Bebek’te, gündüzleri ışıltılı denizin, geceleri ise müzik ve sohbetin birbirine karıştığı Küçük Bebek Caddesi’nde yer alan Kiff İstanbul, yalnızca bir restoran/bar değil; şık duvarlarında düzenlenen sergilerle aynı zamanda bir sanat mekânına da dönüşüyor. Bu dönüşümün arkasında, Anna Laudel ve Offgrid gibi galerilerden tanıdığımız küratör Nilay Yerebasmaz var. Yerebasmaz’ın bir süredir Kiff’te düzenlediği pop-up sergiler, sanat ile eğlence dünyasının buluşmasının ne kadar keyifli ve verimli olabileceğini kanıtlıyor.
Bu sergilerden en günceli, sanatçı Seda Boy’un işlerini merkezine alan “Breeding in Darkness” sergisi. Boy’un üretiminde sıkça karşımıza çıkan bellek, algı ve görünmezlik temaları, Kiff’in gece atmosferiyle birleşerek farklı bir yankı buluyor. “Breeding in Darkness”, karanlıkta filizlenen yaratıcı süreçlere, bastırılanın üretkenliğine ve görünmeyenin görünür kılınmasına odaklanıyor.
Seda Boy’un işleriyle Nilay Yerebasmaz’ın küratöryel yaklaşımı birleşince, ortaya yalnızca bir sergi değil; sanat ile gece hayatının kesiştiği özgün bir deneyim çıkıyor. “Breeding in Darkness”, İstanbul’da sanatın sınırlarını mekânsal olarak genişleten güçlü bir pop-up örneği olarak öne çıkıyor.

Seda Boy’un işleri, ilk bakışta sanki birer sessizlik mekânı kurar. Fakat biraz durup baktığınızda, bu sessizliğin aslında çığlıklarla dolu olduğunu fark edersiniz. “Beyaz Körlük” serisi tam da böyle bir çığlık: gözün sınırlarına, görmenin imkânsızlığına dair bembeyaz bir yankı. Işığın fazlası, gözleri kamaştırmaktan öte, görme yetisini kör eden José Saramago’nun romanındaki gibi… Ama burada mesele yalnızca bireysel bir körlük değil; çağın parıltılı ekranlarıyla boğulan kolektif bir görme kaybı.
Boy’un LED ışıklarla kurduğu düzenekler, James Turrell’in dingin ışık hacimlerini hatırlatıyor belki; ama onlarda huzur olan yerde burada bir huzursuzluk var. Göz, bakmaya çalıştıkça kayboluyor. İzleyiciye sorulan soru basit ama ürpertici: Görmek nedir? Ve daha da önemlisi, neyi görmek istemiyoruz?
“Hafıza/Kasetler” serisine geçtiğinizde, birden başka bir zamana savruluyorsunuz. Çocukluğunuzun odasında, sararmış bir çekmecede, unutulmuş kasetlerin arasında geziniyorsunuz sanki. Hafızayı geri çağıran bir nesne gibi dönmeyen bantlar… Seda Boy, bu ölü nesneyi seramiğin kırılganlığıyla buluşturuyor. Böylece ortaya çıkan şey yalnızca bir heykel değil, bellekle kurulan çatallı bir ilişki: hatırlamak istediğimizle unutmak istediğimizin yan yana dizildiği bir alan.

Joseph Cornell’in kutularını düşündürüyor bana. Fakat Seda Boy’un kasetleri, soğuk bir arşivden çok, sıcak bir hatıranın parçası gibi. İşlevini yitirmiş nesne, artık yalnızca duygunun taşıyıcısı. İzleyiciye çaktırmadan şunu soruyor: “Sen hangi anıyı, hangi sesi, hangi yüzü bu bantların içine gizledin?”
Aslında “Körlük” ve “Kasetler” birbirinden ayrı değil. İkisi de kayıp üzerine: biri görme kaybı, diğeri hafıza kaybı. Birinde gözler kamaşıp kapanıyor, ötekinde sesler susuyor. Boy, çağdaş sanatın iki ana damarını (algı ve bellek) kendi kişisel coğrafyasında birleştiriyor.
Ve belki de asıl mesele şurada: Bu iki seri, yalnızca sanat nesnesi değil; bugünün insanına tutulmuş bir aynadır. Görmediğimiz şeyler ve hatırlamadığımız anılar arasında sıkışmış bir varoluş… Seda Boy, bu sıkışmayı görünür kılıyor.
Ve belki de en güzeli, bu pop-up sergilerin yalnızca sanat camiasına değil, koleksiyoner adayı olan insanlara da bir buluşma zemini sunmasıdır. Bir kadeh arasında, bir tesadüfi sohbet içinde başlayan o temaslar, sanatın dolaşımına yeni yollar açabilir. Kim bilir, belki de karanlığın içinden çoğalan sadece eserler değil; yeni dostluklar, yeni koleksiyonlar ve geleceğin görünmez hatıralarıdır.


Bir Cevap Bırakın