ÇAĞDAŞ SANATIN RUHUMA HİCRANINI ANLATMA HİKÂYESİ

Bir çalışmanın sergilendiği mekân, sanatın kutsal mekânlarından biri ise, çalışma o zaman sanat değeri mi kazanmaktadır? Müze veya sanat mekânları, sanat eserleri ile mi değer ve anlam kazanır yoksa sanat eserleri, sergilendiği mekânlar ile mi değerlenir, anlam kazanır?

Sanat kavramı binlerce yıldır evrimleşerek, günümüze ulaşıncaya kadar pek çok tanımlama ile ifade edilmiştir. “Sanat nedir?” sorusuna net ve tek sığ bir cevap vermek mümkün gözükmemekle birlikte, “Sanat ne zaman başlamıştır?” sorusunun da net bir cevabı yoktur. Ancak Güney Fransa’daki Chauvet Mağarası’nda bilinen en eski resimlerin, yaklaşık otuz beş bin yıl öncesine ait olduğu bilgisi ile beraber, Svabya Alpleri’nde bulunan küçük heykellerin de bu kadar eskiye tarihlendirilebileceği muhtemeldir.

Tarihin çağlara ayrıldığı gibi, sanat da dönemlere ayrılmıştır. İlk çağlarda sanat daha çok av resimleri ile mağara duvarlarına yansırken, çağların değişimi ile birlikte sanat da, dönemler/akımlar üzerinden hayat bulmuştur. Örneğin; Orta Çağ’da Romanesk ve Gotik dönem görülürken, -kaldı ki sanat dönemleri de kendi içlerinde erken ve geç dönem olmak üzere daha detaylı ayrıştırılabilmektedir- 14 ve 16. yüzyıllar arası Rönesans dönemi olarak nitelendirilir. Maniyerist dönem, Barok dönem vb. pek çok sanat dönemleri yüzyıllar boyunca yaşanmış, her dönemin kendine özgü biçem ve formları bir önceki dönemden farklı ve genelde gelişimin görece evrim kazandığı bir devinim ile devam etmiştir.

Svabya Alpleri heykelleri

Akademilerin yönlendirmelerine ve geleneksel olana karşı çıkan sanatçılarla birlikte yeni akımlar doğmaya başlamıştır. 19. ve 20.yy’lara gelindiğinde, her sanat akımının kendinden önceki dönemleri aşarak, yeni tarzlarda kendini var etme çabası, bu yüzyıllara adeta bol “izm” li yepyeni akımlar getirmiştir. Bunlar arasında, Empresyonizm, Ekspresyonizm, Romantizm, Realizm, Sürrealizm, Sembolizm, Neo-Klasizm, Fovizm, Kübizm, Fütürizm, Dadaizm, Taşizm, Süprematizm, Konstrüktivizm gibi pek çok akım sayılabilir. Günümüzde bu “izm” lerin yerini, Modern ve Çağdaş Sanat almıştır.

Modern kelimesi Fransızca’dan gelmektedir ve köken olarak “yeni” anlamını taşımaktadır. Bazı sanat tarihçileri ve eleştirmenler, modern sanatın 19. yy empresyonist dönemden bu yana olan sanatsal süreci ifade ettiğini belirtmektedirler. Birçok otoriteye göre Édouard Manet, ilk “modern” ressam olarak kabul edilmektedir. Buna karşın, bazı sanat tarihçileri ve eleştirmenler ise ”Avignonlu Kadınlar”ı ile Picasso’yu, bu dönemin başlangıcı olarak kabul etmektedirler. Modernizm tartışmaları süredursun, tüm çağdaş eğilimlerin modern olmayacağı görüşleri de mevcut olmakla birlikte, “Modern Sanat” kendi içinde, klasik modern, modern, postmodern sanat şeklinde kırılımlara da ayrıştırılabilmektedir. Bazı görüşlere göre çağdaş sanat, modernizmin devamı niteliğinde olsa da, çoğu kabul, çağdaş sanatla birlikte modernizmin sona erdiği yönündedir.

