100 Yaşında Gerçeküstücü Hafızaya Minör Bir Katkı: S.ET/Sürrealist Eylem Türkiye Mülakatı

Nurhan Avcı’nın 10.06.2015 tarihinde Sürrealist Eylem Grubuna yönelik Rafet Arslan ile yaptığı mülakatı Gerçeküstücü Manifesto’nun yayınlanmasının 100 yılında, küre çapında yapılan etkinlikler ve araştırmalara bir katkı olarak yayınlıyoruz.

S.E.T Nedir?

Sürrealist Eylem Türkiye, 2005 yılında tohumları atılmış 2013 yılına dek aktif var oluşunu sürdürmüş ülkenin ilk Gerçeküstücü oluşumudur. S.E.T 2012 yılında kendini Periferi Kolektif’e dönüştürmüş ve pandemi öncesine dek faaliyetlerine devam etmiştir.

S.E.T sürrealizmi 21. Yüzyılın yeni algı, teknik ve biçimleri üzerinden yeniden düşünme ve eyleme geçirme kaygısı ile kurulmuştur. İnternet ağından fanzin üretimlerine, sergilerden performanslara, festivallerden sokak hareketlerine geniş bir alanda varolmuştur.

Kuruluşundan az zaman sonra uluslararası sürrealist gruplar ile iletişim, dayanışma ve pratiklerde bulunmuş; Londra, Prag, Atina, Montevideo gibi kentlerde etkinliklere davet edilmiştir. 21 yüzyılın ilk sürrealist antolojisi Hydrolith’in iki sayısı için katkılar yanında Londra merkezli uluslararası Sürrealist dergi Patricide içinde de grubun aktif katılımı gerçekleşmiştir.

Sürrealist Eylem grubunun ülke içinde en etkili işi uluslararası YIKIM 2011 sergi ve kampanya süreci olmuştur.

N.A: Rafet Arslan, siz, “Sürrealist Eylem Türkiye” platformuna öncelik eden kişisiniz. Sürrealist Eylem Türkiye internet blogunu incelediğimde sizin bütünsel bir aktivizm anlayışı ile ortaya koymuş olduğunuz tüm çalışmaların belgeliği niteliğinde bir blog ile karşılaştım. Türkiye’de Sürrealizm adına blogdan önce nasıl bir oluşum vardı ve 2012 den sonra nasıl bir duruma evrildiğini dinlemek isteriz.

R.A: Sürrealist Eylem Türkiye oluşumu 2004 tarihidir. Blog olarak hayata geçmesi 2007’dir. 2004 ve 2007 arası daha çok fanzinler çıkmıştı. 2005 sonbaharında Düzensiz’in ilk sayısı çıktı. Derdi Sürrealizm’in güncel ve bu topraklarda nasıl oluştuğuna tanık olmak ve sokak ile etkileşimi sağlamaktı. Bin dokuz yüz yirmili ve otuzlu yıllarda icra edilen yöntemleri alıp tekrardan yapmaktan çok, ortaya koyulan ve hâlâ engellenemez bir şekilde gerçeklik düzlemini kıran bazı olgular; otomatizm, üretimde çocuklara, delilere ve profesyonel olmayanlara verilen yer ve Sürrealist kent ve sokak algısı.

Sürrealizmin bir hareket olarak ortaya çıkan ve onun var olmasına sebep olan geçmişle, merkezi sürrealizmin sonrasında oluşan ikinci dünya savaşında sonrasında varolan akımların tek bir düzlemde yeniden tanımlama çabası yani. Sürrealist Eylem Türkiye çabası yerelde ve küreye uyarlanabilecek pratik eylemlilikler- gerçeküstücü eylemlilikler- kurgularken aynı zamanda bu işin teorik kısmına dair, belki işte grubun her üyesi her an bununla ilgilenmedi ama zaman zaman grubun içinde ve yakınında olan insanlar bu teorik mevzuat üzerine de kafa patlattı.

Sürrealizm bir akıma mal edilemeyecek kadar geniş ve günümüzde de biçim değiştirerek varlık göstermeye devam ediyor. Bunu Breton’un Sürrealizmi’ni küçümseme olarak kesinlikle algılamayın. Literatür adına bunun olması gerekiyordu. Zaten bu yapıyı kendileri de bir deneyim olarak görüyordu. Bir yerde deneyimi sonlandırmak da Sürrealizm’in kendiliğinden ilerlemesine farklı bireysel ve kolektif yapıların kendiliğinden oluşmasına yol açtığını görmekteyiz. 21. yüzyılda, bu Gregoryen’e göre, onu da özellikle belirtmek isterim, Sürrealizm’in zaman kavramını bunun dışında tutarak. Bu yüzyıl en çok Sürrealizm sorgulamalarının yapıldığı bir yüzyıl. Siz bu durumu Gregoryen’e göre nasıl değerlendiriyorsunuz?

