Günlük tutma, günce edebiyatı denilince on yedinci yüzyılın İngiliz yazarı Samuel Pepys’i (1633-1703) sıranın en başına oturtup önünde selam durmalıdır.
Yetmiş yıllık ömründe biri kansız olmak üzere iki ihtilal, bir Cumhuriyet rejimi, sonra tekrar kralı başa getirecek olan Restorasyon dönemi, büyük veba salgını, Hollanda deniz savaşı, ‘efenim sonracığıma söyleyeyim’ bir de Londra yangını sığdırmış bulunan Pepys, İngiltere’nin gelgitleri çok olan bu dönemine, med~cezirli çağına tanıktır.
Fakat üstat korkak mı korkak, tavşan gibi ürkektir; haksız da sayılmaz, kelle koltukta günler yaşanmaktadır.
Günlüklerini yazar yazmasına da kimse okuyamasın, başına da dert almasın diye stenografik şifreyle tutmuştur.
Ancak her sırrın açığa çıktığı bir vakit gün olur gelir:
Yüzyıl sonra Cambridge Üniversitesi’nde bir profesör bu işe burnunu sokup şifreyi çözer, satır satır okur.
Günceleri bize öyle ulaşır.
Oh-oooo, Pepys neler anlatmamıştır neler; milletin ipliğini pazara çıkarır defterlerinde…
Sanata, edebiyata, İngiliz tiyatro ve romanına da sık sık yer verir.
O günceler arasında tiyatrolardan sıkça bahseden Pepys’in dediğine bakılırsa, Londralılar bazı oyunlara sokaklar boyu kuyruk bekledikten sonra bilet bulabiliyordu.
Kendisinin de karısıyla saatlerce kuyruk tutup içeriye zar zor girebilmiş olduğu pek çok oyundan söz eder.
¨Binlerce kişi dışarıda kalıyordu¨ diye yazdığına göre Londra’da tiyatro bereketli zamanlar geçirmiştir.
O bereketli oyunlardan birisi de Dilencinin Operası-The Beggar’s Opera’dır ki, üstat adına bin kere vah edip üzülsek yeridir:
1703’de öldükten on beş yıl sonra sahnelenen bu oyunu ne yazık ki görmeye ömrü vefa etmemiştir.
Bazılarının talihi doğuştan açıktır, şansı yaver gider.
İngiliz tiyatro yazarı John Gay de dünya kadar dostu, koruyanı, arka çıkanı, yardım edeni olan biridir, yoksul bir ailede 1685’de dünyaya gözünü açar, fakat şeytan tüyü mü varsa, nedir, her dara düştüğünde bir siyanet meleği çıkagelir.
John Gay’i Londra’nın entelektüel kesimi evvela şair diye tanır; fena şeyler de yazmaz hani.
Mesela mezarına yazılmasını istediği, demek kendisinin de pek beğendiği beyit tarzında bir ikiliği bulunur ki, pek çok İngilizin hafızasına kazınmış, akılda tutulamıyorsa defterlere yazılmıştır:
¨Yaşam bir şakadır, her şey gösteriyor bunu…
Eskiden düşünmüştüm, şimdi de biiyorum bunu…¨
[Life is a jest, and all things Show it;
I thought so once, and now I know it…]
Gay’in para kazanmak üzere, ki tarihin meşhur kapitalist kriz ve ayak oyunlarından birisi olan 1720 tarihli Güney Denizi Su Kabarcığı fiyaskosu ve batan sermayeler döneminde, yani İngiliz banker ve finans kapitalistlerin kurduğu the South Sea Company’e yatırdığı paracıkları buharlaşıp kaybolunca beş parasız kalmıştır, o yüzden tiyatronun bereketli olduğunu gördüğü o günlerde şiir yazmak yerine komedi yazmaya vakit ayırır.
The Beggar’s Opera, kapitalist üst sınıflara duyduğu kızgınlığın dışa vurumu olarak böylece ortaya çıkar. Az sabrediniz, oyunun sonunda haydut ile kapitalisti, soyluyla dilenciyi özdeşleştireceği lakırdılarına geleceğiz…
Gay, bu oyun Lincoln’s Inn Theatre salonlarında üst üste 6 ay, her gece perde açarak oynanınca, yazdıklarından 8 bin İngiliz poundu kazanır; büyük para…
Bu arada dedikodusunu da yapalım ki tam olsun, büyük mü büyük İngiliz romancı Jonathan Swift oyunun konusu ona vermiştir; kıyak geçmekse bu kadarı olur…
Peachum adlı bir çete reisi, kadın ticaretinden soygunlara kadar her şeyi yapan ahlaksız bir adamdır. Kızı Polly çetenin haydutlarından yakışıklı ve haliyle çapkın Macheat’e âşıktır, babasını dinlemez, gider evlenir. Peachum damadının bir aksatasını ihbar ederek onu hapse attırır, kızını da boşanmaya zorlar. Macheat, Londra’nın meşhur Newgate Zindanına atıldığı sırada başgardiyan Lockit’in kızı Lucy’i orada görür, kızı baştan çıkarır.
