Zweig’in dediği gibi Dostoyevski’nin kahramanları en büyük acı çekenlerdir. Hepsinin yüzleri çarpılmıştır, hepsi ateşler, kramplar, spazmlar içinde yaşar. “Arayın benim için”diyor Stefan Zweig, “Dostoyevski’nin eserinde huzur içinde nefes alıp veren, dinlenen, hedefine ulaşmış bir insan gösterin! Hiçbiri, bir teki bile böyle değildir.”
Yeraltından Notlar 1864’de yazılmış olup varoluşçu felsefesinin ilk romanı olarak bilinir. Dostoyevski’den etkilenen yazarlardan biri olan varoluş filozofu Sartre’ın “baş yapıtım” dediği “Saygılı Yosma” eserinde karakterinin adına Lizzie demesinin sebebinin, Dostoyevski’nin ‘Yeraltından Notlar’ına gönderme olduğu söylenir. Bir diğer filozof Nietzsche bu eser için, “Yeraltından Notlar hakikati kanla haykırır” der. Stefan Zweig ise “Üç Büyük Usta” adlı eserinde Dostoyevski’nin tüm kahramanlarının ortak yanına dikkat çekerek: “Dostoyevski’nin sürekli merkezi, insandaki evrensel insanı hedeflediği için, herkeste ortak olan o ben’e ulaşır. Sürekli bu sınırdaki insanı ve birbirine benzer biçimlerde mesajını oluşturur. Başlangıçta bütün kahramanları aynıdır. Gerçek Ruslar olarak kendi yaşam güçleri onları tedirgin eder. Ergenlik yıllarında, duygusal ve zihinsel uyanma çağında neşeli ve özgür duyguları karanlıklaşır. Belli belirsiz içlerinde bir kuvvetin, esrarengiz bir dürtünün mayalanmakta olduğunu hissederler, içlerine hapsedilmiş bir şey büyüyüp kozasından çıkmak istemektedir. Esrarengiz bir gebelik (bu içlerinde tohumlanan yeni insandır, ama henüz bunu bilmezler) onları hayale sevk eder. ‘Vahşileşmeye varan bir yalnızlık için’ basık odalarda, ıssız köşelerde yaşarlar ve düşünürler, gece gündüz kendileri üzerinde düşünürler…” der.
Dostoyevski, yalnızlığı, tuhaflığı, çelişkileri seven bir yazardır. Yeraltından Notlar’ı bazı eserlerle de bağlantılı olup tuhaflıkları, çelişkileriyle, hakikati haykıran yeraltı adamının hikayesidir. Yeraltı adamı böcek olmayı arzuluyor ve bu arzusunu Franz Kafka “Dönüşüm” (Koridor yay.) adlı eserinde kahramanı Gregor Samsa’yı böcek yaparak gerçekleştirir. Yeraltından Notlar’da Çernişevski’nin “Nasıl Yapmalı?” (Kor Kitap) adlı eserine de gönderme yapılır; subayla memur arasındaki diyalogla. Zweig’ın çok güzel tabiriyle Dostoyevski’nin kahramanları “vahşileşmeye varan bir yalnızlık için, basık odalarda, ıssız köşelerde yaşarlar ve düşünürler”. Dostoyevski’nin yeraltı adamı böyle biridir. Birinci bölümde kendisini sorgular, hatta suçlar. Yeraltı adamı, Öteki’nin kahramanı Golyadkin ile benzerlik gösterir. Golyadkin gibi yer altı adamı da ilk bölümde kötü bir durumda çıkar karşımıza. Golyadkin doktorunu tavsiyesine uyarak davet edilmediği halde, bir doğum günü partisine gidiyordu. Yeraltı adamı da benzer bir şekilde, eski okul arkadaşlarının, aralarından biri (Zwerkov) için düzenlediği partiye zorla kendisini davet ettirir. Bir diğer benzerliği de Roger W. Philips’e göre, öyküsünün kahramanı Bobok ile gösterir. Bobok bir yazardır ve mezarlıkta başına gelen acayip bir olayı anlatır. Öykü bu ya, mezarlıkta ölüler konuşur ve Bobok da onların konuşmalarına tanık olur. Tuhaf bir şekilde dünyevi meselelere kafa yorduklarını duyunca hayret eder. Bunları yazıp bir gazetede yayınlatmaya karar verir. (İletişim yay.)
Dostoyevski ile hapishanede kaldığı yıllar tanışan Zeki Demirkubuz, Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ını 2012 yılında sinemaya uyarlamıştır. Zeki Demirkubuz’a göre, Yeraltından Notlar, Dostoyevski’nin bütün kitaplarından daha güçlüdür. Fakat filmleştirilmesi en zor kitabıdır. İzlemeyenler için filmi izlemek, kitabı doğru bir şekilde okumaya katkı sağlayabilir.