Gerçeküstücü galaksi diye özetlenebilecek bir yapı, yani ilk ifadesi Simya Sanatı belki. Nedir? Hermes’in Zümrüt Tableti’yle insanın düş kurma tarihiyle başlayan bir evren olduğu ve bu sürecin sadece merkezi Sürrealist grubun 1924 deki ilk manifestoyla ikinci dünya savaşı ya da ana grubun dağılışı 1969’a kadar sınırlandırılmayacağı. Çünkü Sürrealizm öncülü hareketler; Dada, Almanya/Fransız Romantizmi gibi kaynaklar nasıl sürrealizmin içinde hâlâ yaşayan damarlarsa, onun devamında oluşan, ondan etkilenerek oluşan çocuklar vardı. Hatta başka gezegenler, uydular, hatta gök sistemleri var. Nedir bunlar; Letterisler, nedir bunlar; Devrimci Sürrealist Grup, nedir bunlar; Georges Bataille’in kurmaya çalıştığı oluşumlar, Sitüasyonist enternasyonal, KoBrA, Hayal Gücü için Bauhaus; dolaylı olarak etkilediği hareketler performans sanatından Kavramsal Sanat’a, Fluxus’tan Body Art’a kadar çok geniş bir galaksi.

Benim buna buradan bakma şansım varken buradan bakmama basiretsizliğine düşemezdim. Neden düşemezdim; bunlar yaşanmış, 1950’de yaşayan bir insan 1950’nin mantalitesi ile bir Gerçeküstücülük yorumu yapabilirdi ama biz yirmi birinci yüzyılın insanları olarak yirminci yüzyıla ait bir vaka gibi görünen sürrealizmi yirmi birinci yüzyılda yaşayan canlı öğelerini ortaya koymaya çalıştık.

Bunu yaparken de doğal olarak sürrealizmin merkez dönemine odaklanmak yerine daha kaçış çizgilerine, önünde ve arkasında döngüsel bir zaman gerçekliği içinde bakmaya çalıştık. Benden önce zaten başlamış bu. 1940’ların sonlarında ilk İngiliz Pop sanatçıları,  Richard Hamilton, Eduardo Luigi Paolozzi’nin içinde olduğu sanat grupları zaten “bilim kurgu” imgesi üzerine güncel bir Sürrealizm oluşturdular. İşte bu bir kanal oluşturdu ve bunun edebi karşılığı çıktı, en basiti James Graham Ballard’ın “yeni dalga” bilim kurgu içerisinde oluşturduğu uzay estetiği buna örnektir. Zaten “asıl yabancı gezegen dünya’dır, alien, insanın bilinçaltında gizlidir” felsefesi ile yaklaşıldığında ikinci dünya savaşı sonrasında teknoloji ve tüketim ile birleşen Yeni Dünya mantalitesine uygun bir sürrealizm tarifi yapmıştı Ballard. Bunun peşinden de yetmişli yıllarla birlikte seksenlerde esas patlayarak yeni romantikler, cyberpunklar gelmiştir. Ben şimdi sürrealizme bakarken sadece Chirico’dan, Picasso’dan falan bahsedersem iki binli yılların Türkiyesi’nde çok eskimiş, yıllanmış kodlardan bahsetmiş olurum. Biz mesela batı da bile çok akla gelmemiş, unutulmuş kaynakları gündeme getirmeye çalıştık. Sürrealist Eylem, Yıkım 2011 sergisi etkinlikleri kapsamında “Set Bülten” yayınlandı. Set Bülten’de Brasai’nin, 37 tarihli “mağara duvarlarından fabrika duvarlarına” manifestosunu bastık. Çünkü zaten yaşayan sanatın grafiti ile şiirin sokağa dökülme halleriyle, Sürrealizm’e baktığımızda 1930 yıllara dayanıyor. Oradaki deneyimi Kadıköy Sokak Sanatı’yla beraber okumaya çalıştık.

Sizin İzmir-Kadıköy arasında gidip gelen bir yol hikâyeniz var. Ziggurat Terbiyecisi’nde bununla ilgili satır aralarında yakaladığım bazı detaylar var. Avrupa’da 70’lerin sonunda ortaya çıkan 90’larda ise Türkiye’de yavaş yavaş görülmeye başlayan Underground Kültür oluşumunda payınızın olduğunu biliyoruz. Bu oluşumu yol serüveniniz üzerinden değerlendirebilir misiniz?

Şöyle açıklayayım kendimden daha az bahsetmiş olmak adına, 2007’e kadar Kadıköy’e gelip gittim hep. Öncesinde bu sürecin yaratıları var; fanzinler anlamında Mondo Trasho var, karşı kültür’ün performans ayağında Zen grubu var, 6:45’in fanzinleri sürekli destekleyen tavrı vardı. 90’ların alt kültür ortamının canlılığı ile tüm avangart etkileşimi, karşı kültür akımlarını ilk defa doyasıya Türkiye’ye getirdi bu oluşumlar. Benim kendi adıma Sürrealizm ile bilinçli ilk temasım 1988’de Nisan Yayınları ile oldu. Dali ile Bunuel’in Endülüs Köpeği’nin senaryosunu basmışlardı. 16 yaşındaydım daha önce ansiklopedilerden bildiğim ve beni iştahlandıran ilk kaynaktı o. Öyle bir film olduğunu biliyorsunuz fakat ortada öyle bir film yok. 80’lerde kalkıp Avangart filmleri ha deyince izleyebileceğiniz YouTube yok tabi. Daha entelektüel veri bankaları yoktu, biz bir şeyleri not alırdık sonra peşine düşerdik. Yıllar sonra ucundan bir şeyler yakarlarsak mutlu olurduk. Öyle bir realiteydi bizimki.