20.yy’da Sigmund Freud’un “Rüyaların Yorumu” adlı kitabından etkilenen özellikle sürrealist sanatçılar, rüyaları resmetmeye başlamışlardı. 20.yy’a damgasını vurmuş olan Pop Art akımı ise, kimi kabule göre; popüler sanatın kısaltması olsa da, bazılarına göre bu terim, pop-corn yani patlamış mısır kelimelerinden gelmektedir. Pop Art teriminin nereden geldiğine ilişkin başka kabuller de mevcuttur.
Bu akımın temsilcilerinden Andy Warhol, 1962 yılında sekiz adet yan yana olmak üzere dört sıra şeklinde Campell çorba konservelerinin otuz iki adet küçük resmini yapmıştır. Seri tüketim ürünü hazır nesnelerin resme yansıması, sanat tartışmalarını alevlendirmiştir. Natürmort resimlerinde de hazır nesnelerin resmedildiği göz önüne alındığında, hazır nesne konserve kutularının resmedilmesi neden sanatın anlamı ya da anlamsızlığı hakkında tartışmalara yol açmış olabilir? 17.yy ve 18.yy natürmort resimlerinin, Warhol’un konserve kutuları resmi ile biçim ve teknik açıdan karşılaştırılması bu soruya bir cevap olabilir mi? Estetik değer arayışı da bu tartışmaları alevlendiren bir kavram olarak düşünülebilir mi? Wassily Kandinsky 1910/1913 yılında ilk soyut suluboya resmini yapmıştır. Kandinsky nesneyi resimlerinden çıkarırken, Braque ve Picasso, gazete parçalarını kullanarak yaptıkları kolajları ile Duchamp ise pisuvar ile nesneleri sanata dahil etmiştir. Duchamp, pisuvarı ters çevirerek, “Çeşme” olarak adlandırmış, R.Mutt rumuzu ile imzalamıştır. Bu görece sanat eseri, 1917 yılında New York’daki Bağımsız Sanatçılar Topluluğu’nun sergisinde reddedilmiş ve zaman içinde oldukça eleştirilere uğramıştır.

Öyleyse doğru soru şu olabilir mi:
Günlük yaşamda kullanılan bir nesneye sadece yeni bir işlev kazandırmak, sanat olarak nitelendirilebilir mi? Değerli Okur! Cevabın “Evet” ise; bir hırkanın kollarını kesip, hırkaya yelek işlevi kazandırarak çocuğuna giydiren, eskimiş ayakkabısını toprakla doldurup, içine çiçek ekerek balkonuna koyan ve ayakkabıya saksı işlevi kazandıran tüm kadınlarımızı, bu mantık ve bakış açısı ile “birer sanatçı” olarak nitelendirmek pek mümkündür. 19.yy sonlarında Venedik Belediye Başkanı Riccardo Selvatico şehrin tanıtımı için, uluslararası bir sanat galerisi oluşturmak üzere büyük bir pavyon inşa ettirmiştir. Bu pavyon, Bienal’in ilk çıkış noktası kabul edilmektedir. Buradan hareketle, ülkelerin yeni teknolojik gelişmeleri sundukları ulusal pavyon fikri doğmuştur. 1907 yılında Belçikalılar ilk ulusal pavyonlarını inşa etmişler, ardından; Almanya, Büyük Britanya, Macaristan, Avusturya bu gelişimde ulusal pavyonlarını inşa eden ülkeler olmuşlardır. İki yılda bir gerçekleştirilen ve günümüzde uluslararası bir boyutta düzenlenen Bienal, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çağdaş sanatla özdeş hale gelmiştir.