Dostoyevski yukarıda Zweig’in da dikkat çektiği üzere, insanın sırrını çözmek için insanı her yönüyle inceler. İnsan kendisine her zaman dürüst olabilir mi? Otobiyografilerde insan, kendi hakkında her şeyi olduğu gibi, tüm açıklığı ile paylaşabilir mi? İşte kimi zaman kendimize sormaktan kaçındığımız soruları Dostoyevski, yeraltı kahramanına hepimizin yerine cevaplatıyor:
“Her insanın hatıralarında, herkese söyleyemeyeceği, ancak dostlarına açabileceği taraflar vardır. Hatta dostlara bile açılmayacak, insanın kendine saklayacağı sırları da bulunur. Bunlardan başka, kendi kendimize bile açmaktan çekindiğimiz konular vardır ki, bunların sayısı şerefli bir insanın dağarcığında bile hayli kabarıktır. (…) İnsan kendi kendine karşı tamamiyle samimi olabilir mi? Sırası geldiğinde söyleyeyim; Heine’nin inandırıcı otobiyografi yazmanın hemen hemen imkânsız olduğu, insanın kendisi hakkında mutlaka yalanlar uyduracağı iddiasındadır. Ona göre örneğin Rousseau, itiraflarında mutlaka yalanlar uydurmuş, hatta gururu yüzünden bunu bile bile yapmıştır. Heine’nin haklı olduğuna ben de inanıyorum; gerçekten insanın bazen sırf gurur yüzünden kendi kendini cinayete varıncaya kadar çeşitli yalanlara bulaştırabileceğini biliyor, bunun ne çeşit bir gurur olduğunu da gayet iyi anlıyorum…”
Dostoyevski’nin Sibirya’da sürgündeyken kardeşinden istediği kitaplar arasında Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi’nin de olduğunu biliyoruz. Kendisine ulaşıp ulaşmadığı bilinmese de burada Saf Aklın Eleştiri’sini görüyoruz ve medeniyet hakkında şöyle diyor: “… insan sistemlere, bazı soyut kavramlara o derece bağlıdır ki, mantıktan yana olmak için gerçeği bile değiştirmeye, gözlerini kapayıp kulaklarını tıkamaya razı olur. Bunu gerçekten güçlü bir örnek olduğu için aldım. Çevrenize bakın bir kere: Kan gövdeyi götürüyor, hem de keyifli keyifli, şampanya gibi akıyor. İşte size Buckle’ın da yaşadığı on dokuzuncu yüzyılımız. İşte büyük Napolyon ve bugünkü Napolyon. İşte Kuzey Amerika’nın ebedi birliği. İşte nihayet karikatür gibi Schlezwigka-Holstein… Medeniyet neyimizi yumaşatmış? Medeniyetin insanda duygu çeşitlerini artırmaktan başka bir işe yaradığı yok. Duyguların çeşitlenmesiyle insan işi kan dökmekten zevk almaya kadar vardırabiliyor. Bunun örnekleri var. Cinayetlerde en ince ustalıklar gösterenlerin çoğu zaman medeni adamlar olduğuna hiç dikkat ettiniz mi? Atilların, Stenka Razinlerin onların eline su dökemeyeceği zamanlar da olur; bir Atilla ya da Stenka Razin kadar göze çarpmayışlarının tek sebebi de, böylelerine sıkça rastandığı için artık kanıksanmış olmalarıdır. İnsan medeniyete kavuşmakla eskisinden daha fazla kan dökücü olmamışsa bile, en azından daha kötü, daha iğrenç bir kan dökücü olduğu kesindir. (…) bugünün insanı barbarlık çağı insanından daha üstün görüşlü oldu halde, aklın, bilginin gösterdiği yoldan gitmeye bir türlü alışamamıştır.”
İnsanların baş kusuru ona göre “erdemsizlik”; “Ama insanoğlu aptal olmasa bile dehşetli nankördür. Nanköründe nankörüdür. Hatta bana göre en uygunu, insanı iki ayaklı nankör bir varlık diye tarif etmektir. Ama bu kadar da değil, insanın başlıca kusurunu unutmamalı: İnsanların baş kusuru tufandan başlayıp Schleswig-Holstein devrine kadar uzanan erdemsizliktir. Erdemsizlik ve bunun doğurduğu çeşit çeşit temkinsiz hareketler; temkinsizliğin erdemsizlikten ayrılmadığı öteden beri bilinir zaten. İnsanlık tarihine şöyle bir göz atıverin bakalım, ne göreceksiniz?…”
İki kere ikiden yola çıkarak insana dair şöyle tespit yapıyor: “Hiç değilse insan iki kere ikiden daima ürkmüştür; ben hâlâ ürküyorum. İnsan bütün ömrünü iki kere iki peşinde geçirir, bu uğurda denizler aşar, fakat yemin ederim, arayıp gerçekten de elde etmekten korkar. Çünkü onu bulur bulmaz artık erişecek şeyi kalmayacağını bilmektedir. İşçiler işlerini tamamladıktan sonra, hiç olmazsa aldıkları parayla meyhaneye gider, oradan karakola düşerler; işte size en aşağıdan bir haftalık meşgale. Fakat bizler nereye gideriz? Onun için gayeye her yaklaşmada bir huzursuzluk hissedilir. İnsan gayeye ulaşmak için çalışmayı sever, fakat ulaşmayı pek istemez; bu hal hiç şüphesiz gülünçtür. (…) İki kere iki dördün üstünlüğünü kabul ediyorum elbette; fakat her şeyi hoş görmeye karar verdikten sonra, iki kere ikinin beş etmesinden bile hoşlanmak mümkündür…”
Dostoyevski’nin yeraltı dediği, insanın iç dünyası; çelişkileri, fırtınaları, isyanları, tuhaflıkları, nefreti, öfkesi, acılarıyla…
- Dostoyevski –Yeraltından Notlar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Bir Cevap Bırakın