İstanbul merkezli 90’larda başlayan hareket hepimizi etkiledi. Velâkin Türkiye de ilk Sürrealizm üzerine bireysel sanat icra etmeye başlayan Tan var. 9 Eylül’de okudu o da. O da sonradan İstanbul’a gelenlerdendir. Dediğim gibi sürekli bir irtibat halindeydim fakat fiili olarak 2007’den sonra tam anlamıyla İstanbul’daydım. Sürrealist Eylem’in harekete geçmesi noktasında da daha çok İzmir’de Düzensiz Fanzin’i oluşturan ivme vardı, orda da İstanbul’daki alternatif sanat anlayışlarındaki arkadaşlarla daha çok sokak sanatçıları ile irtibata geçmemiz bizi motive etti. Cins ile o dönem tanıştık. Uzun vadede olmasa da kısa dönemli işler yaptığımız arkadaşlar oldu. Bora Akıncıtürk o dönem 99 KÇ’yi çıkaran, şimdi Löpçük’ü çıkaran Erman Akçay.

Sanırım bu noktada tüm bu oluşumlar doğrultusunda kolektif anlamda bir Sürrealizm anlayışı oluşmaya başladı?

Türkiye’de kültür hayatının çöl atmosferi, loşluğu, boşluğu, yozluğu diyebileceğimiz şeyler sanat tarihi diye bir şey var, yok esasında, eleştiri diye bir şeyden bahsediliyor, yok esasında, bunların kaydını tutan insanlar olmadığı için bir yerden sonra mecbur insanlar kendileri tutmaya başladı. Deneyim kuşaktan kuşağa aktarılması gereken bir şeydir. Bu biraz böyledir ve akımlar birbirini böyle tetikler.

Sürrealizm sadece bir resim akımı olarak görülürse sen sadece resim geleneğinden gelmiş birilerini, sadece yazılı birkaç metin üzerinde Sürrealist ilan edersen olmaz. Biraz kolaj, biraz ready-made, biraz da Duchamp geleneği varsa işte bu Sürrealist oluyor. Bu işler böyle cahilce yapılacak işler değil. Artaud’nun dediği gibi Sürrealizm’in zihinsel bir durum olduğunu kabul edersen, burada yapılan bir işin tinsel bir faaliyet olduğunu kabul edersen, bu alana sadece plastik bir etki olarak bakamazsın. Bakarsın öyle bir sanat tarihi yazarsın, bunun da dünyanın hiçbir yerinde geçerliliği olmaz. Buradaki vasat ortamda körler sağırlar birbirini ağırlar, bu da böyle devam eder.

O yüzden Türkiye’de Sürrealizm’in ya da başka bir avangart akımın varlığından bahsedeceksek bunun aranacağı yerler ne yazık ki tezler olamayacak çünkü orda çok kısır kalmış, esasında hiçbir geçerliliği olmamış kanonun kendi kendini çürütmeme çabasından başka bir şey bulamazsın. Türkiye’de “ben sürrealistim” diye ortaya çıkan sanatçı yok ki onu sanat tarihine yazasınız.  En yakını Fransız Sürrealizmi ile başta ilişki kurmuş ve sonra kendi arture ekolünü oluşturmuş Yüksel Arslan’dır. Onun izi daha çok edebiyattadır; Alemdağ’da Bir Yılan, Perçemli Sokak ve İkinci Yeni şiirinde. Oturup bakabilirsiniz, okuyabilirsiniz, bu sadece imge üzerinden okuma olur ama Sürrealizm’i o zaman plastik bir öğeye indirmiş olursunuz ama Duchamp’ın oradaki ilk itirazı retinal olana karşı savaş açmaktı. Eğer Sürrealizmin izlerini arayacaksanız biz bunu bloglarımızda, fanzinlerimizde yazdık, oraya bakacaksınız. Uzak doğu Türk gelenekleri ile başlanabilir, şaman gelenekler Tepegöz, Üstat Mehmet Siyahkalemin cinleri, bunun yanında işin felsefi kısmında büyük Türk ütopyacıları Şeh Bedrettin, onun kurduğu metafizik altyapı Bizans ve Osmanlı simyacıları, gezici halk ozanlarının yarattığı manilerdeki gerçeküstücü unsurlar, bunları sokak şarkılarına tekerlemelerine yansımaları, 80’li yıllarda Gergedan Dergisi’nde Enis Batur’un editörü olduğu Gerçeküstücülük sayısı yapıldı. O zaman İkinci Yeni şairlerinden Cemal Süreya’ya diyorlar Türkiye’deki Gerçeküstücülük’le ilgili bir yazı yaz, o da yazmış. “Türkiye’deki Gerçeküstücülük diye bir şeyi arayacaksanız folklorik kaynaklarda arayına” getiriyor lafı ama sanat alanında dar bakmayıp gerçeküstücülük kadar geniş bakarsanız ne çıkar ortaya, edebiyattaki Gerçeküstücülük çıkar, o da ressamın imgesini çok etkilemiştir. Sait Faik’in “Alemdağ’da Var Bir Yılan”ı, Ece Ayhan’ın, İlhan Berk’in bazı kitapları Oktay Rıfat’ın “Perşembe Sokağı” gibi. Biz böyle ruhlarla yola çıktık.

