Şerif Gören’in Ardından

Şerif Gören, bir dizi tesadüf sonucu erken yaşlarda bulaştığı Yeşilçam’ın -yolu Yılmaz Güney’le kesişinceye kadar- hemen her biriminde çalışır. “Canlı Hedef”teki yönetmen yardımcılığının ardından yaklaşık 10 yıl boyunca Çirkin Kral’ın izinde yürüyecektir.

Filmografideki ilk önemli kırılma kuşkusuz Yılmaz Güney’in Yumurtalık hadisesi sonucu tamamlayamadığı “Endişe”yi Gören’e devretmesi sonucu yaşanır. Kan davası, başlık parası ve sömürüyü başarıyla ele alan Güney’in senaryosunu kusursuzca perdeye aktaran yönetmen, staj evresini geride bırakmış, dönemin politik koşullarında, “sosyal içerikli filmler”e yönelen Yeşilçam’ın aranan yönetmenleri arasına girmiştir.

Doğa, Sınıf ve İnsan

İlginçtir; birbiri ardına çekilen “Köprü”, “Deprem”, “Nehir” gibi filmler, Hollywood’un 70’lerin derin ideolojik çelişkilerinin tam ortasında duran Peckinpah, Herzog ya da Boorman filmleriyle görsel bakımdan akrabalık içerir. Kanımca Gören’in ustalığını pekiştiren üretimlerdir bunlar. Saydığım yapımlarda şiddet kaçınılmazdır; kimi zaman insanın en derinlerinde, kimi zaman da içinde olunan koşulların sonucunda ortaya çıkmak için fırsat bekler; 68 rüyasının antitezini sunmaları bakımından sağ / faşizan bir eğilimi temsil ederler. Gören’in üçlemesi ise çatışma noktasını yalnızca doğanın acımasız koşullarından değil -biraz zorlama bir yorum da olsa- sınıfsal çelişkilerden de alarak ilerici bir noktaya konumlanır.

Devrimci Arabesk

70’lerin ikinci yarısında, 12 Eylül’e doğru koşturan politik ve seyircinin salonlara eskisi kadar rağbet etmediği bir ülke fonunda ıskalanmaması gereken bir filmografisi vardı Şerif Gören’in. Kimi üretimleri, yeterince irdelenmemiş Orhan Gencebay filmleri furyasına önemli bir halka olarak eklemlenir. “Aydınların” dudak büktüğü, devletin ise TRT kapılarını kapadığı bir dönemin en popüler figürü olan Gencebay, Gören filmlerinde bir yanıyla da muhalif bir figür olarak karşımıza çıkar; hatta parka dahi giyer. “Derdim Dünyadan Büyük”, “Aşkı Ben mi Yarattım”, “Kır Gönlünün Zincirini”, “Feryada Gücüm Yok” gibi yapımların esas oğlanı, kimi zaman bir “halk sanatçısı” olarak gazino programlarına çımayı reddedecek, kimi zaman kan davasına çözüm arayacak, kimi zaman da gecekondu yıkımlarının karşısına dikilecektir. (Benzer bir eğilim, dönemin en bilinen protest / sol müzisyenlerinden Rahmi Saltuk’un son derece başarısız bir performans sergilediği “Almanya Acı Vatan”da da karşımıza çıkar. Saltuk’un, hayattaki temsiliyetinin tersine bir rol üstlendiği yapımın direnen kahramanı Hülya Koçyiğit olacaktır.)

“Yol”un Yönetmeni

Zeki Ökten, Şerif Gören ya da Erden Kıral gibi Güney ekolünün sonraki temsilcileri olarak adlandırılan yönetmenlerin Yılmaz Güney’le ilişkisi, sinema yazınımızda yeterince irdelenmeyen bir başka konu başlığını oluşturur. Kıral dışındaki isimlerin anılarını yazmamalarının da esrar perdesini büyüttüğü konu; sözgelimi “Yol” filminde de karşımıza çıkar. Yapım süreci nasıl işlerse işlesin, filmin yönetmeni Şerif Gören’dir. Ayrıca Tarık Akan’ın ve Nihat Behram’ın anlatıları ekseninde, sanatçıya özgür bir alan bırakılmış ve senaryonun ilk halinin filme çekilemeyeceğini savunan Gören’in itirazı kabul edilmiştir. Buna karşın Cannes’daki ödül ve sonrasında takınılan tutumun Gören’e haksızlık olduğunun altını çizelim. “Yol”, ülkenin en zorlu zamanlarında kolektif bir bilinçle hayata geçirilmiş gerçek bir sinema klasiğidir.

80’den Sonra

Halkaya Yavuz Özkan’ı da ekleyerek, yukarıda adlarını andığımız isimlerin 12 Eylül sonrasındaki filmografilerine bakıp bütün maharetin Güney’de olduğu iddiasında bulunmak da sübjektif bir yorumdur. Gören’in bu dönemde ürettiği “Herhangi Bir Kadın”, her ne kadar Atıf Yılmaz ve Müjde Ar işbirliğinden doğan kimi “kadın filmleri” kadar anılmasa da düzeyli bir yapımdır. Merkezinde 12 Eylül işkencelerinin ve “aydın kırılmasının” bulunduğu “Sen Türkülerini Söyle”, Erksan’ın ilk filminin ağırlığı altında ezilemeyen “Yılanların Öcü”, yaşanan toplumsal değişimi özgün bir bakışla ortaya koyan “Beyoğlu’nun Arka Yakası” gibi üretimler, sinemanın can çelişmekte olduğu yılların kayda değer örnekleri olarak karşımız çıkar. Benzer şeyler, bir parça Ertem Eğilmez’in “Arabesk”inin izinde, biraz da ZAZ komedilerini takip eden “Amerikalı” ya da uzun yıllar sonra gelen “Ay Büyürken Uyuyamam” için söylenemez kuşkusuz.

Son Anlatıcılardan

Önceden de belirttiğim gibi anılarını kaleme almaması, kuşağının pek çok yönetmeni gibi büyük bir boşluk doldurmuştur. Son on beş yıl içinde sayısız kez bir araya geldiğim, Antalya günlerinin bir bölümüne eşlik etme şansı yakaladığım; hatta kendisine bir Nehir Söyleşi kitabı da önerdiğim Şerif Abi’nin sektöre, sinemaya ve bir bütün olarak Yılmaz Güney’e bakış açısı muamma olarak kalmıştır. Buna karşın, tam da çok şeye temas ediyormuş gibi görünen; ancak ne söylediği meçhul olan “festival” ya da “sanat” sinemasının hemen öncesinde yaygın üretimine son vermesinden dolayı, sinemamızın son önemli “anlatıcılarından” biri olduğunu söyleyebilirim.

Bakmayın siz, Ekşi Sözlük’te adına yalnızca iki-üç entry girilmiş olduğuna: Gencebay’ın, nedense bana “Maden”in finalini anımsatan gecekondu eylemindeki duruşuyla, Erkan Yücel’in o eşsiz kompozisyonuyla, Seyit Ali’nin (Tarık Akan) gözyaşında ve hapisten henüz çıkan Hayri’nin (Kadir İnanır) bir zamanlar yurda sokulması yasak olan Marlboro’nun afişinin önünden kederle geçişinde yaşayacak. Elbette Arif Sağ’ın “İnsan Olmaya Geldim”iyle ve Çağdaş Türkü’nün, Ahmet Erhan’ın dizelerine yaslanarak bestelediği “Kenar Mahallede Bir Pazar Günü” şarkısıyla da…

 

 

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl

Bir Cevap Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.