Ana Sayfa Kritik ÖZGÜRLÜK İSTEĞİNDEN GÜVENLİK İSTEĞİNE DÖNÜŞ: GÜVENLİK > ÖZGÜRLÜK

ÖZGÜRLÜK İSTEĞİNDEN GÜVENLİK İSTEĞİNE DÖNÜŞ: GÜVENLİK > ÖZGÜRLÜK

ÖZGÜRLÜK İSTEĞİNDEN GÜVENLİK İSTEĞİNE DÖNÜŞ: GÜVENLİK > ÖZGÜRLÜK

1850’li yıllardan günümüze kadar uzanan dünyayı “modern dünya” olarak tanımlarsak, o tarihten önceki tüm zamanlar için -ilk çağ, antik çağ, taş devri, orta çağ, yeni çağ,  Hristiyanlık, İslamiyet, Yahudilik, Budizm vb.- “premodern” yani daha doğru bir tabirle “geleneksel dünya” ifadesini kullanabiliriz. Kullanabiliriz çünkü bu öznel bir yorum olmaktan öte; kavramların, üretim araçlarının ve insanların önceliklerinin tamamen farklı olduğu iki ayrı zaman dilimi olması sebebiyle nesnel bir tespittir.

Burada  değinmeyecek olsam da bu iki kavrama günümüzde yeni bir sınıflandırma daha katılıyor. Buna ister postmodern deyin ister posttruth deyin. Orası size kalmış. Çünkü günümüzde de kavramların ve önceliklerin değiştiği bir döneme şahit oluyoruz.

Anlamın yerini “güç” alıyor, hakikatin yerini “doğru olmayan” alıyor. Bunlara burada girmeyeceğim, ilgilenenler “Hakikatin Tahkikatı” başlıklı Ek Dergi’de çıkan yazıma göz atabilirler: (https://ekdergi.com/573-2/)

Modern dünya ve geleneksel dünya… Kavramlarımız bunlar. Merak etmeyin; sıkıcı, uzun felsefi yazılardan olmayacak, konunun Covid19 ile yakın ilgisi var, bağlayacağım.

Geleneksel dünyanın (premodern) karakteristiğini yansıtan sözcükler düzen ve hiyerarşidir. Yani  bunun anlamı şudur: Modernite öncesi (kabaca 1850 öncesi diyorum) bütün toplumlar için  dünyayı algılama, yaşama ve yönetmede  hakim ve önemli olan  tüm kavramlar düzen ve hiyerarşi üzerine kuruludur. Peki modern dünyaya geçtiğimizde bu iki kavramın yerini ne alıyor? Düzen kavramının yerini “değişim”, hiyerarşi kavramının yerini ise “eşitlik” alıyor.

Daha da derine inelim. Geleneksel dünyanın yani modernizm öncesi tüm zamanların ve bu zamanlarda yaşayan insanların temel kavramı, temel isteği ‘güvenlik’tir. Modern dönemi simgeleyen ve bu dönemdeki insanların temel isteğini oluşturan  ana kavram ise ‘özgürlük’tür. Şunu demek istiyorum: Modern öncesi dönemlerde yaşayan biri olsaydınız sizin için temel dayanak noktası; dünyayı algılamanızı, siyaseti yorumlamanızı, aile kurmanızı, din seçmenizi, meslek tercihinizi, yaşanılacak yer tercihinizi vb. etkileyen, tüm tercihlerinizde rol oynayan ana etken güvenliktir. Yağmanın, idamların, soygunların, tecavüzlerin, salgın hastalıkların bugünkünden kat be kat fazla ve olağan olduğu geleneksel dünya açısından bu güvenlik isteği gayet anlaşılabilir bir istektir. Yani hiçbir aklı başında ortalama insan, premodern dünyada ya da ne bileyim mağara devrinde mesela, “ben özgürlük istiyorum” diye ortaya çıkmazdı. Ölü bir adam özgür olsa ne yazar çünkü… Önceliği güvenliktir. Kendisi ve ailesi için güvenli bir yer, güvenli bir hayat.

Konuyu günümüz Türkiye’sine (salgın öncesi) uyarlayalım. Sizce bugün Türkiye’de genel olarak kabul gören birinci istek güvenlik mi özgürlük mü? Hangisi? Halkın siyasi tercihlerini ve toplumsal yapıyı baz alırsak bu isteğin çok rahatlıkla “güvenlik” olduğunu söyleyebiliriz. Bu da bizi Türkiye’nin kategorik olarak premodern olduğu gerçeğiyle yüzleştiriyor.