Dediğim gibi biz öyle çok tarihçi yanla yaklaşmadık, popüler kültürle barışmıştık, eleştirel bir anlamda barışmaktan bahsediyorum çünkü bunu zaten dediğim gibi 40’lı yılların sonunda İngiliz Pop Sanatçıları güncel bir Gerçeküstücü söylem oluştururken yapmışlardı. Modern teknik ve onun gündelik hayata soktuğu Bilim Kurgu Felsefesi dışında Gerçeküstücülük’ten bahsetmiyor ki, çok zordu. Gerçeküstücüler’in en kıymet verdiği öncülerden Lautrêamont, Maldoror’un Şarkıları diye kitap yazdı. Namı diyar Lautrêamont tabii kendine bu takma ismi vermiş, bu adam ne demiş: “şiir herkesçe yazılmalıdır”. Bu Gerçeküstücülüğün en büyük manifestolarından biridir. Diğer bir manifestoya yine Lautrêamont imza atmış, o da ameliyat masasında dikiş makinası ile şemsiyenin bir araya gelişi ile ilgili. Şiirin herkesçe yazılabileceği bir dünya aynı zamanda bir ütopyadır aslında. Lautrêamont örneğinde olduğu gibi Gerçeküstücü imgenin oku hep ileriye doğrudur, geleceğe doğru çekilmiştir. 70’li yıllarla birlikte ilk defa bilgisayarın masalara konabileceğini dair bir evrim başlıyor. Bununla birlikte mini orgların taşınabilir hale gelmesi, bununla paralel DJ kültürünün ortaya çıkması gibi.

 

Sizin müzik ve ses konusunda da çalışmalarınız olduğunu biliyoruz. Bu deneyimler de dâhil bütünü ele aldığımızda ortaya duyular bağlamında, çoklu anlatım üzerinden giden bir yapı ve farklı alanların birbirleri ile iç içe geçtiğini görebiliyoruz. Genel konjonktürde bu durumu nasıl değerlendirirsiniz?

 

Müzisyen değilim. Müzisyen arkadaşlarımla çalıştığım bir grubun içindeyim. Nota bazlı bir şey yapmıyorum, daha deneyci, gürültüye yakın dediğimiz şeyler var. Robotik Hayaller projesi öncesinde Duygusal Provokasyon diye bir çalışmamız vardı. Ben DJ kültürüyle onun yarattığı olanakları çok önemsiyorum. Bugünkü dünyada gelinen nokta nedir; producer. Producer ne yapar? Dünyaya sonsuza açık ses bankalarını alır, bu veri üzerinden kendi yeni müziğini yapar ve insanlığa hediye eder. Bu nedir Lautrêamont’un şiir herkesçe yazılmalıdır sözünün en güncel karşılıklarıdır. O noktada bizim yapmaya çalıştıklarımız doğal olarak alttan bir ritimle geldi. Bir ucu DJ kültürünün Jamaika’daki çıkışıydı, sanatın sokağa çıkma hallerinden biri. Kamyonun arkasına kolonları koyma ve DJ’in kamyonun üzerinde çalma hâli, müziğin sokakta olma durumunun bir versiyonu…

Burada bakıyoruz DJ kültüründen bugüne kadar şiir herkesçe yazılmalıdır sözüne karşılık 21. Yüzyıla ait bir insan tipi de koyuyor ortaya. Biz bu alttan Dub ritmini aldık, bir de Punk vardı, Dub ile Punk yan yana geldiğinde çıkan ritim doğal olarak bizi etkiledi. Biz bu popüler kültürün bazı unsurlarını var olan topluma yönelik daha yeni ileri bir toplumun öğeleri olarak görüp hiçbir rahatsızlık duymadan sahip çıktık. Bahsettiğim gibi DJ kültürü ya da o müzikle Punk’ın ya da Dub’ın, alt kültürel anlamda geliştirdiği kültürler… Sonra baktık ki bizim bu içgüdüsel olarak kurduğumuz bağlar bir yerde çoktan kurulmuş, adamın biri “Ruj Lekesi” diye bir kitap yazmış orda Sitüasyonistler’le Punk’ın ilişkisini çoktan teorize etmiş.

