Şiirsel sinema denince ilk akla gelen isim Marcel Carne olmalı sanırım. Onun “Gates Of The Night /Gecenin Kapıları” ve “Les Enfants du Paradis/ Cennetin Çocukları” adlı filmleri, doğrusu “şiirsel” sözcüğünü gerçek anlamda fazlasıyla hak ediyor. Gecenin Kapıları, Paris direnişini ve ilginç bir aşk hikayesini de içine alan; o dönemde insanların hayata tutunma çabasının, toplumsal dille aktarımı ile ilgili imgesel izler de taşıyan bir sinema. Andrey Tarkovsky ise “Ayna”da bir düşsel şiir sunar bize; iç konuşmalardan, gizli sayıklamalardan örülü, ‘realist- içsel’ bir kasvet içeren yapı söz konusu burada. Her sinema bir şiirdir aslında. Leos Carax‘ın “Holy motors/Kutsal Motorlar” filmi ise çağın kavramsal şiirini bize sunarken, kalbinde epey de hüzün, melankoli ve ‘sisteme isyan’ motifleri taşır. Kylie Minogue bu film için Juliette Binoche yerine son dakikada seçilmiş. Onun filmin finalindeki şarkısı ise alabildiğine yürekleri titreten imgelerle doludur. Sisteme, bireyin sancılarına dolaylı bir gönderme de söz konusudur burada:
“kimdik biz önceleri
ve kim olabilirdik şimdi
bir şeyleri farklı yapsaydık eğer..”
Leos Carax bu şiiri, “Pola X” ve özellikle “Köprü Üstü Aşıkları/Les Amants du Pont-Neuf”ta daha önce yine yazmıştı. Ama fena halde etkileyici biçimde. Ben Leos Carax sinemasının kavramasal bir yapı içerdiğine inanmışımdır. Aslında her sinema da değişik yapıda bir şiirsellik içerir. Coppola‘nın “Baba/The Godfather” filmi realist bir yapı taşır örneğin. Yani sadece bulunduğ dönemin şiirini ‘yazan’ bir sinema. Bugünün teknolojik dünyasına yabancı bir tarz içeren… Roman uyarlaması olan “Sophie’s Choice/Sophie’nin Seçimi” ise yine gerçekçilik; daha da ötesi toplumsal gerçekçilik içerir. İkinci dünya savaşında trajik bir şekilde iki çocuğundan birini ölüme göndermek zorunda kalan Sophie’nin gelecek yaşamdaki seçimleri de trajik ve şaşırtıcı olacaktır; yaşadığı travmaya bağlı olarak.
Akira Kurosawa ‘nın yaptığı sinema her zaman felsefi ve realist biçimlemeler taşır kalbinde. “Yedi Samuray”, “Rashomon”, “Ran” bu yapıda sinemalardır. Ama çağın büyük ustası, “Düşler/Dreams”ta kavramsallığın da sınırlarını zorlar. Kurosawa‘nın belli biçimde etkilediği Takeshi Kitano ise “Dolls“ta, yine düşünsel ve resimsel kareler yakalar. Yine aynı felsefi dil söz konusudur burada. Birbirine bağlı beş hikayenin anlatıldığı filmin hikayeleri birbirine ‘bağlayıcı’ karakterleri ise, birisi meczup iki aşıktır. Üstelik fiziki bir ‘bağ’ ile de birbirine bağlı olan…
Bunuel‘in “Burjuvazinin Gizli Çekiciliği”nde denediği gerçeküstücü motifler, Darren Aronofsky‘nin “Black Swan/Siyah Kuğu”sunda gerçek ve düşün birbirine karıştırıldığı bir hikayeye dönüşür. Sürrealizmin şiiri de böyle olmalı işte. Bu tür şiirsel yapıyı felsefi ve gerçeküstücü motifler ekleyerek Ömer Kavur, Orhan Pamuk senaryosundan uyarladığı “Gizli Yüz” filmiyle bizde de başarılı bir şekilde uygulamıştır. Sinemanın şiiri romantik bir gerçeklik değildir çoğu zaman. Ancak ödüilü bir roman uyarlaması olan “Güneş Çarpması/ Sunstroke” realizmden romantizme gidip gelen büyülü bir öyküdür. Rusya’da savaş sırasında zor günler yaşayan bir askerin geçmişte yaşadığı bir aşkı, geri dönüşlerle anlatan büyülü bir yapıttır bu. Mavi bir kadın tülü ise bir bağlayıcı motif rolü üstlenmiştir bu filmde.
Yeni sayılabilecek iki yapıt olan “Nine” ve “Carol” adlı filmlerdeki imgesel yapı farklıdır. “Carol” bu yüzyılda bile hala tabu olan kadın eşcinselliğine elli yıl öncesinin ortamında değinir. Burada yine realizm ve klasik anlatım geçerli. Müzikalleriyle doğrusu herkesi büyüleyen Rob Marshall ise, “Nine”da bir tür dışavurumcu düşsellik yaratma peşindedir. “Nine” aslında çağın felsefesini de yansıtan imgelerle de doludur. Kariyerinin sonlarındaki bir sinema yönetmeninin açmazları, aşkları, bencilliği, bunalımları görkemli ekspresyonist görüntülerle ve derinlikli bir müzikle birlikte sunulur izleyiciye. Daniel Day-Lewis ise bu filmin tartışılmaz bir şairidir. Ben Kurosawa‘da, Kitano‘da Murathan Mungan vari bir destansılık gördüm. Başka şiirlerine takılmaksızın “Sahtiyan”ı inceleyen okurlar ne demek istediğimi anlamışlardır. Tabii ki her sinema biraz Aragon biraz da Neruda‘dır iyi incelenirse. Özellikle aşk ve siyasa kokan filmlerde. Son olarak, kanımca bütün zamanların en iyi filmlerinden “Fransız Teğmenin Kadını” adlı John Fowles uyarlaması olan örnekte ise geniş, derin bir biçimcilik söz konusu. Burada da kavramsal bazı motifler inkar edilemez derecede realizmle barışık bir biçimde sürüyor. Saymakla bitmez: Resnais‘nin “Last Year at Marienbad/ Geçen Yıl Marienbad’da”, Stephen Poliakoff‘un “Capturing Mary” adlı filmleri de imgenin görsellikte yer bulan şeklini betimleyen sinemalar.
Sinemaya şiirsel gözle bakmak bence akılcı bir şey. Çünkü her şiirin bir görüntüselliği söz konusu olduğu için, genel anlamda ‘şiirdeki görüntüyü yakalamada’ sinema çok iyi yardımcı olacaktır bize.
Bir Cevap Bırakın