Şu bana hep enteresan geliyor mesela, yani, büyük yazarların haddinden fazlaca büyük, kalın ve oylumlu eserler verdikten sonra kenarda kalmış küçük ancak çok daha özgül bir ağırlığa sahip eserlerinin dilimize tercümesi. Tabii, çevre modernleşmelerinin sıkıntılarından biridir bu, başlıca eserler, başlıca yazarlar bilinir ancak ara katlarda neler olup bittiği pek bilinmez. Belki de bu kasıtlı bir “altında bırakma” politikasıdır, kim bilir?
Bu problemi aklıma düşüren konu şuydu, Honore de Balzac’ın Lanetli Çocuk romanı. Roman genç bir anneden olma ancak Arşidük babası tarafından terk edilmiş bir çocuğun büyüyüşü, uslanışı, aşık oluşu ve sonunda Arşidük’ün sarayına tekrardan çağırıldıktan sonra biraz da traji-komik bir biçimde ölümü üzerine. Traji-komik demek bile belki biraz abartılı olacak, çünkü gencin roman boyunca ilerleyen hikayesiyle ölme biçime arasındaki tezat oldukça Fransızlara özgü bir dersi hatırlatıyor: kimse ait olmadığı yerde olmamalıdır. Kişi buna zorlandıysa, gülünç bir şekilde bile olsa sonunda trajediye mal olabilecek bir cılızlıkla göçüp gidebilir.
Tabii Fransız farsının büyük ustası Moliere bu kaba hayatın kesin derslerini incelikle verme sanatının ustasıydı. Kibarlık Budalası’nda nasıl ki sosyal statü, sınıf atlama hasebiyle düşülen utanç verici durumların bir vesikasıysa, Balzac’ın romanı da bu şekilde narin bir ruhun son derece kaba bir hayat karşısındaki son nefesini verişine dair oldukça açık bir ders. Siz romantik ve şair ruhlusunuz diye hayat ve insanlar da öyle olmak zorunda değil. Bunu aklınızdan çıkartmayın.
Benzer bir durumu Dostoyevski için de söylemek mümkün. Suç ve Ceza’da Raskolnikof’un başından geçenler nasıl ki her Türk talebesinin öğrencilik hayatının başucunda bekleyen bunalımların bir dökümüyse, İnsancıklar eseri de bir o kadar samimi bir itirafın ve hazin bir küçülmenin naçizane ve önemli bir kaydı. Peki, çeviri hususunda bir an için duracak olursak, bu eserlerin hacimli yapıtlardan sonra dilimize kazandırılmasının politik işlevi ne olabilir?
Çeviriler okur-yazar takımına yapılıyorsa, bu elbette insanları yazarlık sanatıyla ilgili ya kolaycı ya da fazlasıyla zorlayıcı ancak her halükarda epeyce bir aldatıcı tevatürlerle ıslatmak için yapılıyor olabilir. Islatmak, meşe odunuyla dövmek anlamına geliyor, burada. Yani Türk yazarının haddinden büyük işlere karışıp dünya klasikleriyle yarışması, elbette milli gururu okşayacaktır. Ancak bu türden dehaların her zaman öğütüldüğünü, günümüzde ise yazma sanatının sanılandan biraz daha zor olduğu görüldüğünde yeteneğin laçkalaştığını söylemek mümkün. Her halükarda, yazın sanatı açısından da değerlendirmek gerek bu konuyu, sahi, büyük yazarların küçük eserleri, kanonik eserlerinin yanında neden çok daha özgün?
Bunun ilk bakışta görünen sebeplerinden biri, tam da onları kanon olmaya iten sebeplerden ötürüymüş gibi görünebilir. Gerçekten de Gustave Flaubert’in ilk gençlik romanı şöhretin basamaklarını tırmanıp ardından muhtaç bir sara hastası olarak öldükten sonra, çok sonra ortaya çıkmıştır. Oscar Wilde’ın De Profundis’ini İngiliz kamuoyunun okuması için 1968 senesini beklemesi gerekmiştir. Burada şaibeli bir durum olsa gerek, sahi, neden majör yapıtlar bu kadar ortalık ve okunmaz hale geliyorlar da, küçük yapıtlar çok daha başka türlü fırtınalar koparmaya meyilli olabiliyor. Neden Dorian Gray’in Portresi değil de, hapishane itirafları sansürleniyor?
Sanırım, burada bir oyun söz konusu, bir çeşit numara. Yazarların şaşaalı hayatlarından başarı öyküleri çıkartmayı çok seviyor o romanların alıcısı ve satıcısı konumundaki sınıflı toplum. Hayır, suçu sadece bir sosyal tabakaya atıyor olmasam da, bu başarı hikâyelerini bizzat kitlelerin çok sevdiğini söylemek mümkün. Bu başarı hikâyeleri, elbette sonunda veya ortalarında bir yerde çöküşle sonuçlandığından, çok çok daha fazla ilgilendiriyor roman okurlarını. Ne kadar önemli olursa olsun, herhangi bir yazarın üçüncü sınıf pembe dizisinin yapılabiliyor olması buradan kaynaklanıyor olsa gerek.