 

Sol LeWitt 60’larda “Kavramsal bir sanat eseri ancak fikir iyiyse iyidir” gibi bir söz etmiştir. Joseph Kosuth da “Art After Philisophy” adlı kitabında şöyle demektedir: “Duchamp`tan sonra doğası gereği yapılan her türlü sanat Kavramsal Sanat’tır. Çünkü sanat sadece kavramsal olarak var olur.” Türkiye’de bu “Kavram” algısı ile ilgili üretilen çalışmalar Güncel Sanat adı altında yapılan çalışmaların temelini oluşturmaktadır. Bu noktada “Kavram” algısında bir sorun olduğunu düşünüyor musunuz?

 

Ben en çok şuna şaşırdım: 2007 de İstanbul’da yaşamaya başladıktan sonra çağdaş sanat sayesinde “güncel sanat” söylemi çok hâkimdi, aynı zamanda kavramsal olduğu söylenen çalışmalar öne çıkarılıyordu. Bu söylemi hâkim durumda tutan insanlar, genelde avangardın bittiğini, eskimiş falan filan olduğunu söylediler. Kullandıkları estetik fotoğrafik imge üzerinden kurgusal anlamda ironi yaratmaktı. İmge oluşturmaya çalışıyorlardı esasında, bunu yaparken ki niyet aslında Duchamp ve Man Ray ile başlayan ilk New York Dada ki bu New York Dada da, Paris Sürrealizmin kuruluşunun yarısı oldu. Direkt sürrealist geleneğin içinde büyüyen tavırlardır. Benjamin Peret, ilk kurgusal fotoğraf örneğini gerçekleştirdi. İki Sürrealisti papaz kılığına soktular, “yoldan geçen papazlara karşı yere tüküren Peret’in fotoğrafıdır” diye Gerçeküstücü Devrim dergilerine koydular. Şimdi buradaki kurgusal fotoğraf ve buradaki imge kurmakla ilişkisine baktığımız zaman 90 sonrası Türkiye sanatını besleyen Balkan kökenli, duvarların yıkılmasından sonra ortaya çıkan sanat tamamen Gerçeküstücülük’ten aşırma. Bunu Balkanlar’da yapan adamlar bu tarihi bildikleri için, içinde yaşadıkları için zaten bilerek ve isteyerek yapılan göndermeler şeklinde, post-modern oyunlar şeklinde yapıyorlardı. Burada icra eden insanlar bir şey bilmedikleri için avangardı taşlayarak bunun yeni bir şey olduğunu sandılar. 1600’lü yıllarda yazılmış Simya üzerine bir kitabını ilk kavramsal sanat örneği olarak kendimce değerlendirip bir yazı yazmıştım. Kitap Michael Maier’in “Atalanta Fugiens”ü.

 

Bu ilginç bir yaklaşım, biraz açabilir misiniz?

 

Simya metaforlarla, gizleyerek oluşan bir sanattır. Hiçbir şey açık konuşulmaz, kuş dili hâkimdir orda. O yüzden simya kitapları grafik romanlar gibidir, yazıdan çok görsel vardır. Bu kitap bir şiir kitabı olarak kurgulanmış aynı zamanda bir simya kitabı olduğu için görselleştirilmiş. Bunu yazan insan aynı zamanda bunu bir senfoni olarak kurgulamıştır ve daha sonra opera olarak icra edilmiştir. Ben bu eseri Kavramsal Sanat örneği olarak gördüm çünkü burada tek bir imgenin farklı yollarla çeşitlendirmesi vardı. 1600’lü yıllarda gerçekleşen klasik gerçekçi sanat algısının dışında bir bakış açısı. Bir disiplini kabul etmeyen disiplinsiz yola çıkan bir hamle, söz, müzik ya da görseldeki imgeyi eşitleyen, var olan imgeleri birbirine çarpıştırarak etki gücünü enstalasyon gibi proto bir şeyden bahsediyorum tabi… Aynı imgeyi farklı dilleri yan yana getirerek kuran bir eser.

 

Bu güncel sanat işlerini 30’lu yıllarda Sürrealistler yapmıştı. Türkiye’de Komet 70’lerden beri yapıyor. Bizde doksanlı yıllarda bu işin kâşifi olarak gelen sanatçı ve küratörler sayarız, güzel şeyler de yaptılar eyvallah ama buradaki konuşulan şey bu iş yeni icat bir şey değil. Dünyada çok eski örnekleri var, Türkiye’de bile var. Bu noktada bunlar zaten avangardın içinden çıkan şeyler birdenbire böyle avangart karşıtı hassasiyet yaratılması, avangardın eski çağ dışı kalmış bir şey gibi icat edilmesi, Sürrealizm’i küçük gören yaklaşımlar geliştirmenin popüler olması, bunlar eşyanın tabiatı ile alakası pek olamayan şeylerdir. Dediğim gibi ortada bir sanat tarihi yok, ortada modernizm yok, ortada post-modernizm yok, eleştiri yok, bu pilav daha çok su kaldırır.

 

Freud’un çalışmalarının Sürrealizm’e olan katkılarını biliyoruz. Türkiye’de psikiyatri ile Sürrealizm arasında Batı’daki gibi bir etkileşim olmuş mudur?