Anlaşılan şu ki, bu Macheat’ten bütün Londra kadınlarını saklasalar, yeridir.
Mina Urgan, hacimli ve bir o kadar değerli eserinde, İngiliz Edebiyat Tarihi’nde çok güzel anlatır bu durumu: Ne var ki, Macheat, Polly’den de vazgeçmemiştir. İçine düştüğü ikilemi çok güzel özetler: ¨Ne mutlu olabilirdim bu iki dilberle de/ Bunlardan biri olmasaydı burada… ¨ (How happy could I be with either/ Were the other charmer away!)
Böylece işler karışır, zira kızlar erkeği paylaşmaya razı değildir ve aralarında ya hep ya hiç kavgası başlar. Sonunda gardiyanın kızı bir yolunu bulup sevgilisini kaçırır hapisten, yataklık eder. Fakat kanunun pençesinden kim kurtulmuş! Macheat tekrar ¨enselenir¨, yakayı ele verir, idama mahkûm edilir, ancak Polly’le evlenerek affını isteyecektir. Sonu ¨happy ending¨ ile biter.
Biz sözümü tutarız, başta söylemiştik, sırası gelecek diye: Oyunun anlatıcısı dilenci, operanın prolog kısmında, seyirciye dönüp şunları söyleyecektir:
¨Yüksek ve alçak tabakalarda öyle bir davranış benzerliği görürsünüz ki, moda halini alan ahlaksızlıklar söz konusu olunca, kibar bayların mı haydutlara, yoksa haydutların mı kibar beylere öykündüğünü saptamak güç olur.¨
The Beggar’s Opera için Mina Urgan’ın yorumuna ihtiyacımız var: ¨The Beggar’s Opera’da yüksek sosyetenin, lord ve lady’lerin yerini orta sınıftan-burjuvaziden– kişiler bile değil, ayak takımı, haydutların, hapishane kaçkınlarının, meyhaneci kızlarının alması, o çağda görülmedik bir yeniliktir.¨
Bestelerini Alman asıllı İngiliz müzisyen Johann C.Pepush’un yaptığı bu oyun, iki yüz yıl sonra, tam da 1928’de Bertolt Brecht (1898-1956) tarafından yazılan, epik tiyatro örneği olarak sahneye konulmuş ‘Üç Kuruşluk Opera’nın esin kaynağıdır.
Brecht’in bu eseri, Genco Erkal ve Zeliha Berksoy’un güçlü oyunculuğuyla, 1992’de sahnelenmişti Türkiye’de; sanırım son ve yeni bir versiyonu daha sahnelerdedir…

Dilencinin Operası öylesine etkili oldu ki, sosyal olayların ressamı olarak bilinen William Hogart’ın (1697-1764) fırçasında boyaya bulaştı, tuvale sıvaştı, resim oldu, 1731’de tamamlandı ressamın elinden çıkarak, parayı bastıranın evine konuk gitti, sık sık müzayedelerde el değiştirdi, en sonunda Henry Tate adlı filantropist bir sermayedârın kurduğu _bazen böyle güzel işler de yapar kapitalistler_ güzel sanatlar sergisine alındı; 1871’de… O günden beri orada!
Tabloda haydudu ortada, kelepçe vurulmuş olarak ayakta görüyoruz, yanındaki ise elinde zindan anahtarları sallanan başgardiyan Lockit’dir; lock kilit, it de bilirsiniz işaret zamiri olarak o demektir, yani kilitle onu anlamına gelen bir isim takınır gardiyan.
Mahkeme salonunda Lockit’in önünde diz çökmüş kızcağız zavallı Lucy, beyazlar giymiş ise Polly’dir. Kızlar haydut adına nedâmet getirmekte, af dilemekte, yalvarıp yakarmaktadır.
Haydut Macheat’ın tabloda öyle sakin durduğuna bakmayın, kim bilir ne kadar ödü kopmuştur. Fakat, sizin de gözünüzden kaçmamış olmalı, kızların onu kurtaracağına da inanıyor gibidir.
Afyonkarahisar taraflarından derlenmiş bir türküde söylendiği gibi, ¨Karakolda doğru söyler, mahkemede şaşar¨ durumundaki Macheat’ı bir yana bırakalım, ressamımız Hogart’ı birazcık çekiştirelim de lafımızın bohçasını artık toplayalım:
Hogart bu tablosu epeyi para edince, kendi yaptığının hırsızı olmuş ve müşteri çıkan başka zengin, soylulara birkaç versiyon daha çizivermiş, boyayıvermiştir.
O yüzden bu tablonun Hogart eliyle yapılmış sahteleri de vardır; itibar etmeyiniz.
Para bu; tablo da yaptırır, John Gay’e tiyatro yazdırıp, Macheat hayduduna izzet ikbal de gösterir.