Oysa iyi bakıldığında, yaşamlarıyla yapıtlarının birer desenini çıkartıp üst üste koyacak olsaydık, bütün yazarların fazlasıyla örtüşmeyen bir resmini elde ederdik. Oysa genelde, kişinin cenazesi kaldırıldıktan sonra, cenazede Karl Marx örneğindeki gibi yalnızca bir düzine insan olsa dahi, bir “iyi bilirdik” sesinin tınladığına kanaat etmek istiyor insan.
Madem Marx dedik, kendisinin roman sanatıyla ile ilgili alelade kuramını tekrardan ortaya atmakta beis görmüyorum. Marksist estetikte roman, burjuvazinin edebi tür olarak ifadesidir. Kökleri Roma’ya kadar götürülebilmekle birlikte, esas olarak kentsoylu sınıfının yükselişiyle dolaşıma girmiş ve ardından ulusal sanatın kaybolması ve küreselleşmeyle birlikte hakkın rahmetine kavuşmuştur. En azından klasik anlamda roman formunun son derece gerçekçi bir cenazesinin epey zaman önce kaldırıldığını söylememiz mümkün.
Oysa şu bir gerçek, Balzac nasıl ki Devrim sonrası değişen Fransa’yı tüm veçheleriyle anlatmaya çalıştıysa, Balzac’ın hayatının anlatımı da bir o kadar Balzacvari olmalı, gibi düşünüyoruz. Halbuki benim sorum çok daha çetrefil, yazarın eserleri arasındaki hiyerarşiyi kuran başyapıtlar kenara alındığında, minör yapıtların söyledikleri, kanona karşı bakışımızı nasıl tepetaklak edebilir?
II. Genel ve özel anlamıyla roman yazarı
Genel anlamıyla roman yazarı, gözlemde bulunduğu toplumsal dokuya içkin olarak tasarlanır. Tüm talihsizlikleri, iflasları, işbölümünde ve ayak takımı arasındaki anlaşılmazlıkları buradan bakışla yeniden canlandırılır. Söyleyebileceklerinin panoramasını kısıtlayan gerçeklik, burada akar. Biyografi yazarları da genelde canla başla bu sosyal ve coğrafi çevreyi yeniden canlandırmak üzere işe koyulur, içlerine çok beğendikleri o yazarın hareketli bir mekanizmasını, biblosunu yahut balmumundan heykelini kondurmak isterler.
Ancak bir de özel, segregated, yani kısıtlanmış, spesifik anlamıyla yazardan bahsetmemiz gerekiyor. Bu anlamıyla yazarlar, zaten birbirleriyle özdeştirler. Farklı çağlar, ruh halleriyle onların içerisinden süzülüp geçse de, onlar esasında hep “içimizdeki ıssız çöl”de yürümeye alışmışlardır. Öyleyse kendi başarı hikayelerini damıtan başlıca eserlerin yanı sıra, elbette kenarda kalmış metinler bize çok daha fazla öncülük edebilir hayatlarını ve dönemlerini anlamamızda.
Söz gelimi Flaubert’in Duygusal Eğitim adlı eserini alalım. Bu eserin en genel anlamıyla 1848 Devrimleri sırasında Paris merkezli olmak üzere Fransız taşrasını da içerisine alarak genel bir burjuva toplum panoraması çizdiği söylenir. Ancak bu eseri Flaubert, bunun gerçekten bilincinde olmadan mı yazmıştır? Hiç zannetmiyorum.
Flaubert, Edward Said’in de gösterdiği gibi Doğulu kadınlar hakkında oryantalist bir bakışa sahip, Paris’in dünyanın o dönemdeki merkezi olduğunun bilincinde ve medeniyetin Osmanlı İmparatorluğu’ndan Avrupa’ya kaydığının farkında olan bir yazardır, gerçekten de. Yani eseri, o dönemin özerkliğine ihanet etmeden betimlemek üzere dünya haritasını önüne koyar. Bu anlamda, evrensel olamaması anlamında, spesifik bir varoluş olarak yazardan bahsediyorum, sanırım. Böyle bakıldığında, ilk gençlik romanı Bir Delinin Güncesi’nde tuttuğu gençlik arzuları ve isteklerine dair kayıtları esasında son derece sahicilik barındırmakta. Gerçekten de 15 yaşındaki bir yazarın “bilmeden”, hesap etmeden söylemek zorunda hissederek söylediği şeylerdir bu romandakiler.