 

Foucault bilmeden Sürrealizm’i okuyabilirsin ama Freud bilmeden, Alman Romantizmi’ni bilmeden Sürrealizm’i okuyamazsın. Psikanaliz zaten Türkiye’de daha 80’lerde tartışılmaya başladı. Üstelik askeri darbe oluyor, zaten toplum travma yaşıyor. Sonrasında popüler olduğu anlamda “anti psikiyatri hareketi” buraya teorik olarak ithal edildi. Ancak şöyle bir sorun var ki Batı’daki realite şu, Freudçuluğun bir dine dönüşmesi, amacından sapması sonucunda baskı unsuru haline getirilmesi var. Buna karşı geçmişte Freud’un kuramı içinde yer alan insanlar anti psikiyatriyi oluşturuyorlar hem de kurum olarak buna karşı çıkıyorlar. Bu Freudçuluğun geldiği hale karşı. Türkiye’de Freudçuluk mu vardı!

 

Ece Ayhan der ki, “Güllabici odunlarıyla döverlerdi”. Bakırköy Ruh ve Sinir’de güllabici odunları çalışırken anti psikiyatriden bahsedemeyiz. Kimseye divana yat anlat demediler. Bu tip ithal bakış açılarıyla akademik kanon kurulursa ne Sürrealizm’den bahsedilebilir ne Tan Tolga Demirci’nin çektiği filmleri sanat tarihine sokabilirsin, ne de Sürrealist Eylem gibi bir şeyi sokabilirsin. Sokamazsan korkarsın abi, biz bunu yok sayalım, ne şiş yansın ne kebap, oturup Türkiye’de her şeyi yeniden baştan mı yazacağız dersin, bu zımni ittifak kafasıyla oluşturursun bir şeyler.

 

Sanırım karşılaştırmalı ve eş zamanlı bir okuma yapmak mümkün değil?

 

2006’da bir mülakat verdik Londra Sürrealist Eylem grubuna. Mülakatın bütününe baktığınızda burada sizin Batı mantalitesinde yaşadığınız, kurguladığınız Sürrealizm yoktur, sonucu çıkar.

 

Avangart bir bütünsel kolektif çaba olmak zorundadır. Kolektif olamayan avangart olmaz. Geçmişte bir ressam grubu, D grubu vardı, kırklarda baktığınızda ne kadar avangart ne derece değil; dünya avangart hareketlerinin ruhsal teorik zemini ile ne derece ölçüşüyor? Yetmişlerde “Sanat Tanım Topluluğu” toplumu vardı hala uzantıları devam ediyor, ona bakılabilir. Ama bunların da genel sorunu daha akademik teorik bir seviyededir. Avangart Hareket’in diğer bir özelliği kolektiviteyi dışarıya topluma doğru açmak, sanatı sokağa doğru indirmektir. Onların sorunu da daha akademik bir çevreden olaya bakmaları idi. Kolektivizm temelli bir yapı yoktu. Topluma açılıp ve sokağa taşmak yoktu. Bu yapı da kolektif üretim ve eylemden çok yana yana gelerek yaratılan sinerji, teorik aura ile ilgilidir.

 

Hafriyat var; bu anlamda güzel bir iş yapmıştır. Karaköy’de bir yer tutmuştur ve Türkiye’de bastırılan ve dile getirilemeyen tüm imgelere açtılar orayı. Bu noktada bir hareket yapmıştır ama Hafriyat grup üyelerinin yan yana gelip altına manifestolarını attığı modernden gelen o geleneğe ait, o klasik avangart kurgu ya da buna benzer şeyler orda göremezsiniz. O başka bir oluşumdur bir, sanat grubu oluşumudur. Sanat kolektifi, avangart bir kolektif anlamında sanat kolektifi değildir. D grubu olsun, Hafriyat olsun  bunların Türkiye’nin çorak kültüründe yerleri vardır. 90 sonrası gelişen sanat akımlarında da avangardın o tarihsel gelişimiyle çakışan, çelişen birçok yanı var. O dönemki teorik anlayış avangardı yenen, güncel sanat anlayışını kuran bir söylem olduğu için bu yapılan işlerin avangart bağlama oturtulması sağlanamadı.

 

İki tür avangart var; işlevsel olan ve olmayan. İşlevsel avangart ile genelde bazı Rus ve Fransız modernist hareketler kast ediliyor. Bunlar zaten yaptıkları şeyin sistemin içerisinde insanlara karşı bir işlevi olabileceğini inanlar. Le Corbusier’den, o dönem Komünist Parti ile işlevsel ilişkiye giren Tatlin sanatına kadar. Ama Arthur Rimbaud’dan gelen Leutrêamont’dan gelen daha kara kamu ile arasındaki zaten köprüyü atmış avangart, işlevselliğe tamamen karşıdır. Onlar mimari yaparlar ama yapılan mimari insanların içinde oturup yaşayamayacağı bir evdir.  Dali’nin kalkıp La Sagrada Familia’yı, Gaudi’nin mimarisini övmesinin sebebi Gaudi’nin mimarisine kimse girip yaşayamaz; o yüzden Dali, Hansel ve Gretel’in evlerine malzeme yapıp yenilebilir mimarinin mükemmel olacağından bahseder. Avangart olan Gerçeküstücü olan şey sonsuza kadar kalan ve kullanılacak şeylerden çok anlık olan ve her an entropiyi yenik düşen şeylerden yanadır.

