Yakın dönem Türkiye sinemasının önemli handikaplarından biri, son derece kalburüstü ilk uzun metraj filmleriyle çıkış yapan genç yönetmenlerin bazılarının daha sonra ikinci bir film çekebilme olanağını yakalayamamalarıdır.
Türkiye sinemasının geçen yılki kuşbakışı portresini çizmeden ve öne çıkan yerli yapımları değerlendirmeden önce geçen yıl Türkiye’de sinemanın durumunu kısaca ele almak yararlı olacak. Covid pandemisinin yoğun yaşandığı dönemin üzerinden artık üç yıl geçmiş durumda. Pandemi yıllarında sinema salonları fasılalarla kapalı kalmış, açık oldukları zamanlarda da “sosyal mesafe” zorunluluğu çerçevesinde aralıklı oturma düzeni içinde düşük kapasiteyle çalışmışlardı. O dönemi yaşarken, pandemi geçtikten bir müddet sonra sinemanın er ya da geç kendini toparlayacağına inanıyor ve umuyordum. Bu beklentim en iyimser ifadeyle ancak kısmen gerçekleşmişti: Pandemiden üç yıl sonra, 2024 yılı içinde satılan sinema bileti sayısı (yaklaşık 33 milyon) pandemiden bir yıl önce satılan sinema bileti sayısının (yaklaşık 60 milyon) yarısını ancak az bir miktar geçebilmiş durumda. Gerçi yılda 33 milyon bilet demek, her hafta ortalama 600 binden fazla kişinin bilet satın alarak sinemada film izlediğini gösteriyor ki bu, hiç de azımsanacak bir rakam değil ve çok sık duyduğumuz “artık kimse sinemaya gitmiyor” söyleminin aslında gerçeklikle pek örtüşmediğini ortaya koyuyor.
Öte yandan sinemada izlenen filmlerin dağılımına baktığımızda pandemi öncesi yıllardan niteliksel olarak farklı bir tablo kendini gösteriyor: Geçen yıl bir milyondan fazla izleyici çeken altı filmden üçü animasyon filmi ve animasyon filmlerinin toplam 33 milyon içindeki payı 10 milyondan fazla… Ve bu 10 milyonun yaklaşık yarısını yerli yapım animasyonlara satılan biletler oluşturuyor. Dolayısıyla yerli yapım animasyonlar artık yerli sinema içinde kayda değer bir konuma gelmiş durumdalar.
Ana akım yerli sinemada genel panorama ise, yerli yapım animasyonlar dışında alışkın olduğumuzdan çok farklı değil. Aslan payı yine güldürü filmlerinde: biri yerli (Rafadan Tayfa 4) biri yabancı (Ters Yüz 2 *) iki animasyon filmden sona geçen yılın en çok izlenen filmleri son yılların en yetenekli güldürü sanatçılarından Gupse Özay’ın başrolde olduğu Lohusa ve Şafak Sezer’in başrolde olduğu yeni “Kolpaçino” filmi Kolpaçino 4 4’lük.
“Bağımsız sinema” tanımının tartışmaya açık niteliği dolayısıyla ana akım-dışı olarak nitelendirebileceğimiz yerli filmlere gelirsek, geçen yıl sinemada vizyona giren filmler içinde yedi yerli filmin özellikle dikkate değer olduğunu düşünüyorum. Ancak bu filmler hakkında ilk elde yapılabilecek değerlendirme, herhangi bir ortak eğilimin belirgin olmadığı, örneğin “geçen yıl öne çıkan tema şuydu” ya da benzeri bir tespit yapmanın zorluğu.
Yaklaşık 20-25 yıl önce yeni bir yönetmenler kuşağı içinde öne çıktıktan sonra geçen zaman zarfında artık “deneyimli” sayılman isimlerden bu yıl Reha Erdem ve Ümit Ünal’ın yeni filmlerini izledik. Ümit Ünal’ın yılın son günlerinde gösterime giren yeni filmi Evcilik yaz tatilinde bir pansiyona gelen burjuva bir çift ile pansiyon çalışanı dar gelirli bir çift arasında giderek gerilimli hal alan ve nihayet patlama noktasına varan ilişkiyi konu alıyor. Kendi evlilikleri besbelli ruhsuzlaşmış burjuva gençler birbirlerine halen tutkulu biçimde aşık görünen diğer gıpta etmeye, özenmeye başlarlar ve bir doğa gezisi sırasında birbirlerine diğer çiftin kendi aralarındaki hitap şekilleriyle hitap ederek ve onların konuşma tarzlarını, şivelerini taklit ederek “şakalaştıktan” sonra sevişirler; bu diyalogu da tabletlerinde videoya kaydederler. Bu noktadan itibaren, filmde esasen konvansiyonel anlamda gerilimli mizansenler perdeye gelmese dahi, bir filmde bir tabanca görünürse o tabanca er ya da geç ateşlenecektir beklentisine benzer şekilde, diğer çift bu videoyu ne zaman izleyecekler ve tepkileri ne olacak beklentisi dolayısıyla filmi izleme deneyimi izleyici nezdinde gerilimli bir hal alıyor. Ünal bir önceki filmi Aşk, Büyü Vs.’de (2019) lezbiyen bir aşk öyküsünü, sevgililerden birinin zengin diğerinin yoksul ailelerden gelmelerinden başlayarak sınıfsal çatışma ve çelişkilerle hemhal olmuş biçimde sunmuştu. Sınıfsal çelişkilerin, çatışmanın anlatıda belirleyici işlev taşıması açısından Evcilik Ünal’ın bir önceki filmi ile kısmen benzerlik taşıyor ve yalnızca iki film üzerinden bir yargıya varmak belki aceleci olsa da yakın dönem Ünal sineması açısından tematik bir sürekliliğin emaresi olarak beliriyor. Evcilik’te pansiyon çalışanı çiftin tabletteki videonun içeriğinden haberdar olmasından sonra yaşananlarda belirleyici olan olgu bir tarafın kentli, diğer tarafın taşralı olması gibi ‘kimliklerden’ ziyade bir tarafın ücretli çalışan olarak sınıfsal konumları. Filmin finalde anlatısını bağladığı nokta ise, bu emekçi çiftin sınıfsal konumları dolayısıyla yaşadıkları mağduriyete karşın birbirlerine tutunarak ayakta kalma iradesini sergilemeleri açısından katartik ama son tahlilde onların manen ‘yaralanmış’ olduklarını yansıtması açısından hüzünlü bir nokta.
Öte yandan Evcilik’in kaydetmeden geçemeyeceğim bir defosu ise, açılış sahnesinde yaşlı bir kadının (pansiyon çalışanı erkeğin annesi olduğunu sonradan öğreniyoruz) tuhaf belagat faslı. Neyi kastettiği, hatta tam olarak ne dediği dahi pek anlaşılamayan bu kadın mistik bir kâhin edasıyla “yabancıların” (?) geleceğinden dem vurup “gelmesinler!” minvalinde sayıklıyor. Filmin henüz başlangıcında perdeye gelen bu belagat, örneğin yabancı düşmanlığı gibi çağrışımlara da açık olduğundan ‘takdim’ işlevi açısından sorunlu ve filmle doku uyuşmazlığı taşıyor.
Yeşilçam sonrası sinemamızın en özgün yönetmenlerinden Reha Erdem’in yılın ilk aylarında gösterime giren yeni filmi Neandria’nın baş karakteri, koşmaktan hoşlanan ama onun için stres kaynağı olan atletizm yarışmalarına katılmaya gönülsüz ve yalnızca annesinin zorlamasıyla bu doğrultuda efor harcayan genç bir kadın. Gençlerin kıstırılmışlık hissi Reha Erdem sineması içinde sıklıkla işlenen bir olgu. Erdem’in daha önceki bu minvaldeki filmlerinde, Hayat Var (2009), Jin (2013) ve Koca Dünya’da (2017) gençlerin kendilerini kıstıran ortamın dışına kaçış ya da kaçmaya çalışma öyküleri perdeye geliyordu. Erdem sineması açısından Neandria’daki paradigmatik yenilik ise, kaçış yerine kendi kaderini kendi istediği gibi şekillendirme iradesinin kaçmadan da ortaya çıkışı ki ülkemizin günümüz konjonktüründe kanımca son derece pozitif bir yönelim bu.
Yakın dönem Türkiye sinemasının önemli handikaplarından biri, son derece kalburüstü ilk uzun metraj filmleriyle çıkış yapan genç yönetmenlerin bazılarının (ikinci ve sonraki filmlerinin aynı düzeyde olmaması değil) daha sonra ikinci bir film çekebilme olanağını yakalayamamalarıdır. Geçen yıl, önceki yıllardaki ilk uzun metraj kurmacalarıyla dikkate değer bulunmuş üç yönetmenin yeni filmlerinin gösterime girdiği bir yıl oldu. Bir ‘iş kazası’ / ‘iş cinayeti’ üzerinden mütedeyyin ailesinin vahşi kapitalist yüzlerinin farkına varan genç bir erkeğin ikilemini perdeye getiren İki Şafak Arasında‘yla (2021) dikkat çekmiş olan Selman Nacar’ın yeni filmi Tereddüt Çizgisi ana gövdesi itibariyle bir ‘mahkeme filmi” gibi görünse de, esasen Tülin Özen’in canlandırdığı baş karakter olan kadın avukat üzerinden – İki Şafak Arasında’ya kısmen benzer biçimde – zor etik seçimler karşısındaki bir insan portresini başarıyla sunuyor ve – bu kez baş karakterin tercihinin ne olacağının belirsiz bırakıldığı İki Şafak Arasında’nın kaldığı noktanın ötesine geçerek – yapılan tercihlerin hangi saiklerle yapıldığının karmaşıklığını çok incelikle işliyor. Yakın dönem yerli sinemada en değer verdiğim filmler arasında yer alan distopik politik gerilim Kaygı‘nın (2017) yönetmeni Ceylan Özgün Özçelik’in arada çektiği deneysel kısa film ve belgesellerden sonra, bu kez bir tiyatro oyunundan uyarladığı On Saniye ise neredeyse tamamen iki baş karakter etrafında dönen ve bir kedinin işkenceyle öldürüldüğü bir video çektiği için okuldan atılmış bir çocuğun annesi ile çocuğunun geri alınması için baskı ve giderek şantaj yaptığı genç rehber öğretmen arasında gerilimin yükseldiği oldukça sürükleyici bir film. Finalinde korku sularına da açılan fantastik distopya filmi Bina (2020) ile takdir toplamış olan Orçun Behram’ın yeni filmi Cenaze ise, dünya korku sinemasında dahi benzerlerine az rastlanan sıra dışı bir zombi filmi olarak yerli korku filmlerimiz içinde ayrıksı bir çalışma.
Geçen yıl ilk uzun metrajı ile büyük bir çıkış yapan sinemacısı Murat Fıratoğlu oldu. Fıratoğlu, dünya prömiyerini yaptığı Venedik Film Festivali’nin yan dallarından birinde jüri özel ödülü aldıktan sonra hem Adana hem de Ankara film festivallerinde En İyi Film seçilen Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri‘nin yalnızca senaristi ve yönetmeni (ve yapımcısı) değil aynı zamanda baş rol oyuncusu. Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri, alışkın olduğumuz ödüllü filmlerden farklı bir çalışma, neo-realist sinema geleneğine denk düşen bir konuyu, mizahi dokuda bir anlatımla sunan ilginç, keyifle izlenen ve özellikle bazı sekansları bellekten silinmeyecek bir yapım. İlk başta bağlamsız olarak perdeye geldiği için tuhaf bir seyirlik sunan bir ‘hızlı halay’ sekansıyla açılan filmde daha sonra güneş altında açık arazide domates kurutma faaliyetindeki ağır çalışma koşullarına neredeyse belgesel bir film izlermişçesine tanık oluyoruz. Bu koşullarda çalışmaktan canı tak etmiş genç bir tarım işçisi iş vereniyle takıştıktan sonra çalışma ortamını terk ediyor. Filmin geri kalanında ise bu gencin önce meşakkatli ve aksiliklerle dolu bir yolculukla evine gitmesini, sonra da evinden bir tabanca alıp iş verenin yanına dönmek üzere tekrar yola koyulmasını izliyoruz. Bu yolculuklar esnasında baş karakterin iyiliksever, yardımsever, kimseye kolay kolay hayır diyemeyen bir kişilikte oluşunu bir dizi minik vaka üzerinden duyumsuyoruz. Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri’nin yollarda geçen ana gövdesini ilk bakışta bir aksilikler güldürüsü olarak nitelemek akla gelebilir ama baş karakterin yolculuğunun uzaması yalnızca motosikletinin sık sık teklemesi gibi belki onun elinde olmayan durumlardan değil onun kişilik özelliğinin sonuçlarından da kaynaklanıyor. Sonuçta Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri, önce emek süreçlerine dair sahici betimlemeler sunuyor, ardından bir emekçinin dramını absürtlükler silsilesi içinde hem gülümseten hem hüzünlendiren biçimde yansıtıyor. Öte yandan Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri’nin anlatısının, biraz da ana gövdesindeki mizahi niteliğinin sonucu olarak son tahlilde çıkışsızlığa işaret ederken “hayat böyle, naparsın” serzenişine yol vermekten öteye geçmediği de söylenebilir. Ancak filmin meramının belirsizliği bir yana Fıratoğlu’nun hem senarist-yönetmen hem de oyuncu olarak genç bir emekçinin durumuna dair izleyiciyi gülümseterek hüzünlendirmek konusunda tam başarılı olduğu, bu başarısını da büyük bir yapım bütçesine ve tanınmış, deneyimli oyunculara gerek olmadan gerçekleştirmesinin kendi başına ayrı bir başarı olduğu kuşkusuz.
2024’ün diğer öne çıkan ödüllü filmi de yine alışkın olduğumuz ödüllü filmlerden farklı bir film ama Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri’nden başka bir sebeple. Erdi Işık’ın senaryosundan ilk uzun metrajı olarak Nadim Güç’ün yönettiği ve Antalya Film Festivali’nde En İyi Film seçilen Mukadderat eşi vefat eden ileri yaşlardaki bir kadının gelgitlerden sonra çalışma yaşamına atılarak kendine yeni bir rota çizmesine dair dişe dokunur bir anlatıyı ana akıma özgü bir sinema dili ile izleyiciye sunan bir çalışma. Nur Surer’in canlandırdığı baş karakterin, eşinin ölümünün hemen ertesi sabahı kendine yeni bir eş bulunmasını talep ettiği başlangıç bölümleri biraz karikatürize ve inandırıcılığı kuşkulu görünse de film kısa sürede rayına oturuyor. Patriyarkaya hizmet eden geleneksel muhafazakâr değer yargılarına ve davranış kalıplarına yönelik sağlam teşhirler içeren, sonuçta izleyiciye pozitif duygular geçiren ilerici bir film Mukadderat.
(*) Ters Yüz 2 (Inside Out 2) hakkında bkz.: https://ekdergi.com/ters-yuz-2-akilci-davranmak-akil-tutulmasina-yol-acinca/
Bir Cevap Bırakın