2013 yılında gerçekleşen 13. İstanbul Bienali’nde Mierle Laderman Ukeles’in “Temizlik İşçisi Konuşuyor” (1979-1984) isimli, New York Belediyesi Genel Temizlik Dairesi’nde misafir sanatçı olduğu dönemde gerçekleştirdiği ve on bir ay süren Hijyene Dokun (1979–1980) başlıklı performansının videosu, etkili bir şaşırtma ve çarpıcı bir farkındalık yaratması açısından hafızamda yer etmiştir. Ukeles, minnet duygusuyla şehir sakinlerinin hiçbir zaman görmediği belki de farkında bile olmadığı 8.500 belediye temizlik işçisinin dertlerini dinleyerek, çalışmalarını seyrederek ve sonunda hepsinin elini tek tek sıkarak “New York şehrini canlı tuttukları” için onlara teşekkür etmişti. Aslında bizim kirlettiğimiz şehri her gün onlar temizliyordu. Sanatçıya göre, kaçımız bunun farkındaydık? Kaçımız onlara bir kez olsun “Günaydın!” ya da “İyi günler!” diyebildik? Kaçımız onların elini sıkıp teşekkür edebildik? Ukeles, “Bakım Sanatı Manifestosu 1969!” başlıklı bildirisinde emeği ön plana çıkarmaktadır ve bu video çalışmasında da farkında olunmayan emeğe teşekkür ederek, toplumda görünmeyen emeğin farkındalığını uyandırmış olmaktadır.

Sanatsever izleyeni sadece şaşırtarak farkındalık uyandırmak, bir çalışmayı sanat eseri yapar mı? Örneğin; ben, her gün canlarını ortaya koyarak çalışan 10.000 maden işçisi ile görüşüp röportaj yapmış ve onları dinleyerek “Maden İşçilerinin Nefesi” isimli bir video çekmiş olsam, bunu yakın çevrem ile paylaşmam, çalışmama bir sanat eseri niteliği kazandırır mı? Eğer bu çalışmamı bir müzede, sanat galerisinde veya bir bienalde sunma fırsatı yakalarsam, çalışmam bir sanat eserine dönüşür mü ve ben çağdaş bir sanatçı unvanı elde edebilir miyim, ne dersiniz? Özetle, bir çalışmanın sergilendiği mekân, sanatın kutsal mekânlarından biri ise, çalışma o zaman sanat değeri mi kazanmaktadır? Müze veya sanat mekânları, sanat eserleri ile mi değer ve anlam kazanır yoksa sanat eserleri, sergilendiği mekânlar ile mi değerlenir, anlam kazanır?

Buradaki doğru soru şu şekilde olmalı mıdır:
“Bir çalışmanın sanat eseri niteliği taşıması için, o çalışmanın ne gibi özelliklere sahip olması gerekir ve çalışmaya sanat eseri niteliği kazandıran, sergilendiği mekân mıdır?”

Bir çalışmaya veya hazır bir nesneye, düşünebilen herkesin kavram yüklemesi mümkün görünmektedir. Örneğin; bir yufkayı siyah renkte boyanmış yuvarlak bir masanın üzerine koysam, Yin-Yang kavramını çağrıştırıyor olabilir miyim? Belki de bir sanatçı olarak yufka açan kadınların emeğine dikkat çekmiş olabilirim. Yahut, yufkanın beyazı ile börek, baklava, mantı gibi yiyeceklere çağrışım yaparken, masanın siyah renkte olması ile de, bu yiyeceklerin sürekli tüketilmesi halinde insan sağlığına zarar vereceğini düşündürtmek istemiş olabilirim. Benim bu sanat eserimi gören
sanatsever izleyici, benim düşündüğüm kavramların aynısı ile mi eserimi algılayacaktır yoksa kafasında başka kavramlar mı oluşturacaktır? Ya sergiye aç geldiyse ve benim biricik eserim ile enstalasyon bağlamında etkileşime girerek kavramsal eserimi yer ise, onun yerine koyacağım yeni yufkada sanat eserimin tek ve biricik olmasından, özgün olmasından söz edilebilir mi? Öncelikle yufkanın, bir önceki yufka ile aynı çapta olması bile pek mümkün olmayabilir. Ayrıca sanat eserimden pek çok kopya olması da, onun özgünlüğünün yitirilmesi anlamı taşıyor olmayacak mı?

