Dirimart Dolapdere’nin sessiz salonunda, yüzyılları aşarak bugüne ulaşan Edirnekâri çerçeveler, Sarkis’in parmak izleriyle yeniden hayat buluyor. Ahşabın ince desenlerinde Anadolu estetik hafızasının katmanları saklı; aynalar ise artık yalnızca bir yansıtıcı değil, belleğin sahnesi hâline geliyor.
Sarkis’in sanat yolculuğu, 1960’larda İstanbul’dan Paris’e uzanırken hep aynı soruya tutundu: Zamanın hafızası nasıl korunur, nasıl dönüştürülür? Onun pratiği, resimden vitraylara, neonlardan videoya uzanan geniş bir alanda, geçmişin izlerini bugünün diliyle yeniden kurmaktır. Bu sergide de aynı soruya döner: Bir çerçeve yalnızca dekoratif bir unsur mudur, yoksa zamanın tanığı mıdır?
Eserlerin ardında 1966’da Floransa’daki Santa Croce Bazilikası’nda yaşanan büyük selin hayaleti dolaşır. Cimabue’nin ünlü haçı bu felakette ağır zarar gördüğünde, restoratörler kaybolanı gizlemek yerine görünür kılmayı seçmişti. Noktasal fırça darbeleriyle eksikleri tamamlamış, sel sularının çözdüğü pigmentleri mikroskobik düzeyde ayırıp yeniden yüzeye taşımışlardı. Böylece tahribat da, onarım da tarihin bir parçası hâline gelmişti. Sarkis’in bugünkü çerçeveleri de bu yaklaşımı yineler: kaybı saklamaz, teması görünür kılar.
Sabancı Üniversitesi Nanoteknoloji Merkezi’nde yapılan pigment analizleri ve Cadence Boya iş birliğiyle üretilen özel renkler, çerçeveleri yeni bir solukla buluştururken, Sarkis’in çalışması burada bir başka zamansal hassasiyet kazanır: sanatçı pigmentleri elde ettikten sonra onların “yaşlanmasını” beklemeden, birkaç saat içinde boyaları aynalara uygular. Çünkü bu renkler, henüz taze olduklarında, zamanın müdahalesiyle kaybolmadan önceki en canlı hâllerini taşır. Bu acele, aslında bir telaş değil; anın kırılganlığını, geçiciliğini bilerek harekete geçmenin sanatsal bir kararıdır.
Ve her bir çerçeve, yalnızca bir obje değil, geçmişin bir sesi olarak karşımıza çıkar. Sarkis bu beş tabloya, Edirne’nin 19. ve 20. yüzyıldaki çok kültürlü yaşamından seçilen kadın isimlerini vermiş: Afife, Safiye, Emel, Eleni, Takuhi. Bu isimler, kentin farklı etnik ve dini topluluklarını, yan yana yaşamanın belleğini bugüne taşır. Bir zamanlar Edirne sokaklarında dolaşan kadınların adları, bugün bu aynaların yüzeyinde yankılanır; her biri, kültürel çoğulluğun unutulmuş hatırasına yeniden ses olur.
Tam da burada Sarkis, izleyiciye beklenmedik bir sürpriz hazırlar. Sergi bu kadar sanılırken, Dirimart’ın arka bahçesinde bir konteynırın içine adım atıldığında, İstanbul Modern’deki öykücü, mimar, ressam Cihat Burak’ın “Şairin Ölümü” triptik tablosunu hatırlatır. Nazım Hikmet’in yüzü, vitray camların renkli ışığında yeniden doğar. Yanı başında, Munch’un çığlığını çağrıştıran vitraylar vardır. Bu küçük mekân, beklenmedik bir final perdesi gibidir: bir yanda Türkiye’nin büyük şairi, diğer yanda modern insanın kaygısı. İkisi de camın kırılganlığında, ışığın titrek oyunlarında can bulur.
Sarkis’in sanatı hep böyle işlemiştir: kayıpların, sessiz izlerin, görünmez tanıkların peşinde bir hatırlama pratiği. Edirnekâri Çerçeveli Beş İkona, geçmiş ile bugünü, bireysel iz ile kolektif belleği aynı yüzeyde buluşturan bir hafıza çağrısıdır. Ve serginin sonunda açılan o konteynır, bize bir kez daha hatırlatır ki, her imge yeniden doğabilir; şairin ölümü bile ışığın içinde yeniden hayat bulabilir.
Bir Cevap Bırakın