Modern öncesi dünyanın bir başka temel kavramı ise ‘görev’dir. Bakın ‘hak’ demiyorum çünkü modern dünyada ‘görev’in yerini ‘hak’ almıştır (oranlar değişmiştir). Din adamları, yöneticiler vs. halktan birtakım görevleri yerine getirmelerini istemişlerdir. Görev vardır ama hak yoktur. Dinlerde de böyledir bu. Tanrı size  bazı görevler yüklemiştir. Buna uymak durumundasınız aksi halde cezası vardır. Ama bu görevleri yerine getirirken bir yandan da bazı haklarınız olduğunu iddia edemezsiniz. Çünkü ‘hak’, kavram olarak yoktur. Ödül vardır ama hak yoktur. Modern dünyada işçiler  çalışma saatlerinin iyileştirilmesini talep edebilirler ama premodern dünyada herhangi bir dinin üyeleri “bu ibadet insan hakkına aykırı bunun azaltılmasını istiyoruz” diyemez. Ya da mutlak bir krala karşı selfler olarak Pazar günlerinin tatil olması için eylem yapamazsınız. Çünkü hak yoktur görev vardır. Yine günümüz Türkiye’sine (salgın öncesi) dönelim. Şu an ülkemizde insanların devletle olan ilişkisinde hakim olan kavram ‘hak’ mıdır ‘görev’ midir? Cevabı size bırakıyorum.  

Güvenlik kavramına geri dönelim. Modern çağın bir unsuru olan eşitlik, güvenliği sağlamak için yeterli değildir. Yukarıda ne söylemiştik? Premodern çağdaki hiyerarşi kavramı, modern çağda yerini eşitliğe bırakmıştır. O halde daha kesin bir dille şöyle söyleyebiliriz: “Hiyerarşi olmadan o toplumun ya da topluluğun güvenliğini sağlayamazsınız. Eşitler arasında güvenlik olmaz. Eşitler arasında düzen kurmak çok ama çok zordur.

Dinler için de aynı argüman geçerlidir. Yehova, Yahudilere ne vadetmişti: güvenlik… Bu hiyerarşik yapı dinlerin tamamında vardır çünkü dinler yapısı itibariyle kişilere güvenlik ve kurtuluş vadeder. İslamiyet mesela… Allah karşısında tüm kullar eşittir evet ama bu sadece Allah karşısında olan bir eşitliktir. Kullar arasında o eşitlik yoktur. Bunu anlamanın en kolay yolu da Kur’an’daki erkek ve kadın meselelerine göz atmaktır (mesela Nisa Suresi). Yani bir hiyerarşi vardır. Müslüman olmayanlara biçilen kılıf ayrıdır, kadınlara ayrı, erkeklere ayrı vs. En eşitlik yanlısı din olarak görülen Hristiyanlıkta da durum farklı değildir aslında.  Hiyerarşinin en fazla olduğu kurumları sayın desek klise ilk beşe girecektir. Çünkü orada da düzeni korumak için hiyerarşik bir yapılanma vardır. İsa’nın vaadleri bu dünyaya ait değildir (sevgi, hoşgörü vs). İsa bu dünyayla pek de ilgilenmez. Ama klise bu dünyaya aittir ve Roma döneminde dağılmayı, kaosu görüp buna göre düzen kurmak istemiştir. Diğer dinlerde de değişik şekillerde hiyerarşi vardır çünkü güvenliği sağlamak için düzen kurmanız gerekmektedir. Düzen kurmanız için de hiyerarşik örgütlenme yapmanız gerekir.

Değişimin olduğu yerde düzen yoktur. Değişim bir düzen değildir çünkü. Değişimin ne getireceğini kestiremezsiniz. Geniş halk kitlelerinin değişimden korkması çok doğaldır. Harika buluşlar, keşifler de getirebilir ama kaosa, güvensizliğe de yol açabilir. Kendimden örnek vereyim, bilgisayar oyunlarını severim, özellikle otobüs ve tır simülasyonu oynuyorum. Oyunun orijinal halinde olmayan yamaları, ek paketleri, başka otobüsleri, Türkiye haritasını vs. kurup (düzen kurup) oyuna başlıyorum. Belirli bir süre sonra oyun kendiliğinden güncelleme getiriyor ve benim kurduğum eklentiler bu yeni güncellemede çalışmıyor, oyundan atıyor. Yani düzen bozuluyor.  Bu yüzden de oyunun güncellemesi çıksa bile oyunu eski versiyonda oynamaya devam etmenin yollarını arıyorum çünkü değişim (yeniden düzen kurmak) zahmetli bir iştir ve onunla uğraşacak zamanım yok.