Değerli okur! Şu an işi abarttığımı düşünüyor olabilirsin. Belki bu nedenle bu satırları okurken bana kızıyorsundur veya yüksek sesle gülüyorsundur. Öyleyse sıkı dur. Sana gerçek bir sanat eseri sunmama izin ver.

İtalyan heykel sanatçısı Maurizio Cattelan’ın “Komedi” adını verdiği muz eseri, Art Basel’in Miami’de düzenlediği sanat fuarında 120 bin dolara alıcı buldu.

Cattelan’ın uzun zamandır bir muz heykeli fikri üzerinde çalıştığını ifade eden, eseri satışa çıkaran sanat galerisinin sahibi Emmanuel Perrotin, şöyle konuştu: “Önce çam sakızı reçinesiyle yapmaya çalıştı, sonra bronz yapmayı denedi ama ikisi de istediği sonucu vermedi. Sonunda gerçek bir muz kullanmanın en iyi çözüm olacağına karar verdi. Başta şaka gibi görünüyor ama sonra bir adım geriye çekilip bir daha baktığınızda bambaşka bir anlam kazanıyor.” Muzun hem küresel ticaretin sembolü hem de komedinin klasik bir aracı olduğuna dikkat çeken Perrotin, eserin bir çift anlamlılık örgüsü içinde eleştiri ile mizahı birleştirdiğini vurguladı. Buradan hareketle eserin altına, ” Dikkat! Sanat eseridir. Lütfen yemeyiniz. Üstelik satılmıştır. Yiyen olursa 120 bin doları ödemek zorunda kalır.” yazılmalı mıdır, bu konuda sizin düşünceniz nedir?

Değerli Okur! Senin bir sanatçı olduğunu iddia ediyorum. Şu an belki yüzünde hafif bir gülümseme ile saçmaladığımı düşünüyor olabilirsin. Belki de, “Elbette ben bir sanatçıyım” diyorsun. Hayatında bir kez olsun kardan adam yapmışsan, ilerleyen satırları okumaya devam ettiğinde, kendinin bir sanatçı olduğunun farkına varacak olabilir ya da zaten “Ben bir sanatçıyım” kabulündeysen, bu konuda kendinden daha da emin olabilirsin. Kardan adam yaparken, önce mekânı seçtin. Evin bahçesine mi yoksa sokağın uygun bir yerine mi yapacağına karar verdin. Sonra doğal malzeme olan karları tepeledin ve ona yuvarlak bir şekil verdin. Burada bir emek harcadın. Sonrasında gözlerine kömür ya da zeytin, burnuna havuç takarak hazır nesne kullandın. Hatta belki boynundaki atkıyı da kardan adama taktın. Koluna bir süpürge tutuşturmakla belki de ona bir görev, bir anlam yükledin. Hatta kar toplarını gövde üzerinde çift olarak çoğaltarak, kardan adamı kardan kadına çevirdin, bu da senin hayal gücün… Eğer kardan adamı kardan kadına çevirdiysen, izleyiciyi şaşırtmış oldun ve kardan kadın da yapılabileceğinin farkındalığını oluşturdun. Hatta yaptığın kardan kadınınla, erkek egemen bir toplumda, kadınların sorunlarına da dikkat çekmek istemiş olabilirsin. Belki de kardan adamın/kadının başı olan küçük kar topunu aşağıya yerleştirip, gövde kısmını yani büyük kar topunu başın üstüne koyarak, sen de Duchamp’in pisuvarı gibi kardan adamı/kadını baş aşağı ters çevirmiş olabilirsin. Ve hatta ona “soğuktan başı dönen adam/kadın” kavramı ya da “yalnızlıktan üşüyen/buz kesen/donan adam/kadın” kavramı yüklemiş olabilirsin. Üstelik sokaktan geçen herkesin ya da evlerinin camlarından bakanların da görebileceği harika bir sanat eseri yaratmış oldun. Belki de bir izleyen gelip, kardan adama/kadına beresini taktı yani onunla etkileşime bile girdi. Az önce yukarıdaki satırlarda, senin bir sanatçı olduğunu iddia etmiştim. Yazının buraya kadar okuduğun bilgilerinden yola çıkan bakış açısı ve mantık ile “Evet! Tebrikler!” Kendinin artık bir sanatçı olduğu konusunda şüphe duymaman gerekir. Çünkü sen de çağdaş sanatın bütün nimetlerinden yararlanarak bu eserini ortaya çıkardın.

