Sivil İtaatsizlik Bilinci Üzerine 

Dr. King ve Gandhi sivil itaatsizliğe bu disiplinli yaklaşımı aşılayan öncü figürlerdendir. Nasıl ki ordu eğitim yapar ve stratejilerini sürekli olarak geliştirirse, sivil itaatsizler de hem teorik hem de pratik eğitimden geçmelidir.

Henry David Thoreau, “Sivil İtaatsizlik” adlı metninde, insanları haksız yere hapseden bir devlette, adil insanın yerinin hapishane olduğunu savunur. Bu metinde, bir dava uğruna hapsedilme fikri başta olmak üzere bu konuyla ilgili bir şeyler yazmak istiyorum. Önemli bir meseleyi protesto etmeyi seçenler yüzlerini gizleme ya da tutuklanmaktan kaçma ihtiyacı hissetmemelidir. Birçok insan bugünkü duruşunu doğru bulurken toplumun ileride bunu iş hayatında veya özel hayatta tekrar yüzüne vuracağını düşünerek bu ihtiyatlı duruşu tercih ediyorlar. Ben asla insanlara ne yapmaları gerektiğini veya düşündüğüm şekilde davranmadıkları için yargılayamam, ancak ben bu konuya karşı düşüncemi net bir şekilde ortaya koymak istiyorum.

Eğer protesto ederken yasadışı davranışlarda – örneğin izinsiz yol kapatmak gibi yasadışı eylemlerde- bulunuyorsam sonuçlarına katlanmaya tamamen hazır olmalıyım. Bana göre, özgürlük veya adalet talep ettiğim için beni hapsedecek bir sistemde yaşıyorsam, o zaman bu kaderi pişmanlık duymadan gururla kabul etmeliyim.

Thoreau’nun kendisi de bu inancını, haksız olduğu gerekçesiyle karşı çıktığı Amerikan-Meksika Savaşı sırasında vergi ödemeyi reddettiği için hapse atıldığında göstermiştir. Yaşadığı deneyimi aşağıdaki pasajda anlatmaktadır:

“Altı yıl boyunca hiç kelle vergisi ödemedim. Bu nedenle bir kez, bir geceliğine hapse girdim; bir metre kalınlığındaki taş duvarlara, otuz santim kalınlığındaki o ahşap ve demir kapıya, arasından içeri ışık süzülen o demir parmaklıklara bakıp düşünürken de bana hapse atılacak sadece et, kan, ve kemikten ibaret biri muamelesi yapan o kurumun aptallığına hayret etmekten kendimi alamadım.”  “kendimi bir an bile hapsedilmiş hissetmedim, duvarlar da gözüme büyük bir taş ve harç israfı gibi göründü. Sanki tüm kasabalılar arasında vergisini veren bir tek benmişim gibi geldi.”

 “Kapıyı düşüncelerimin üzerine nasıl da şevkle kapadıklarını, düşünceleriminse hiçbir engelle karşılaşmadan peşlerinden gittiğini, onlar için esas tehlikeli olan şeyin bu düşünceler olduğunu gördükçe kendimi gülümsemekten alamıyordum. Bana ulaşamadıkları için, çareyi çareyi bedenimi cezalandırmakta bulmuşlardı; tıpkı hırlaşamayacakları birinin köpeğine sataşan küçük çocuklar gibi.”

            “dostuyla düşmanını ayırt edemediğini gördüm ve son kalan saygımı da yitirip acıdım ona.”

Bu alıntı ahlaki üstünlük fikrini açıkça ortaya koymaktadır. Sadece bir günlüğüne hapsedileceğinden habersiz olan Thoreau, devletin gücünün tamamen fiziksel olduğunu fark etmiştir. Başka biri onun adına vergisini ödemişti ve hapisten şans eseri çıkmıştı. Devlet onun bedenini hapsedebilirdi ama inançlarına dokunamazdı.

Aynı ilke Suriye gibi yerlerde görüşleri nedeniyle hapsedilenler için de geçerlidir. Gözaltı ve işkence bir insanın fikrini değiştirmez. Bunun yerine, devletin ahlaki ve entelektüel direnişle yüzleşmedeki yetersizliğini ortaya çıkarırlar. Thoreau’nun devletten korkmak yerine ona acımasının nedeni de budur. Aynı durum gündelik hayatta zorba birine karşı haklı olduğunuzu bildiğinizde size gelen o ahlaki üstünlük hissinde de görülebilir. Haklı olduğumu bildiğim için elimi kaldırıp sana vurmayacağım, aynı zamanda da karşımdaki kişi haksız olduğunun bilincinde son çareyi şiddete başvurmakta görecektir. Ben kişisel olarak o dayağı yemeye hazırım ve fiziksel acı dışında hiçbir şey hissetmeyeceğim.