Modernite çok yeni bir kavram. Nereden bakarsanız 200 yıllık bir geçmişi vardır. Oysa premodern dünyada binlerce yıl toplumlar hiyerarşi ile yönetildi. Modernitenin kavramları da çok yenidir. Ve buraya dikkat isterim, insan yapımıdır… Yani eşitlik doğal bir kavram değildir, doğada eşitlik yoktur, eşitlik tıpkı modern diğer kavramlar gibi insanlığın bir buluşudur. İyi ki de bulmuştur, eşitlik karşıtı asla değilim. Burada anlatmak istediğim konu başka.

Tüm bu görüşleri ben bulmuş değilim. Prof.Dr.Ahmet Arslan gibi, Noah Harari gibi isimler bu konularda kafa yorup yukarıdaki görüşleri insanlığa armağan etmişlerdir. Hatta  Prof.Dr. Ahmet Arslan’a göre insan da doğal bir varlık değildir, insan kültürel bir varlıktır. Doğal bir varlık olsaydı hala premodern dünyada kalmamız gerekirdi. Oysa ki biz toplumu yönetmek için iyi ya da kötü kavramlar ürettik, doğal olmayan insan yapımı kavramlar… Tam burada araya girerek kendime ve yukarıda anlattıklarıma  muhalefet yapayım. Değişim doğal değil de insan yapımı ise evrimi nereye koyacağız? Doğa ilk günden beri değişerek doğal olmayan kavramlar üreten insana evrildi. Bu da bir değişim değil midir? Anlattıklarıma yine bir başka konuda muhalefet yapayım.  Eski dünyada evren sonludur. Fakat  bilimsel buluşlarla modern dünyada  evrenin sonsuz (devamlı genişleyen, unlimited) olduğu anlaşılmıştır. Klise buna neden karşı çıktı sanıyorsunuz? Çünkü eski dünyada evren sonludur ve her şeyin yeri bellidir, düzen bellidir. Dünya merkezdedir ve Tanrı’nın bir hediyesidir. Evren sonsuzdur dediğiniz andan itibaren her şeyin odak noktası değişiyor. Düzen değişiyor. Odak, insan oluyor, Dünya evrendeki sıradan bir yer oluyor. Odak insan olunca ne karşımıza çıkıyor: Eşitlik…  Dolayısıyla eşitlik doğal bir kavram olmuş olmuyor mu? Bunlar derin ve ağır tartışmalar, burada değinmem bile gereksiz ama değinmeden geçemedim 😊

Küçükken matematiği sevmezdim. Beceremediğim için sevmiyordum elbette. Anlayacağım şekilde öğretemediler belki de, neyse. Büyüdükçe matematiğin önemini anlamakla birlikte aramızdaki soğukluk devam etti. Bu soğukluğu derinleştiren olaylar yaşanıyordu çünkü. Üniversite sınavına hazırlandığım yıllarda ABD Irak’a saldırmıştı, insan kayıpları her gün artıyordu. Hiç unutmuyorum, o zamanlar var olan merkez medya bile haberlerin bir köşesinde küçücük bir alt bilgi olarak şöyle diyordu, “Bugün Irak’ta şu kadar insan öldü, şu kadar sünni öldü vs.” detay yoktu, sadece sayılar, basit bir bilgilendirme. Ve diyelim o gün 50 insan ölmüşse vurgu sayıya yapılır ve geçilirdi. Yani sayılardı ölümü niteleyen. Basit bir alt başlık idi gazetelerde, önemsiz. 50 masum ölü bedenin yan yana dizilmiş halini hayal dahi etmiyorduk, her birinin hikayesini ya da yaşam hakkını… Önemi yoktu bunların, bugün Irak’ta 50 kişi ölmüştü işte, o kadar, dün de 60 ölmüştü, o geçti artık.