Özellikle 20.yy’ın ikinci yarısından itibaren, Happening, Arazi Sanatı, Kinetik Sanat, Vücut Sanatı vb. yaklaşımlar farklı sanat alanları ile de bağıntılı olarak görünmeye başladı. Öyle ki; çalışmasını vücuduna taşıyan Hannover’li sanatçı Timm Ulrichs’in göz kapaklarında “The End” dövmesi oldukça şaşırtıcıdır. Öldüğünde ve gözleri son kez kapandığında, herkes bu kelimeleri okuyacaktır. Görüldüğü üzere modernizm, alışılageleni sorgulamaya yönelik pek çok değişime kucak açtı.

Timm Ulrichs , THE END“, 1970

Çağdaş sanat eğiliminin yoğunlukla artık eser bazında değil, fikir bazında gerçekleştirildiği günümüzde, bir döneme yön veren akademilerin yerini, artık çağdaş sanata yön veren adeta sanatın otoriteleri olarak nitelendirilebilecek, bir nevi yeni otoriteler, küratörler almıştır diyebiliriz. Sanatsever izleyici, sanatçının yapmış olduğu çalışmaya yüklenen kavrama inanmak durumunda hissettirilmekte aksi takdirde sanattan anlamayan bir “yoksun”a dönüştürülebilmektedir. Fikirden ibaret olan sanata yüklenen anlama inanan bir izleyenin durumu, bu koşullar altında dogmatik bir nitelik kazanır gibi durmaktadır. Her nesnenin, herkes tarafından bir anlam ve kavram ile sanata dönüştürülebilme imkânı ve ihtimali, “Bunu ben de yapabilirim!” algısı oluşturmaktadır. Böylece sanat ve sanatçı, değersizleşme yönünde sorgulanan ve zamanla olumsuz bir boyuta yol almaya başlayan, kimi zaman da hafife alınan dönüşüme uğramaktadır. Öncelikle sanatın amacı ne olmalıdır? Örneğin; erken Hristiyanlık döneminde kiliselerde gördüğümüz fresklerin amacı; İncil’de yer alan dini konuları halka öğretmektir. Sanatın, aynı zamanda bir zanaat yönü de olmalı mıdır? Modern döneme kadar sanatın zanaatçılık yönü görülse de, “kavram”ın ön plana çıkması ile birlikte, sanatın zanaat yönü törpülenmiştir. Peki, kavram ne zaman sanata dönüşür? Nitelik olarak gerçek bir sanata dönüşemeyen “kavram”ın, sanat ve sanatçı için yarattığı sonuç ne olacaktır?

Günümüzde bir sanat eseri, orijinal bir yaratıcılıktan, eşsiz bir beceriden, özgün bir yetenekten ve insanı büyüleyen bir estetikten mahrum bırakılmaktadır. Bu dört unsurdan yoksun bırakılan bir çalışma, sanat eseri olarak nitelendirilmeli midir? Eğer yetenek ve beceri bir sanat eseri için artık değersiz ise, sanat okulları ve sanat akademileri neden hâlâ yetenek sınavları ile öğrenci almaktadırlar? Sanatın yegâne amacı, hiçlik, anlamsızlık, nesneye atfedilmiş zoraki kavramlar mı olmalıdır? Sanatçının ve eserlerinin özgünlüğü, sanat eserinin seri üretim nesnelerinden/hazır nesnelerden farklı, yaratıcılık, estetik, yetenek ve beceri ile ortaya çıkması, sanata nitelikli bir anlam kazandırmaz mı? Örneğin; Leonardo Da Vinci’nin “Mona Lisa” tablosunu kaçımız aslına benzer/yakın bir şekilde üretebiliriz? Peki, ya Maurizio Cattelan’ın “Komedi” adını verdiği muz eserini aramızda üretemeyecek olan var mıdır? Bu iki sanat eserinin karşılaştırılmasında eşsizlik, özgünlük ile sıradanlık karşı karşıya durmaktadır. Değerli olan, eşsizliğe ve özgünlüğe sahip olan değil midir? Öyleyse sıradanlaştırılan bir üretilmişlik, değersizliğe mahkûm olacaktır demek yanlış değildir. Fikrimce; yukarıda sayılan unsurları bünyesinde barındırabilen eserler, izleyende anlamlı hayranlık uyandırarak, kalıcı ve unutulmaz efsane eserlere dönüşmektedir ve zaman içinde daha da değerlenmektedir. Leonardo’nun ölümünün üzerinden yüzyıllar geçmiş olmasına karşın, “Mona Lisa” adlı eseri dünya çapındaki önemini ve değerini bu nedenle yitirmemiştir.

