Uçağın kapısına ulaştığımda, yüzüme çarpan o sert rüzgârı hatırladım, bir zamanlar beni hasta eden, kemiklerimin arasına kadar giren, içimi titreten eski, unutulmuş bir tanıdık… Yıllar sonra, o rüzgârda bir yakınlık vardı, sanki biri adımı fısıldadı, Cihan diye, yabancı bir şehirden değil, içimden gelen, belki de çocukluğumun derinlerinden yükselen bir sesle…
Bedenin belleği vardır derler hani, kasların, kemiklerin, tenin bir belleği, işte o bellek, Sivas’ın soğuğuyla geri döndü, bir doktor olarak insan bedenini tanırdım, ama kendi bedenimin beni hatırlayabileceğini, o soğukta, o rüzgârda, o eski yaraları yeniden açabileceğini hiç düşünmemiştim.
Uçağın merdivenlerinden inerken, havalimanının etrafındaki tarlalarda, toprağın, gübrenin, karışık kokuların içinden bir çocukluk anısı geçti burnumdan, babamın hasat zamanı söylediği o kısa dua, annemin “Ellerini yıka, sonra sofraya otur,” diyen sesi.
Kalabalığın içinde sallanan bir el, Ayhan, dayı oğlu.
“Ayhan, koca adam olmuşsun yahu, kaç yaşındasın şimdi?”
“Bu aralıkta 33 yaşımı dolduracağım Cihan abla.”
Aradan on yedi yıl geçtiğine göre, son görüştüğümüzde 16 yaşında olduğunu düşündüm; on yedi yıl, bir çocuğun iki kez büyüyebileceği ya da bir kadının sessiz sedasız yaşlanabileceği kadar uzun bir zaman.
“Valizini alayım abla,” dedi, valiz ağır, arabanın bagajına yerleştirdi. Arabaya binerken, motor sesi, rüzgârın uğultusu, yol çizgileri, bir süre kimse konuşmadı, sonra ben sorulması gerekeni sordum.
“Resmi işlemler halledildi mi?”
“Evet abla, cenaze morgda, yarın öğle namazından sonra kaldıracağız.”
Babamın cenazesi sözü, bir cümlede geçip gitti, ama içimde o cümle büyüdü, bir organ gibi genişledi, kalbimin yanına yerleşti, nabzımı değiştirdi, birini kaybetmenin, tıbben açıklanabilir bir şey olduğunu kim söylemişti bana, ben mi söylemiştim birine?
Ölümün fizyolojisini bilmek, yasını hafifletmiyor insanın.
Yol boyunca konuşmalar, evde kimler var, gelmesi beklenen biri var mı, benimse gözüm dışarıda, tanıdık evler, tabelalar, rüzgârın savurduğu poşetler, her şey aynı, ama hiçbir şey o eski yerinde değil.
Eve yaklaştığımızda içimde bir sıkışma değil, bir genişleme hissediyorum, belki de bu kez o boğulma hissini yaşamayacağım, belki sadece geçmişin içine biraz daha usulca dalacağım, belki annemin gölgesini ararken babamın suskunluğuna rastlayacağım, belki de her şeyin sonunda hiçbirini bulamayacağım, bulamayacağım ama o boşluğu seveceğim.
Kapıdan içeri adımımı attığım anda hava değişiveriyor, biri çığlık atıyor, peşinden bir diğeri, susmalarını söylüyorlar, ayıp çünkü!
O tanıdık kapalı mekân havası, içinde yıllardır biriken soluklar, pişen yemeklerin, yakılan duaların, sözlerin kokusu, evin sesi hâlâ aynı, eşyalar bile birbirleriyle fısıldaşıyor gibi, içeriden gelen sesler, taziyeye gelmiş komşuların mırıl mırıl konuşmaları, çay tepsilerinin birbirine çarpan ince sesi, evden ayrılan bir kadının ağzından çıkan, “Mekânı cennet olsun” temennisi, çay tepsilerini taşıyan genç kızlardan biri, sanki gençliğimden bir parça gibi.
Tüm o sesleri duydum ama hiçbirini dinlemedim, bir evi işgal eden şey bazen insanlar değil, geçmişin ta kendisidir, koridorun duvarlarında annemin astığı eski tablolar duruyor, çerçeveler biraz eğilmiş, tozları alınmış ama renkleri solmuş, o çiçekli duvar kâğıdını da hatırladım, çocukken hastalandığımda günlerce o desenlere bakardım, o duvarın içinde kaybolmak isterdim, şimdi de o isteğin aynısı içimde kıpırdıyor.