 

Her ne kadar asker adımları ile ilerlese de geçmişten gelen bir kültür hayatı var elbet. Geçmişten gelen gelenekle ortak yanlar olsa da ondan tamamıyla bağımsız gelişen, 80 sonrasının kendine has bir düşünce anlayışı var. Sizce bu apolitik diye tanımlanan neslin anlayışı ile geçmiş nesil arasında nasıl bir köprü var?

 

90’lara kadar var olan kültür tarihi bu ülke için çok fazla alan açamamış. Edebiyattan örnekler verdim, bunun yanında masa kültürü var. Masa demek şu demek; özellikle 50’li ve 60’lı yıllarda mimar, ressam, müzisyen felsefeci insanların yan yana gelip oturduğu; yediği içtiği tartıştığı, kavga ettiği, Beyoğlu masaları var. Ece Ayhan’ın kitaplarında bunu okursunuz, Sait Faik orda, İlhan Usmanbaş orda, Cihat Burak orda. Yatay bir zeminde farklı disiplinlerden insanların düş ve yaratı anlamında yan yana gelip paylaştığı masada, içkinin, uyuşturucunun ve aşkın olması da onları daha Gerçeküstücü ve özgür bir alana taşımış.  Edip Cansever’in “masa da masaymış ha, bana mısın demedi bu kadar yüke” dediği masalar.

 

O yılların böyle bir radikal artısı var ama ne olmuş, 70’lerde zaten toplum iç savaşa yaklaşan bir sürece itilmiş, 80’de darbe olmuş. Oturacak masa kalmamış, zaten masada otururken çapraz ateşe alınabileceğin bir gerçek var.

 

90’lı yıllarda benim de dâhil olduğum 70’lerin başında doğanlarla, Sürrealist Eylem’den biz ve diğer arkadaşlar 80’lerde doğan kuşak, artık eski kültürün çizdiği gerçekliğin çelik kafes haline geldiğini görüp yeni tanımlamalar yapmaya başladı. Bu yapılamaz mı bu yan yana getirilemez mi? Bu kuşak alçak kültür ve yüksek kültür denilen şeyleri hiçe saydı ve yola öyle çıktı. Türkiye’de zaten graffiti kültüründen Punk kültürüne Gerçeküstücülük’ten Beat Kuşağı’na, fanzinlerden performans sanatına kadar yeni pencereler açtılar.

 

Sürrealist Eylem kendini bu bütünün içerisinde doğurdu onu geliştirmeye çalıştı. Bunu yeni olanla ilişkiye, alışılmışın dışında bir ilişkiye girebilmek ve şiirin herkesçe yazılabileceği alanlar açarak yaptı.

 

 

Sürrealist Eylem Türkiye’nin gerçekleştirdiği pratikler, evrensel ölçekte bir ses getirdi mi? Bu deneyimleri dinlemek isteriz.

Bunun belli sergi pratikleri oldu elbette. Daha önce girilmemiş, sokağa çıkan alanlarda sergiler. Barlarda sergiler yapıldı örneğin. Mesela, BarışaRock Festival alanında yapıldı. Yıkım 2011 gibi geçmişte işgal evi ve travesti genelevi olarak kullanılmış alanlarda yapıldı.

 

Yıkım 2011 neydi? 10 ay boyunca Sürrealist Eylem Türkiye’nin çağrısı ile hem Türkiye’den hem yurt dışından en geniş anlamıyla sanat ve kültürle ilişki kurabilen radikal anlamda insanların bu projeye katılımcı olmaları için çağrı yapıldı. İnsanlar bu çağrıyı aldılar. İstanbul’da ortak kolektif üretim günleri, performans geceleri düzenlendi. İstanbul dışında sokak etkinlikleri yapıldı. Bu faaliyet İzmir’de Eskişehir’de ses verdi. Burada yaratılan canlılığı her sanatçı kendi bulunduğu ülkelerde yaratmaya çalıştı ve sanatçıların bir kısmı gelip işlerini burada kendileri astı ve onların performanslarını da yaptı. Bu kolektif üretim ve performansı isyana ve baştan çıkarmaya hazır şamanik ruhun hayata geçtiği anların bileşkesi olarak Yıkım binası auratik bir merkeze dönüştü; Sürrealist anlamda. Bir ressam arkadaşımız tanımı ile “şehrin tinini titreten” bir sergi yapıldı.