Yıllardır sanatın sanat için mi, toplum için mi olduğu tartışılmaktadır. Yoğun görüş, sanatın toplum için olduğu kabulünde olsa bile, bu kabul de çağdaş sanat kavramı ile yıkılmıştır çünkü artık sanat birey içindir. Sanatçı, çalışmasını oluştururken artık kendi bireysel kavramını üretmekte ve izleyenden bunu anlamasını beklemektedir. İzleyen ise, sanatçı ile aynı kavramsal çıkarımda olmama ihtimali ile kendi bireysel kavramını üretebilme potansiyeline sahiptir. Böylece sanat; ne sanat için, ne de toplum içindir diyebiliriz. Artık sanat sadece bireyseldir, birey içindir. Nesnelere yüklenen kavramlara dayalı bir öznelliktedir. Sanatçı, ne belli kalıplar içinde kısıtlanmalı ve tek bir taraf ile ilişkilendirilmelidir – çünkü bu, sanatçının özgürlüğü konusunda olumsuz bir durum olarak kendini gösterebilir – ne de farklılık yaratmak adına özgürlük sarhoşluğu içinde anlamsız anlamlar, kavramlar aramalıdır. Sanatçı, kendinden önceki dönemleri ve kendisini aşmaya çabalarken, yenilik ve farklılık yaratmaya yönelen bu derinliğin girdabında boğulmakta mıdır? Sanatçı, sanat eseriyle ve izleyenle ortak bir güzellikte buluşmalı mıdır yoksa değişik farklılıklar içinde ayrışmanın çeşitliliğinde mi var olmalıdır? Sanat ile olan sohbetimde çağdaş sanatın ruhuma derin iz bırakan hicranı; kendisinin, izleyen üzerindeki etkisini ve değerini günden güne yitirmesinden ve anlamsız anlamlar içinde kaybolmasından korkmasıydı.

Ve şöyle dedi sanat:

“Yakın gelecekte bir gün, benim sanatçıları yaratıp var ettiğim gibi, onların da beni yaratıp var ettiği sürecin sonuna gelebilecek olmaktan dolayı üzüntü ve korku içindeyim. Çağdaş sanat nesne odaklı bir kavramsallıkla mı izleyiciden kopuşa geçiyor yoksa izleyiciden kopuşa geçtikçe mi içe çekilip kısır bir döngüde nesne odaklı bir kavramsallığa dönüşüyor? Günümüzün sürekli gelişen teknolojisi de sanata hâkim olmaya başlamışken, ne yazık ki insan ve sanat sanki artık yavaş yavaş birbirlerini terk ediyor ve birbirlerine yabancılaşıyorlar. Korkarım bu, sanatın yeniden doğum sancısı değil.
Bu, olsa olsa uzay teknolojisinin sanatını, yapay zekâ aracılığı ile programlayarak tasarlama ve üretme sürecinin ayak sesleri.

Bu, yapay zekâ odaklı insansız sanatın doğumu.

Yani bendeniz insan odaklı gerçek sanatın, sonsuza dek ölümü.”

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl

Bir Cevap Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.