Bir kişi bu ahlaki inanç düzeyine ulaştığında artık geri dönüşü yoktur. Bir kişi haklı olduğuna gerçekten inandığında, sonuçlarına pişmanlık ya da üzüntü duymadan katlanabilir. Bu eşsiz ve tarif edilemez bir duygudur. Üzerimizdeki otorite -devlet- sadece bedenlerimiz üzerinde kontrol sahibidir, zihinlerimiz üzerinde değil.

Bir protesto veya gösteriye katılan her birey bu zihniyeti benimseyebilmelidir. Bu adanmışlık, inanç ve devamlılık gerektirir. Gerçek ilerleme bu düzeyde bir adanmışlık sağlandığında gerçekleşir. ABD’deki Sivil Haklar Hareketi’nden Gandhi’nin Hindistan bağımsızlık hareketine kadar her başarılı sivil itaatsizlik hareketi bu ilke üzerine inşa edilmiştir. Bu düzeyde bir bağlılığa ulaşmak zordur. İnançlarımıza olan bağlılığımız defalarca sınanacaktır ve inançlarımız ne kadar güçlü olursa sonuçlarına katlanmak da o kadar kolay olacaktır.

Filistin’deki soykırıma karşı ABD’de yakın zamanda düzenlenen protestolar bu ilkenin modern örneklerini sunmaktadır. Barış için Yahudi Sesi’nin (JVP) birçok yerde düzenlediği protestolarda katılımcılar tutuklanmaya direnmeyerek sonuçlarına katlanmayı kabul ettiklerini göstermişlerdir. Daha da yakın bir tarihte, Kongre üyesi Al Green, Trump’ın konuşması sırasında Temsilciler Meclisi’nde bir sivil itaatsizlik eylemi gerçekleştirmiştir. Daha sonra, dışarı çıkarılacağının farkında olduğunu ve kendisine eşlik eden memurlara karşı herhangi bir kin ya da nefret beslemediğini ifade etmiştir. Bu olayın ardından Kongre’den aldığı kınama cezasını yine kabul etti. Kendisi zamanında Sivil Haklar Hareketinin bir parçasıydı.

Bu karmaşık bir konu ve ne demek istediğimi açıkça ifade etmek istiyorum. İster demokratik ister demokratik olmayan bir ülkede olsun, her anayasada protesto etmenin her vatandaşın hakkı olduğu yazılıdır. İyi niyetlerle başlayan pek çok protesto kontrolden çıkmış ve yanlış yönlendirilmiştir; bu da haklı bir dava için trajik bir sonuçtur. Benim söylemek istediğim, protesto etmeyi planlayan herkesin güçlü bir entelektüel temele sahip olması gerektiğidir. Davaları hakkında eleştirel düşünmeli, titizlikle plan yapmalı ve etkili bir strateji geliştirmelidirler. Protesto grupları sadece duygularla hareket etmemeli; sürekli eğitim almalı, taktikler geliştirmeli ve olası her senaryo için hazırlık yapmalıdır. Sonuçlarına katlanma fikri sihirli bir şekilde gerçekleşen bir şey değildir; titiz bir hazırlık gerektiren bir süreçtir.

Dr. King ve Gandhi sivil itaatsizliğe bu disiplinli yaklaşımı aşılayan öncü figürlerdendir. Nasıl ki ordu eğitim yapar ve stratejilerini sürekli olarak geliştirirse, sivil itaatsizler de hem teorik hem de pratik eğitimden geçmelidir. Değişim spontane ya da fevri eylemlerle değil, iyi planlanmış, disiplinli hareketlerle gelir. Hepimiz kendimizden başlamalıyız ve Thoreau’nun yazıya başladığı cümlede kastettiği de tam olarak buydu:

“En iyi hükümet en az hükmedendir” şiarını gönülden benimsemiş biriyimdir ve bunun daha hızlı bir şekilde hayata geçirildiğini görmek isterim. Bu şiar, uygulandığında şu noktaya gelir ki buna da inanırım: “En iyi hükümet hiç hükmetmeyendir;” insanlar buna hazır olduğunda işte bu şekilde yönetileceklerdir.”

Bu, basitçe anarşik bir sistemi savunduğu anlamına gelmez; daha ziyade, bireylerin bilgili, sorumlu ve gerektiğinde harekete geçmeye hazır olduğu bir toplum tasavvur etmiştir. Thoreau’nun vizyonu bugün ütopik görünse de, argümanının özü geçerliliğini korumaktadır: otoriteyi aktif olarak sorgulayan ve eylemleri için sorumluluk alan bir toplum adalete bir adım daha yakındır. Dolayısıyla gerçekten bir değişim yapmak istiyorsak Thoreau’un hikayesine benzer onlarca hikayeden biri de biz olabiliriz, her şey bizimle başlar. Kendimizi değiştirebilirsek dünyayı değiştirmeye bir adım daha yakınız demektir.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl

Bir Cevap Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.