Günlük tutmak, anıları yaşatmanın en güzel yoludur. Anlar ve anılar yazıya dökülürken kişi, iç dünyasını gözden geçirir; iç sesini dinler ve dünyanın gürültüsünden, anlık da olsa, uzaklaşır. Hayatın getirdiği baskıya bir direniştir günlük — kendi kendine verilen bir mücadele…
Her gün not edilen birkaç satır, bir paragraf, bir günün kaydı; insanın kendini kaybetmemesi için çizdiği bir yol haritası, kendine ait bir pusuladır. Çünkü yazmak, biriktirmektir: duyguları, hatıraları, suskunlukları… Daha sonra geriye dönüp izlenen yolu değerlendirmektir. Ama aynı zamanda, yola çıkarken alınan fazla yükü atmaktır da; her cümlede biraz kendinden vazgeçmek, hafiflemektir.
Günlük, yazanı dönüştürür. Başlarken yalnızca günü anlatmak ister insan; ama her satırda kendi yüzüyle karşılaşır. Bir sabah rüzgârı, bir akşam suskunluğu, bir özlem, bir yarım kalmışlık… Günlük, bir öz muhasebe defteri olabilir mi? “Ne olursa olsun, kendimden vazgeçmeyeceğim; mücadeleye devam.” İşte bu söz, bütün günlüklerin ortak dili, ortak mottosudur.
Diğer taraftan günlükler, iç dünyanın rotasını; “Neredeyim, kimim, neden böyle hissediyorum?” sorularının cevabını içinde saklar.
“The Art of Journaling: How To Start Journaling, Benefits of Journaling, and More” (*) adlı makalede, Fransız bilim insanı ve filozof Michel Foucault şöyle der:
“Günlük tutmak, zaman geçirmek ya da anılarınızı yazmak için yaptığınız basit bir şey değildir; öyle de olabilir ama aslında zeki, güçlü ve bilge insanların yaptıkları işte daha iyi olmalarına yardımcı olan bir stratejidir.
Oscar Wilde, Susan Sontag, W. H. Auden, Kraliçe Victoria, John Quincy Adams, Ralph Waldo Emerson, Henry David Thoreau, Virginia Woolf, Joan Didion, John Steinbeck, Sylvia Plath, Shawn Green, Mary Chestnut, Brian Koppelman, Anaïs Nin, Franz Kafka, Martina Navratilova ve Benjamin Franklin… Hepsi günlük tutanlardan yalnızca birkaçıdır.”
Foucault’nun dediği gibi, onlar ve daha niceleri için günlük tutmak bir “ruhsal mücadele silahı”ydı. İlkelerini uygulamanın, yaratıcı olmanın ve zihni çalkantıdan arındırmanın bir yoluydu. Kim olduklarının bir parçasıydı — hatta onları “kim” yaptığını söylemek yanlış olmaz. Ve evet, sizi de yaptığınız iş ne olursa olsun, o işte daha iyi yapabilir.
Oldukça güzel… Mücadele ediyorsunuz. Mücadele hakkında günlük tutuyorsunuz. Günlüğünüze yazdıklarınızı mücadelenize uyguluyorsunuz. Günlüğünüzü tekrar okuyorsunuz; bu da size, gelecekteki mücadeleleriniz için yeni dersler öğretiyor. Gerçekten erdemli bir döngü.
Mehmet Çoban’ın Bir Yapboz Denemesi adlı kitabında, yıllardır tuttuğu günlükleri bir araya getirdiğini görüyoruz. Yazarken günlük tutmayı bir mücadele biçimi olarak gördüğünü sanmıyorum. Yaptığı işi, kendi ifadesiyle “hayatta yalnız kalma talimatnamesi” ya da “kendi kendisinin manifestosu” olarak görüyor.
Bana göre kitabın kalbi de aynı bölüm: Hayatta Yalnız Kalma Talimatnamesi.
Okuduğu kitaplarda tuttuğu notlar ve yaptığı alıntılar da bu düşünceyi güçlendiriyor. Şüphesiz, günlük tutmak onu da derinleştirmiştir. Foucault’nun dediği gibi, en azından “muhteşem anlatımın arkasında günlük tutmanın yararı olduğu” bir gerçektir.
Onun bir diğer özelliği ise, etkilendiği yazarların yaşadığı ülkelere ve evlere giderek, onların o mekânlarda neler hissettiklerini anlamaya çalışmasıdır. Bu yönü, esere belirgin bir farklılık kazandırıyor.
Örneğin, Urla’da Seferis’in evini, Yunanistan’da Leonard Cohen’in yaz tatillerini geçirdiği evi ziyaret etmekten büyük heyecan duyduğunu günlüklerinden anlıyoruz.
O mekânlarda yazarların sevdiği müziği dinlemek, yazdıkları kitabı okumak — kuşkusuz — ruhuna dinginlik veriyor olmalı.
Özellikle şiirleri, defalarca okunacak “ölümsüz” bölümler oluşturuyor.
Mehmet Çoban’ın günlükleri, sessiz bir tanıklığın izlerini taşır. Onun satırlarında gösteriş değil, dingin bir gözlem vardır. Muhteşem doğa tasvirleri insanın ruhunu dinlendirir. Sanki bir yazarın değil, bir insanın iç konuşması gibidir.
Çoban’ın günlüğü, gürültüsüz bir varoluşun kaydıdır; kelimeleri sessiz, duygusu derindir. Sanki kendi için yazmıştır; başkalarının ne düşüneceği gibi kaygıları olmadan.
Hayatta Yalnız Kalma Talimatnamesi adlı bölümden aldığım alıntı şöyledir:
“Gücün ne ise ona kalkış. Başkalarına güvenerek yola çıkma. Sana gereken sadece cesaret; başla.
İhtiyacın olduğunda da doğru adreslere yönel. ‘Büyük’ projeni hayata geçirmek için işe başladığında ve yardıma ihtiyaç duyduğunda yanlış adrese gitmiştin.
Ve hayal kırıklığı… Ama insan yanlış yapabiliyor ve deneyerek öğreniyor.
Yaşayarak öğrenmek gibisi yoktur. Eğitim hâlâ devam ediyor, sevgili Pessoa!
Yani kendi payıma düşenleri — senin deyişinle — yapmaya çalışıyorum.
Bunu öğrenmek de hayatımın en büyük kazancı oldu.
Yoksa öyle yanlış bir rüyada ağlayıp, mızıldanıp suçu başkalarına — devrimcilerin günah keçisi sisteme — atıp duracaksın.
Her insan kendi payına düşeni yapmalı, kapısının önünü süpürmeli.” (*)
Bir günlüğün en kıymetli yanı, kimseye anlatmak istemediğimiz şeyleri bize anlatmasıdır.
Ve yazarın dediği gibi, herkes kendi “manifesto”sunu yazmalıdır. Kendimizi bulmak bazen bir cümleyle olur — bazen de bir defterin sessizliğiyle.
Kaynakça:
*M. Çoban, Bir Yapboz Denemesi, Klaros Yayınları, s. 148–149.
*https://dailystoic.com/journaling
Bir Cevap Bırakın