Bugünlerde yine böyleyiz, dünyayı etkisine alan salgın yüzünden hayatını kaybeden vatandaşlarımızın sayısını her gün Sayın Sağlık Bakanımızdan öğreniyoruz. Mesela bu satırları yazdığım gün 73 yurttaşımızın hayatını kaybettiğini Twitter’dan öğrendik. 73 idi bugünkü sayı, şu ana kadar toplam sayı 501 idi, hemen kafalarımızda 501 ile 73’ü topladık ve genel toplam vefat sayısını bulduk. Bunu kınadığım için söylemiyorum ben de böyle yapıyorum otomatik olarak. Sayılar üzerinden  mevcut durumu takip etmeye çalışıyoruz. Sanal bir simge gibi, sayılar, sadece sayılar… Gerçekte o kadar kişi ölmemiş gibi, “uff çok büyük rakam” deyip geçiyor, arkadaşımızla sohbete dönüyoruz. Ölümün soğukluğu, bilinmezliği ve ölenlerin biten hikayeleri yerini matematiğin soyut dünyasına bırakıyor. Kavramların ve önceliklerin değiştiği modern dünyaya ait bir başka gerçek de bu işte. Anlam ve duygunun yerini başka şeyler alıyor. 

Kaç gündür arkadaşlarımın bu salgının insan yapımı olduğu, biyolojik silah olduğu , emmisinin oğlundan duyduğuna göre şu şu tarihte geçeceği, sıtma ilacının hastalığa iyi geldiği, Zülfü Livaneli’nin bile bunu Twitter’dan duyurduğu yönündeki görüşlerini yanlışlamakla uğraşıyorum. Hatta olay ülkemizde  daha bu kadar yaygın değilken, vefat henüz yokken, Bakırköy’de bir kadının yanındaki kadına “bakma sen yine Avrupa’da yüzlerce kişi ölüyor bu virüsten, bizde ölüm yok niye çünkü biz bol bol yıkanıyoruz, banyo biliyoruz, onlarda yıkanma kültürü yok” demesine şahit olmuştum. Her şeyi geçtim, “bilimsellik nedir, bir görüşü ya da buluşu bilimsel yapan özellikler nelerdir” daha bunları bile bilmediğimizi görerek ne yalan söyleyeyim içim acıyor. Üstelik bu yanlışa koskoca profesörlerin, mürekkep yalamış kişilerin de düştüğünü görünce acınız bir kat daha artıyor.  Emin olun aşı bulunsa tüm dünya bulan ülkenin kimliğine bakmaksızın son dakika haberi olarak. davul zurnayla duyurur bunu.  Bu virüsün insan yapımı olmadığı, Çin’in  belirli bölgelerinde bu virüslerin mutasyonuna son derece elverişli alanlar olduğu  pek çok virolog tarafından söylense de insanlar hala  bilmek değil inanmak istiyorlar. Üstelik sadece inanmak istediğine inanmak istiyorlar. Bu virüsün aynısını konu edinen dokuz yıl önceki bir Güney Kore dizisini  örnek gösterip “işte bakın biliniyordu bu saldırı” tezini işleyenleri mi ararsınız, ABD’nin bu virüsü Çin’i ekonomik olarak geriletmek için üretip Çin’de yaydığını söyleyenleri mi arasınız, atmak bedava! Sars tipi virüslerin türlü mutasyonlara uğradığını ve uğramakta olduğunu bilim insanları yıllardır yazıyor ve uyarıyorlar. Google’ın Schoolar (akademik) özelliğini kullanarak bu Covid virüsünün geleceğini haber veren, daha kaba söyleyeyim bas bas bağıran bir çok makale ve bilim insanı bulacaksınız. Alın, Evrim Ağacı kanalının paylaştığı bir tane örnek vereyim buraya: “(…) Atnalı yarasalarında SARS-CoV benzeri virüslerin yaygın olarak bulunması, Güney Çin’de egzotik memelilerin tüketilmesi kültürüyle birleştirildiğinde, durumu tik takları duyulan bir bomba haline getirmektedir. (…) ” – (Clinical Microbiology Reviews, 2007) *

Şimdi bu bilim insanları kahin mi oluyorlar? Hayır elbette. Haber veriyorlar. Öngörüyorlar. Bilim  öngörür, uyarır, bunu yaparken de size ispat sunması gerekir, bu ispatı da hakemli ve kılı kırk yaran bilimsel dergilere/platformlara yaparlar; kahin ise işkembeden sallar, sallamak bedavadır çünkü, zahmetsizdir.

