaya yayılmıştır. Ekspresyonistler için önemli olan empresyonistlerdeki aldatıcı görünüş değil, Kirchner’in ifade ettiği gibi, “çevremizde olan olay ile bizi çeviren eşyaların arkasında bulunan sırdır”

Ekspresyonistlerde duygu, ölçüsüz biçimde kendini hissettirmektedir. Obje ile ilgili olan ekspresyonizm, Dresden ‘de Brücke grubunun üslubu olarak ortaya çıkmıştır. Diğer yerlerde de ayrı olarak kişilerde de kendini göstermiştir. Viyana’da Oscar Kokoscha ve Egon Schiele‘de olduğu gibi. Ekspresyonist üslupta en kişisel anlatım kendilerine özgü sanatçılar olarak Kokoscha, Beckmann ve Karl Hofer’de görülmektedir. Kandinsky, 1910 yılında sanat tarihinde ilk soyut resmi yapmış, dış gerçek ile iç dünya arasında bir senteze ulaşmak istemiştir. Kandinsky, 1912 yılında yayınladığı “Sanatta Ruhsallık Üzerine “isimli kitabında resim serilerini şöyle açıklanmıştır: “Tamamıyla sanatsal bir formla ifade edilmiş dış doğanın doğrudan bir izlenimi. Buna “izlenim” adını veriyorum. İçsel karakterin, maddi olmayan doğanın büyük ölçüde bilinçsiz kendiliğinden bir ifadesi. Buna “doğaçlama” adını veriyorum. Yavaş yavaş biçimlenen ve yalnızca uzun süren olgunlaşmadan sonra dile gelen içsel duygunun ifadesi. Buna “kompozisyon” adını veriyorum.” (Erden, 2016:75)

Max Beckmann

Der Blaue Reiter, 1914 yılında savaşın başlaması ile dağılmıştır. Ekspresyonizm, birebir mimesis ve nesnel olanı reddetmiş ve içsel öznel olana yönelmiştir. Nietzsche’nin geleneğe karşı olan görüşlerinden etkilenen dışavurumcular, geleneksel otoritenin verdiği estetik değerleri değiştirmeyi hedeflemişlerdir. Nietzsche, geleneksel değerlerden kurtulmak için, eski düşüncelerden kurtulmak gerektiğini ve yeninin ancak eskiyi öldürmekle yaşam bulacağını ifade etmiştir. Nietzsche’ye göre gelenek, insanı bulunduğu yerde durduran, ilerlemesini önleyen bir olgudur. Ekpresyonizm, primitif sanatta olduğu gibi nesneye özellik katmakta, gerçekliği dönüştürülmektedir. Gerçekliği, nesnenin objektif gerçekliği ile sınırlamamaktadır. Nesneye özellik katmak ise, içsel duyuşlar ile içgüdüsellik kategorisini kapsamaktadır. İçgüdüsellik, sanatçının yaşama karşı olan içsel tepkilerinin göstergesidir. Derinlerdeki içsel duyuşlar kendiliğinden ortaya çıkan yaratıcılığın oluşmasını sağlamaktadır. Ekpresyonizmde biçim oluşturan ögeler, ışık-gölge, renk, oran, ölçü gibi öznel gerçekliği ifade etmek için özgür bırakılmışlardır. Biçim oluşturan öğeleri serbest bırakmak, ekpresyonizmin temelinde yer alan içgüdüselliğin göstergesi olmuştur. Aynı zamanda özne konseptindeki değişimi de göstermektedir. Bu bağlamda, iç dünya imgelerinin öznellik doğrultusunda değişkenliği vurgulanmaktadır.

 

Kaynakça:

  • Turani, A., Çağdaş Sanat Felsefesi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2011
  • Waltz, R., Modernizm, Çev. S. Erdem Türközü, Niks Yayınları, Ankara, 2023
  • Partsch,S., Modern Sanat, Çev. Özlem Şimşek, Say Yayınları, İstanbul 2024
  • Erden, O., Modern Sanatın Kısa Tarihi, Hayalperest Yayınları, İstanbul 2016
  • Öndin, N., Modern Sanat, Hayalperest Yayınevi, İstanbul, 2019
  • Turani, A., Dünya Sanat Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul,1990

 

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl

Bir Cevap Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.