 

Gerçeküstücülerin literatürü ile değerlendirilmesi gerekirse, Sürrealist Eylem Türkiye’nin ev sahipliği de Türkiye de ilk defa bu kadar geniş anlamda yaşayan Sürrealizm’in, avangardın, yeni Sitüasyonist hareketlerin temsilcisi Türkiye’ye geldi. Londra Sürrealist Eylem grubu, Arjantin Ve Uruguay oluşumları, Amerika’dan Hidrolith Dergisi ekibinden Eric Bragg, Atina Gerçeküstücü grupları, Portekiz şu an hepsini ezbere sayamayacağım… Neo Dada ile ilgilenen İtalyan Bounty Kill Art topluluğu, grubu ya da kendini daha Sitüasyonizme yakın gören sanatçılar ve inisiyatifler…

 

Türkiye’de ilk defa o kadar canlı ve gerçek bir avangart kolektif enerji yaratıldı. Burada yaratıya yurt dışındaki insanlar da dâhil edildi ve bir kısmı buraya kendi gelip, icra ettiler. Bu sergilerle sınırlı kalmadı sokakta gösterimler yapıldı, performanslara döküldü ve forumlar yapıldı. Forum kelimesini ortaya atıp biz bunu oluşturmaya çalıştığımız yıl 2011. Kültür hayatının çoğu forum kavramı ile daha 2013’te tanıştı. O yüzden otursun sanat tarihçiyim diyenler şimdi 31 Mayıs ayaklanması parktaki ağaçlara göz dikilmesiyle başlayan o sürecin öncülü olan ve oradaki o sokağa taşmış kolektif sanatın hayatı ele geçirdiği ya da hayatın sanatı ele geçirdiği, hayatın sanat olduğu perspektiften baksınlar. Gezi sonrası bize bununla ilgili bir sergi yapacak mıyız? Biz “gezinin sergisi olmaz” dedik. Biz zaten 2011’de onu yapmıştık. Yıkım’ı çok bilinen yılın sergileri arasına sokmak zorunda kaldı ana akım. Açılışına binin üzerinde insanın geldiği, açık olduğu süre zarfında beş bin den fazla insanın gezdiği bir sergi olduğu için ondan örnek verdim. Sürrealist Eylem olarak 2009’da “Bu Bir Sitüasyonist Sergi Değildir” etkinliklerini de benzer motivasyon ve anlayışla yaptık tüm bunları. Arjantin Gerçeküstücü grup geldi Sürrealist Eylem oradaki performansları destekledi ve o performanslarda sokağa çıkıldı, bunun oluşumu tabandan kolektif bir sinerji ile oluştu. 2008 de yapılan çağrı ile “Nükleere karşı Sanat” başlığıyla Barışa Rock’daki basketbol sahasında yapılan sergi keza.  Ya da 2010 yılında  “Toplum “Düşmanı” Sergisinin manifestosunun oluşturulması, kurulumu bunlar hep yapıldı…

 

 

Son olarak ne söylemek istersiniz?

 

Milletin Gerçeküstücülük’ten anladığı Chirico görmekse kusura bakmasınlar Chirico görmeyecekler artık, Cins’in grafitisi’ni görecekler, sokağa taşmış şiiri görecekler, mutantları görecekler. Biz Sürrealizm’i akademik anlamda ele alıp, çalışıp bununla ilişkiye giren insanlar değiliz, hiç olmadık. Biz bu gereksiz zırhları attık zaten.

 

Bizim için önemli olan Gerçeküstücü ruh ve onun gerektirdiği reddiye, o işin içerisinde var mı yok mu, varsa o zaten Gerçeküstücü’ydü ve bunu anlamayan uzmanlara biz bunu anlatmakla hiç zaman kaybetmeyecektik. O yüzden bir eylem grubu olduk.

Ve bu yüzden zamanı geldiğinde Gerçeküstücü eylem kaynağına geri döndü. Sürrealist Eylem Grubu sona erdi, ama Gerçeküstücü eylem devam ediyor.

 

Ps: Bu mülakatın çok kısa bir versiyonu E-Skop’ta yeralmıştır.

 

Link-i Külliyat

http://surrealisteylemturkiye.blogspot.com.tr/

https://arttv.com.tr/sergiler/diger/ykm-destruction-2011

https://rafetarslan-27a45b.webflow.io/

http://dgd-hafiza.blogspot.com.tr/

http://toplumdusmani-action.blogspot.com/

http://sebekefanzin.blogspot.com/

http://kentebalyoz.blogspot.com/

http://mustehcen.blogspot.com.tr/

http://destruction2011.tumblr.com/

http://gerceklikteroru.blogspot.com.tr/

http://cagdassanatmanifest.blogspot.com.tr/ http://tahrikraporu.blogspot.com/

http://periferikolektif.tumblr.com/

https://www.e-skop.com/skopbulten/surrealist-eylem-turkiye/2618

https://www.e-skop.com/skopbulten/surrealist-eylem-uzerine-daginik-dusunmek/2619

https://www.e-skop.com/skopbulten/surrealist-eylem-uzerine-daginik-dusunmek/2619

https://vimeo.com/user3270491

https://vimeo.com/user3270491

 

 

Görüşme Yapan: Nurhan Avcı

Redakte: Devrim Şimşek

 

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl

Bir Cevap Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.