Virüsün insan yapımı olmadığını belirten ve virüs ile ilgili çok önemli bilgiler veren St. Andrews Üniversitesi Öğretim Üyesi ve dünyaca  ünlü bir virolog olan Dr. Müge Çevik’in “Evrim Ağacı” youtube kanalındaki mülakatının linkini de buraya bırakıyorum : https://www.youtube.com/watch?v=-L_pQuZeowY&fbclid=IwAR1oM124H-IjPqax1S84hFLzA7Rr9JHMC0jJKL5InU4dMCYX-B85-ACCtDQ

Kitapları yüz binlerce satan, bu kitaplarından diziler yapılan “büyük” bir yazarımız  “psikolog” sıfatını kullanarak (ki psikolog olduğunu hala ispatlayamadı) ulusal bir kanalda virüsün resminin olmadığını ve dolayısıyla ona inanamayacağını da söyleyebildi. Yine bir başka yazarımız, Zülfü Livaneli, astım ilacının  virüse iyi geldiğini hem de sosyal medyadan duyurdu insanlara. Ben fake hesap zannettim önce, sonra gerçek olduğunu anlayarak hayretler içinde kaldım. Böyle duyarlı ve toplum önündeki bir kişinin bu hatayı nasıl yapabildiğini aklım almadı. Sıtma ilacı alan bir Covid19’lu hasta  iyileşmiş olabilir. Bu iyileşmenin sıtma ilacından olduğunu nereden bilebiliriz ve de diyelim ki sıtma ilacı o kişiyi iyi etti, o sıtma ilacı Covid19’lu hastalardan sadece 1’ini bile iyi etmemişse ona tedavi diyemezsiniz bilimsel olarak. Çünkü bilimde yanlışlanabilirlik ilkesi hakimdir.  “Bütün kuğular beyazdır” önermesinin geçerliliği sadece 1 tane siyah kuğu bulunana kadar sürmüştür. Yazarların yanında bazı akademisyenlerin de bu süreçte insanı hayrete düşürecek sözler sarf ettiğine şahit olduk.

Konuya geri dönelim. Bu süreçte, içimizde en sokak sevenler bile can korkusuyla eve kapandı. Sosyal mesafe kuralına dikkat etti en sosyal insanlarımız bile. Çünkü aslolan güvenliktir. Modern çağda  -biraz da yasalarla garanti altına aldığımızdan- güvenlik isteği yerini özgürlük isteğine bırakmıştı. Ancak bu  Covid19 ile bir kez daha gördük ki hayatta kalmak, özgürlüğün  de önünde gelen bir istektir. Modern çağın özgürlük talep eden bireyleri, bir anda eve kapanan, hükümetlerin gerekirse diktatörce kararlar alarak  virüsün yayılmasına engel olmasını isteyen bireyler haline geldi. 125 nanometrelik bir virüs yetti buna. Modern dünya birden geleneksel (premodern) dünya koşullarına döndü. Senin sokağa çıkma hakkın, başkalarına da virüs bulaştırma ihtimalin göz önüne alınınca “hak” olmaktan çıkarak  evde kalman bir “görev” olarak sana verildi. Hiyerarşik katmanlar bir kez daha safları sıklaştırmak durumunda kaldı. Modern dünyanın “pause” tuşuna basıldı diyebiliriz. 

Çılgınca tüketimin, gösterişli ama içi boş mekanlarda yemek yiyip kahve yudumlamanın tek sosyallik yolu olduğunu sanan modern çağın insanına, doğal dünya tarafından ciddi bir uyarıdır bu. Alın işte başka Dünya yok. Carl Sagan’ın  dediği gibi “o küçük ve soluk mavi nokta” dan başka evimiz yok. 

Denizlere çıkan sokakları özledik, bozkırlardan geçtiğimiz bu zamanda… Güneşin yüzümüze vurduğu dar sokaklardan denize kavuşmayı, denizin üzerinde öğle saatinde beliren o güneş yansımasını görmeyi özledik. Bodrum’u mesela, Çeşme’yi, Olimpos’u, Asos’u özledik. Traktörle geçen köylülerden  kütür kütür bir karpuz alıp beyaz peynir eşliğinde  yemeyi özledik. Knidos’un cehennem gibi dağ yollarından geçerek cennet koyuna ulaşıp denize atlamayı özledik. Modern insan “yaşamayı” özledi.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl