1 Mayıs: Stilize edilmiş sınıf, ideolojik talepler ve toplumsal gerçeklik

1 Mayıs, “işverenlere” karşı taleplerini duyurmak isteyen “işçiler” için büyük bayram mı yoksa proletarya diktatörlüğü yürüyüşünde devrimci konsolidasyon için bir ara merhale mi?

Bu, Marksist sınıf mücadelesi anlayışından kaynaklanan düalist bir mantığın sorunsalı olarak öne çıkıyor.

Sosyal güvencesizliğin, bazen sınıf bilincinden ziyade, ikamet yerine veya yaşa bağlı olduğu bir dönemde, sorun tam olarak bu şekilde ortaya çıkmıyor.

Daha güzel başka bir dünya olasılığını tahayyül edebilen mücadele ile onur ve zaferin kolektif sahiplenilmesinin mitleri her yeni 1 Mayıslarda başka bir dirimsellikle canlanıyor.

Bu mitler, 20. yüzyılın sonlarındaki ilk küreselleşme karşıtı mücadelelerden ve bir yüzyıl önceki sekiz saatlik işgünü mücadelesinin doğurduğu ivmeden hız aldı.

Ulusötesi devrimci mücadelenin bu ilk deneyimi, daha sonra kendisini bir mit kipi olarak dayatmayı arzuladığı bu ölçeğe borçluydu.

Yeni anti emperyalist mücadeleleri harekete geçiren, pratik tipte toplam bilgi ve enerji yığışımı sağlayabilen bağlantılı fikir ve imgeler dizisi yeni devrimci mitlere içerik kazandırıyor.

Küreselleşme ile birlikte sömürü, büyük uluslararası mali tröstlerin veya bileşenleri demokratik meşruiyete karşı çıkan şeffaf olmayan uluslararası kuruluşların finansal uzay-zamanında daha çok yayılıp devasa bir hacim kazandı.

Pazar savaşları, üretim alanında ve dolaşım alanında genişleyen liberalizmin yarattığı ve ihtiyaç duyduğu ulusötesi kamusal alan aleyhine bir fenomen olarak öne çıktı.

1866’da Uluslararası İşçi Birliği tarafından gündeme getirilen, sekiz saatle sınırlı iş günü talebi kapitalizmin aldığı yeni şekillerin gölgesinde kaldı.

Emperyalist savaşın ardından işçilere en acil taleplerinden bazılarının karşılanmasını sağlayan sermaye, çoktan vazgeçmiş olduğu şeyleri onlardan geri almaya çalışıyor.

Halkın devrimci enerjisinin açığa çıkma korkusunun burjuvaziyi proletaryaya geçici olarak bazı tavizler vermeye kışkırttığı tüm ülkelerde, proletarya yetersiz kazanımlarının tehdit altında olduğunu düşünüyor.

İşverenler, sabote etmeye devam ettikleri sekiz saatlik iş gününü uzatmak, emekçileri güvencesiz çalıştırmak, Suriyeli-Türk çatışkısından sosyal Darwinist bir iklim yaratarak sömürüyü ikiye üçe katlamak, sözde sert pazar rekabetleri nedeniyle sadece niceliksel olarak ihracatı arttırmak adına ulusal paranın değerinin düşürülerek emekçilerin ürettiklerini değersizleştirme istiyor.

Aynı zamanda hayat pahalılığı ve vergi yüklerindeki artış hız kesmeden devam ederken, her yerde maaşları düşürüyor.

Aşırı çalışma, yetersiz ücret, kalıcı işsizlik tehdidi, bunlar büyük işçi kitlelerinin koşulları haline geldi.

Şiddetli baskı, yaşama olanağını talep edenlere sunulan tek perspektiftir.

Ancak sermayenin işçi sınıfına yönelik saldırısı burjuva hükümetlerin dehşetini maskelemiyor.

Çalışan kitlelerin çektiği acılar, finans ve sanayi otoritelerinin egemen oligarşisinin zenginliğiyle çarpıcı bir tezat oluşturuyor.

Burjuva uygarlığı, maliyeti bir savaş gemisinin yarı fiyatına dahi finanse edilen ‘kurtuluşu’ reddediyor.

Burjuva özgürlüğünü hipokrit ve nihilistçe bulup eleştirenlere “muhafazakâr” yaftası takıldı.

Neo-İslamcı hükümetlerin önceliği burjuvazinin kârlarını korumaktır. Bu nedenle işçi sınıfına, işsizlere, kadın haklarına yönelik saldırılar hızlandı. Toplumsal kriz derinleşiyor. İşsizler, emekliler ve engelli yetişkinler halihazırda yoksulluk içindedir.  Aynı zamanda, gezegendeki en zengin milyarderler sadece birkaç ay içinde sağlık krizi öncesindeki zenginlik seviyelerine geri döndü.

Toplumda üretilen ve tüketilen her şeyin olduğu gibi bu zenginliğin kaynağında da her kıtanın işçilerinin payı bulunuyor. Sayıları ve ekonomideki rolleri, eğer güçlerinin farkına varırlarsa, dünyayı değiştirmelerine olanak sağlayabilir.

Bu gücün uluslararası ölçekte, sınırların ötesinde var olduğunu teyit etmek, devrimci işçi hareketi açısından 1 Mayıs’ın en önemli anlamıdır.

Bunca yıkımın, sefaletin ve acının arasında ‘şehit’ ve kötürüm olan insanlık için proletaryanın kurtarıcı gücü dışında bir umut kalmadı.

Burjuvazi, proletaryanın ekonomik kriz nedeniyle uğradığı kayıpların telafisini, proletaryanın daha yoğun bir şekilde bastırılmasıyla telafi edeceğini iddia ederek saldırı inisiyatifini ele aldıysa, proletarya buna izin veremez; vermeyecektir.

Reformist liderlerin ihanetine uğrayan bu büyük kitle hareketleri her yerde acil hedeflerinde başarısız oldu.

Oysa sendikaların, işçi sınıfının öncüsü ile proletaryanın hâlâ oldukça bölünmüş, düşürülmüş ve yozlaşmış, lümpen geri kalanını birleştirecek iletim kayışları veya dişli çarklara dönüştürülmesi fikri onların kendini kitlelerden yabancılaştırmadan işçi sınıfının kolektif öğretmeni haline gelmesini sağlamayı amaçlamalıydı.

Kısacası, siyasi bölünmelere rağmen, mücadelenin taleplerinin baskısı altında sömürülenlerin sınıf birliği oluşmak zorundadır.

Trajik günlük deneyimleri, onun, amansız burjuvaziye karşı, emekçilerin birleşik cephesini oluşturma ihtiyacının tamamen farkına varmasını sağlamalıdır.

Efendileriniz size yeni yükler yüklerken, sizden yeni fedakarlıklar talep ederken, esaretinizi artırırken artık hareketsiz kalmayacaksınız.

Siyasi farklılıklarınız ne olursa olsun, hepinizin yalnızca ortak çıkarları var, tek bir sınıf oluşturuyorsunuz ve siyasi mahalleler üstü bloğu oluşturursanız hiçbir güç ona karşı koyamayacak.

Yıkılan dünyayı yeniden inşa etmeyi mümkün kılacak olan şey, üreticilerin büyük çoğunluğunun toprak baronlarına ve kapitalist soyguncu azınlığına köleleştirilmesi, rekabet ve kaçınılmaz sonuç olan savaşlar değildir ve hiçbir zaman olmadı.

Gerici muhafazakârlık “Çalışarak Vatanı Savunmaya Hazırım” mottosu altında 1 Mayıs’ın depolitizasyonunu sağlamayı ve onu popüler bir festival haline getirmeyi amaçlıyor.

Geçmişte protestoların ve halk mücadelesinin simgesi olan kızıl yabani gülden vazgeçildi.

1 Mayıs’ı depolitize edip bir romantik “Vadideki Zambak” kutlamasına dönüştürmek isteyenlere izin vermeyelim.

1 Mayıs’ta hoş bir vadi zambağı kokusu var ama onda hepsinden önemlisi, geçmişi şimdiye kadar uzanan büyük bir halk seferberliği gününün mührü bulunuyor.

Vadideki zambak ve İşçi Bayramı bir araya geldiğinde, hafif kokulu çanlarla süslenmiş dal şüphesiz 1 Mayıs’ın amblemi haline gelebilir.

İşçi bayramını savaşa yönelik kolektif toplantılardan biri haline getiren Nazilerin 1 Mayıs’a el koymasının ardından post faşist hükümetler devlet kontrollü bir stilize işçi sınıfı yaratmak için 1 Mayıs’ı sınıf bilinci kazanmış emekçiden önce kaparak onu, iktidardan büyük ölçüde kaçan işçi sınıfını kontrol etmenin araçlarından biri haline getirdi.

Bazıları, hala bayrakların hizalanmasının yarattığı duygusal karakteri ve estetik duyguları vurgulayan devasa geçit törenlerini sınıf mücadelesi zannediyor.

Oysa şölenler, konserler, spor etkinlikleri, çocuk oyunları, atış poligonları vb. bu etkinliklerin tek amacı eğlencedir ve hükümet bu şenlikler üzerinde kontrole sahiptir.

Bu pastoral görüntülü kutlamalar, siyasi iktidarın tüm gücüyle kendini gösterdiği, görkemli bir şekilde sahneye çıktığı, aynı zamanda kendini teşhir ettiği ve kibrini gösterdiği bir ânı imliyor.

Bir mücadele gününün siyasi sahnelenmesi, bir imkân olarak tarihi büküp ondan bir Osmanlı nostaljisi çıkarmayı amaçlıyor.

Geçmiş geleceği “Şimdi”den önce kapan siyasal İslam’ın aslında vahşi kapitalist ajanda dışında başka bir toplumsallık tahayyülü bulunmuyor. Siyasal İslam’ın iki binli yıllar boyunca topluma dayatmaya çalıştığı sözde manevi doktrin sadece kapitalist soygunculara yarıyor.

Biz Marksistler, sınıflar üstü kavramlara dayanan tüm ahlakı reddediyoruz. Biz, bunun bir aldatmaca, bir sahtekârlık, toprak sahipleri ve kapitalist soyguncuların çıkarına bir işçilerin ve köylülerin kafalarının bulandırılması manevrası olduğunu söylüyoruz.

Ahlak, insan toplumunun daha yüksek bir düzeye çıkmasına ve emek sömürüsünden kurtulmasına yardımcı olma amacına hizmet etmedikçe, eski sömürü toplumunu yıkmaya yaramadıkça, yerleşik düzenin devamlılığına hizmet eder.

Uluslararası düzeyde devletler arası pazar rekabetleri, sözüm ona acımasız “raison d’etat” ilkeleri üzerine politika geliştirilmesini gerekli kılıyor. Bu da Makyavelizm’in hem iç hem de dış politikada faşizan pragmatizmin bir aracı olarak kullanılmasını gündeme getiriyor.

Machiavelli’nin “devlet” üzerine fikirleri ile politik komploculuk taktiklerine dair yaptığı yetkin ve emsalsiz tartışmaları, Anarko-popülizm, Babeufçü-eşitlikçilik ve Jakoben-merkeziyetçilik ile devrimci politikanın komplocu doğası, bazı eski “sosyalist” ülkeleri kolaylıkla Makyavellist ilkelerle iş birliğine zorlamıştı.

Bu da, değerleri her gün değişebilen ve çok belirsiz büyüklükler ile yapılan sınıf ve sınıf bilincine dair bir hesabın fena halde şaşmasına yol açtı.

Oysa Machiavelli için söz konusu olan şey kitlelerin virtú [erdem] sahibi olup olmaması iken, Marksistler için ise proletaryanın devrimci bilinç ve ateşlilik sahibi olmasıydı.

Sosyal Darwinistlerin; Malthus’un Hobbes’un ve Locke’çu liberal devletin takipçilerinin meydan okumalarını geri püskürtmek hususunda sosyalist külliyatın arsenali aslında geniştir.

Hobbes’tan Locke’a uzanan karşı-devrimci çizgi boyunca sömürünün ve devlet aklının revize edilip çağa uydurulması işçi sınıfının çekirdek koşullarını değiştirmedi.

Batı, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra John Locke’un fikirlerine göre işleyen bir dünyaya yerleşmişti.

Locke, devleti, işlerini [alıverişini ve ticaretini] rahatsız edilmeden yapabildikleri sürece iyi ve barışçıl kalan vatandaşların özgür bir organizasyonu olarak tasavvur etti.

Nitekim insan bu amaçla, özel mülkiyeti koruyan ve demokratik katılım fırsatlarını açık tutan, hukukun üstünlüğüne göre yönetilen bir hükümet modeli ön gördü.

Lock’un paradigmalarını ilke edinen Batı, ticareti, iş birliğini, ağ oluşturmayı ve sözleşme özgürlüğünü önceleyip, savaşı, maliyetinin çok yüksek olması nedeniyle, meşru bir dış politika aracı olmaktan çıkardı; kısacası ticaret yapmanın pragmatizmini benimseyerek savaştan mütevellit kahramanlık anlatısını terk etti.

Ancak bazıları dünyayı, Thomas Hobbes’un gözünden, herkesin herkese karşı savaş yürüttüğü, antlaşmanın ateşkes, ticaretin ise yeni pazarlar için savaşa hazırlık olarak algılandığı, kundakçılar için bir yangın tatbikat yeri olarak okuyor. Bu Hobbes’çular savaşa rıza üretmek için dindar numarası yapıyorlar, oysa onlar, İncil’i, ancak sert savaş söylevlerini çekmeden birkaç dakika önce açıyorlar.

Bazı devletler, halklarını ekonomik yoksunluğu kabul etmeye çağırıp, soğan, patates ve konfor için değil de ulusal gurur, şan, şöhret ve kahramanca işler için yaşanması gerektiğini ileri sürüyorlar.

Locke’çu anlayış, daha fazla zenginlik için, her dalgada sörf yapan, dolandırıcı, tamahkar iş insanlarının dünyayı, benden sonra Nuh Tufanı anlayışıyla, fütursuzca yağmaladığı, kapitalist bir distopya haline getirdi.

Locke’çu sav, nicelik olarak kısıtlı ve sonunun ne zaman ve nasıl olacağı bilinmeyen bir ham maddeler doğa rezervine, kapitalizmin göz kamaştırıcı ışıkları altında yapılan politik bir saldırısını andırıyor.

Birbirine düşmanca konuşlanmış gibi gösterilen bu iki anlayışın [Locke ve Hobbes], yakından bakıldığında aslında, zarar yekûnlü aynı kapitalist defter sayfasının ön ve arka yüzü oldukları anlaşılıyor.

Göründüğü üzere buradan bir neo-burjuva cömertlik kültürü oluşmuyor. Aksine, kundakçı itfaiyeciler olarak adlandırdığım büyük sermaye burjuvazisinin sözde çevre dostu eldivenlerinin sakladığı zehirli tırnaklarının yol açtığı onulmaz yaraları artık herkes biliyor.

Kısacası, kapitalist yozlaşmanın başkentlerinde birçok etik pıhtı bulunduğu için, aşk, matematik, siyaset ve poetika arasında bir kan dolaşımı ne yazık ki gerçekleşmiyor ve böyle bir konjonktürde, yerkürenin çevresinde yaşamın mümkün olduğu sadece birkaç kilometre kalınlığındaki “Gaia” tabakasına yönelik kaygılar haliyle giderek artıyor.

Özetle devrimci dayanışma, sırlarını ve adetlerini tümüyle bilen yoldaşların tam katılımı olmaksızın elden çıkarılmaması gereken bir sermayedir.

Sekiz saatlik işgünün sürdürülmesi için, çalışanların yaşam koşullarının iyileştirilmesi için, mülk sahibi olmayanlara yük olan vergilerin ve askeri harçların kaldırılması için, kapitalist borçların silinmesi için, emperyalizmin ezdiği halkların kurtuluşu için ve dünyada gerçek barışın tesisi için 1 Mayıs’ta genel greve…

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl

Bir Cevap Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.