Yavaş yavaş gidiyor insanlar, “Başın sağ olsun Cihan, Allah sabır versin!” “Siz sağ olun,” diyorum, refleksle, otomatik, sanki başka bir dilde, bir doktor olarak binlerce kez söylenmiş o cümleyi şimdi kendim için duymak, sözcükler, meslekle hayatın birbirine karıştığı bir noktada anlamını kaybediyor, ölüm, ne kadar açıklasan da hep kişisel bir felç, anlamayan bir sinir dokusu gibi.
Ayhan, yiyecek dolu bir tabak uzatıyor, “Abla, bir şeyler ye, sabahtan beri ağzına bir lokma koymadın.” Gülümsüyor, başımı sallıyorum, açlıkla tokluk karışmış, ölümün yanında hepsi aynı şeye dönüyor, bir şeyler yerken aklım birden oğluma gidiyor, üniversite yurdunda, yatağı dağınık, masasında bir sürü boş kahve kutusu, içimden “Onu sevmenin yolu hep endişe etmekten geçiyor,” diyorum, belki de onun umursamazlığı benim gençliğimin yankısı, kendi anneme bu evden çıkarken arkamı dönüp bakmayışım gibi. Bir an, komodinin üzerinde babamın gözlüğüne ilişiyor gözüm. Camı tozlu. Elime alıyorum. Babamın yüzünü değil, sessizliğini hatırlıyorum sonra, bir babanın sessizliği bir annenin sesi kadar belirleyiciymiş, yıllarca onu duymamışım ama o sessizlik cümlelerimin arkasında hep durmuş.
Ev neredeyse boşaldı. Amcam, yengelerim, Ayhan’la karısı, birkaç yakın akraba. “Ben yol yorgunuyum, izin verirseniz, yatmak istiyorum,” diyorum. Yatağa uzandığımda, dışarıdan hafif bir uğultu, sokak lambasının sarı ışığı perdenin üzerine düşüyor, uykuyla uyanıklık arası kendimi yıllar öncesine kaymış buluyorum, mekân, zamanın içinde değil, zaman, mekânda donmuş kalmış. Gözlerimin önünde mutfak, annemin mekânı. Çaydanlık, tencereler, tabaklar, masa örtüsü… “Soğanı kısık ateşte az kavur kızım, acısı kalır.” Her şey yerinde ama annem yok! Fakat elleri var: Bir kadın öldüğünde, elleri kalır! Soğuk bir şey dokunuyor sanki parmaklarıma, belki bir anı, belki yine rüzgâr, sonra babamın sesi uzak bir yerden, “Yarın erken kalk, camiye gidilecek.” Yarın babamın cenazesi kalkacak, ama içimden bir ses başka bir dille fısıldıyor, “Bir baba gitmez, sadece yer değiştirir.” Usulca kapatıyorum gözlerimi.
Bir ses, uykumla uyanıklığımın arasına girdi, ne olduğu belirsiz ama uyandırdı beni. Bir an nerede olduğumu unuttum, sonra hatırladım, babam ölmüştü ve ben doğduğum, annemin ve babamın öldüğü şehirdeydim, bazen bir gerçeği hatırlamak bile zaman alıyor, çünkü o gerçekliğin içinde kendisine sığınacak bir yer bulamıyor insan.
Kalkıyorum, pencereyi aralıyorum, daha hava aydınlanmamış, dışarıda ince bir sis, boş sokaklar, havanın içinde yanık odun kokusu, Sivas’ın sabahı, yıllar sonra yine insanın iliklerine kadar işleyen o soğuk, ama bu kez direnmedim, o soğukta bir sükûnet vardı, belki ölümün belki kabullenişin diliydi bu.
Elimi yüzümü yıkarken aynada gözlerime baktım, yorgunlukla alışkanlık birbirine karışmıştı orada, yüzüm anneme benzemiş, yıllar geçtikçe kadınlar annelerine döner derler, ama kimse o dönüşün sessiz, yavaş ve kaçınılmaz bir biçimde olduğunu söylemez, içimde bir yerde onun sesiyle kendi sesim çakıştı, “Saçlarını ıslak bırakma kızım, sabah soğuğunu yeme,” o an aynadaki buğuyu sildim ama cümlesi kaldı.
Ev sessizdi, gece kalanlar kanepede, divanda, koltuklarda sızmışlardı. Sabah ezanı okunmaya başladı, herkes yavaş uzandığı yerden doğrulmaya başladı. Ayhan kalktı, yanındaki karısını dürttü, sonra bana döndü: “Uyandın mı abla,” başımı salladım, bazen sözler gereksizdir. “Cami yakın abla” diyor Ayhan, “yürüyerek gideriz.”
Caminin avlusuna vardığımızda hava hâlâ soğuk, morgun kapısında beklerken amcamın sesi, biraz tedirgin ama alışıldık tonuyla, sanki yerine getirilmesi gereken tıbbi bir prosedür gibi, “Yıkama bitince çağırırım seni,” diyor. İçeriden gelen su seslerini duyuyorum, bir bedenden ayrılan suyun sesi. Sonra biri “Görmek ister misin,” diyor, bir anlık tereddüt, sonra olur diyorum, önce gasilhanenin kapısının aralığından bakıyorum, babam beyaz bir örtünün altında sanki yıllardır süren bir yorgunluktan nihayet kurtulmuş gibi. Yaklaşıyorum, yüzü bildiğimden daha sakin, ölüm bazen yaşarken asla sahip olamadığımız bir huzuru verir insana, elimi uzatıyorum, yüzüne dokunuyorum, ölüm soğutur, sertleştirir teni ama bu sanki yumuşak, sanki bir boşluk gibi, tıpkı ameliyathanede hayati bir organın çıkarılmasından sonra geride kalan o boşluk gibi… Bir doktorun eli ne çok ölü bedene dokunmuştur ama hiçbirine babasının ölü teni kadar yabancı değildir.
Cenaze namazı, dualar, omuzlarda taşınan tabut, kalbim, adımların ritmiyle aynı anda atıyor. Toprak ıslak koyu ağır, kürek sesleri birbirini izliyor, bir ara gözüm lisedeki ilk aşkıma ilişiyor, uzakta duruyor, elleri paltosunun cebinde, saçları ağarmış, yüzü çökmüş ama bakışı aynı, göz göze geliyoruz ama ne selam veriyoruz birbirimize ne de bir gülümseme, bazı karşılaşmalar suskunluklarla yaşanır.
Defin bittiğinde herkes taziyelerini sunarak yavaş yavaş dağılıyor, ben kalıyorum, yanımda Ayhan’la. Bir tahtanın üzerine yazılmış bir isim, bir doğum ve ölüm tarihi, rüzgâr esiyor, soğuk değil de başka tür bir serinlikte, sanki babamın nefesinin son kalıntısı gibi, birden çocukken dinlediğim o eski cümle geliyor aklıma, “Toprak insanı saklar unutturmaz.”
Eve döndüğümüzde neredeyse hava kararmış, kapının önünde babamın bir çift ayakkabısı, kalabalık yine toplanmış, tüm evi, un helvasının kokusu kaplamış. Bir süre sonra amcam bir imamla geliyor. İmam Kur’an okumaya başlıyor. Hava kararıyor. Balkona çıkıyorum, gökyüzü, karanlık, yıldızlar pırıl pırıl, ah Sivas’ın gökyüzü… İçimde bir dinginlik, eksilmeyi kabul eden bir dinginlik, bir parçam orada o soğuk toprağın altında kalmış belki ama o parça zaten bana ait olmaktan çıkmış artık, geriye sadece bir sessizlik kalmış.
Ertesi sabah valizimi toplarken aynaya bakıyorum. Yüzümde, yurtdışında görevli olduğum için katılamadığım ve on yedi yıl önce, annemin ölümünden ancak on ay sonra gelebildiğimde baktığım aynada gördüğüm o sert ve hoşnutsuz ifade yok artık, yumuşamış, kabullenmiş bir yüz. O zaman, boğulduğumu düşünerek ertesi gün, gerisin geri kaçmıştım İzmir’e. Belki boğulmak değil de her şeye rağmen soluk alabilmeyi başarmaktı mesele, bir parçamı sonsuza dek burada bırakabilmek için dönmüştüm bu kez, Sivas’ın soğuğu hâlâ kemiklerime işliyordu ama artık üşümüyordum.
Resim: Andrew Wyeth


Bir Cevap Bırakın